ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 06-09-2022 00:14

Soğuk Memleketin Hikayesi

Yazan: Recep Turan - SOĞUK MEMLEKETİN HİKAYESİ

Soğuk Memleketin Hikayesi

SOĞUK MEMLEKETİN HİKAYESİ

Baksana altın yüzüğüne, parmaklarının arasında sessizce süzülen gümüş püsküllü kehribar tespihin mesut haline.

Baksana geniş omuzlarındaki kare desenli, ipek cekete; kırmızı kalp işlemeli, beyaz yaka mendilin asil duruşuna.

Ne de heybetli duruyor bunca mahkûm arasında. Dağ başında, devedikenlerinin arasında yeşermiş kırmızı gül mübarek. Asil ve heybetli.

Dur bakalım, yakında kim olduğunu, meselesini etraflıca anlarız.

Yüzünde hırçın bir sessizlik. Gözleri çoktan dalmış, derin bir yolculuğun esaretinde. Arada ah çekişleri var ki göğüs kafesinin çıtırtıları; acının her tonuna doymuş burnuna inat, paslı kulaklarda. “Çırrrr.”
Sahi bu adam kim? Dengbej(Ses sanatçısı) mi, dertli mi?
“Dertli,” dedi.

Daldığım derinlikten aldı beni karşımdaki ses. Şaşırdım! Hangi ara sesli düşündüm, hangi ara bu kadar daldım? Hani belli ettirmeden bakacaktım adama. Ah ah merakıma yenildiğim an başlardı tersine dönmeye devran! Bakalım nasıl düzelteceğiz durumu.
“Kederlenme delikanlı. Mahpusluk zordur bilirim.”
“Şey kusura bakmayın. Bakışlarımdan rahatsız oldunuz galiba. ”
“Yok, yok. Sadece merak ettim, neden bu kadar uzun baktığına.”

Ne diyeceğimi bilemedim. Fark etmişti demek ki. Biraz geveledim açıkçası.
“Delikanlı az otur bakalım. İlk kez gördüm seni. Yenisin galiba.” kendinden emin konuşmasını sürdürdü:
“Atın yüzüğüm, püsküllü tespihim, ipek ceketim değildi seni bu kadar meraklandıran. De hele de, neydi uzun bakışlarının sırrı?”
“Af buyurun. Sizi bu kadar farklı kılan nedir? Sadece dışınız değil, içinizden taşanlar da bir başka. Dengbej misiniz yoksa dertli mi?”

Tebessüm etti önce. Gözlerini kapatıp üst dudağını hafiften ısırdı. Usulca yanıma çömeldi. O an kırışmış suratına çelikten bir duruş oturdu. Sert ve soğuk.
“Kars’ı bilir misin?”
“Evet. Gitmedim ama duydum.”
“Walete me Serhad’e sare!” dedi.

Evet, tıpkı siz okuyucular gibi ben de merak ettim. Öylece yüzüne bakınca, anlamadığımı fark etti.
“Memleketimiz Serhat (Sınır bölgesi) soğuktur!” diye çevirdi az önceki konuşmasını.
Güldüm.
“Burayı neden Kürtçe söylediniz ki?”
O da güldü. Kısa sürdü yüzündeki tebessüm. Ciddiyetin o soğuk tavrında:
“Bilmem!” dedi önce, “Burayı Kürtçe söylemesem sanki memleketin soğuğunu yeterince anlatamayacağım gibi bir hisse kapılıyorum.” diye ilave etti.
Güldük.
“Evet, dikkat çektiriyorsunuz soğuk olduğuna, biraz da hissettirmek istiyorsanız şu gölgeliğe geçsek daha iyi olur.” dedim.

Temmuz'un ortasındayız. Bozkırın hadsiz sıcağında, tepemizde güneşin minnetsiz haykırışları, kızıştıkça kızışıyor gönlünce. Bir de etrafı sarmışsa uzun, yüksek duvarlar ve betonun hissiz teni zapt etmişse dört bir yanımızı, sormayın gitsin halimizi.
Geçtik bir gölgenin merhametine. Çömeldik. Sırtımızı verdik gri duvarların sadrına.
Göğüs kafesindeki çıtırtıları duyacağım bir ah çekti. “Dinlemek ister misin evlat benim hikâyemi?”
Alnımdaki boncuk terleri elimin tersiyle silip:
“Zevkle,” dedim. Zaten zamanı harcamaya yer arıyorum. Canıma minnet dostlar, canıma.
Başladı anlatmaya:
“Walate me Serhed’e sare!” diye tanıdık bir cümleyle giriş yaptı. Burun deliklerini kocaman açıp nemli havayı somurarak, “Kurt kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz evlat, unutmaz!” dedi. Biraz durdu, sonra tekrar davam etti.
“Evet evlat. Acayip bir soğuk vardı.”
Gülerek, “Sanırsam yeterince hissettirdiniz!” dedim.
Gülmeden devam etti o:
“Kars’ta bir köyüm var, üç tane de yaylam. Sayısız küçükbaş ve büyükbaş hayvanım… Arada İran’a geçip canlı hayvan satışı yapıyoruz. Civar köylerden birkaç ortağım var. Onlar da benim gibi zengin ve hükümran.

Bir gün Kars merkezde çay içiyoruz bir dostumla. Mevsim kış. Havada ayazın soğuk yüzü var. Ama ceplerimiz dolu o yıl. Bereketli bir yazın sonunda gelen kış sıcak geçerdi hanelerimizde! Her şey güllük gülistanlık. Yalnız dostumda bir huzursuzluk fark ettim. Çayın üzerindeki buğu sessizce yükseliyor. Acayip bir tadı vardı közde yapılan çayın. Ama tat almadım o vakit. ‘De hele’ dedim, dostuma ‘Ne diyeceksen de?’, çok sürdürmedi o da. Gözümün içine bakarak uygun kelimeler bulmaya çalıştı önce. Bir kabahat işlemiş gibi başını öne eğip: ‘Eşinin dostu var!’ dedi.

Dünyam şaştı. Bittim. Şaka olsa yapılmaz, gerçek olsa çekilmez! Ne bileyip delirdim ansızın. Çıkardım emaneti belimden, ‘Yalansa alnının çatısından vurmak borcum olsun.” diyerek ayrıldım oradan.
Kars’ın bu kadar soğuk olduğunu ilk o gün anladım. Yüreğime işleyen bir soğuk; hayalleri yok eden, umutları parçalayan lanet bir şey…

Yalnız içim içimi yiyor. Gözüm acayip karardı. Tabii doğru mu yanlış mı bilemiyorum! Namus davası sonuçta; suhuletle halledecek değilim evlat. İşin raconunu sen de bilirsin. Yalnız gözlerimle görmediğime de kolay kolay inanmam.

Neyse, o telaşla vardım eve. ‘Hanım, ikindi üzeri yola koyulmam lazım. İran’a gideceğim.’ deyince, alışıktı bu durumlara zaten. İkiletmeden hazırlıklara başladı. En iyisinden bir tavuk kızartıp koymuş çıkınıma. Yanında otlu peynir, köy ekmeği… İkindi vakti, namazı da eda edip yola revan oldum. Köyün dışına doğru insan boyunu aşan kışlık ot yığınlarının arasına girdim. Açtım çıkınımı karnımı bir güzel doyurdum. Gün geceye kavuşunca tekrar evin yolunu tuttum. Evim köyün biraz yukarısında bulunur. Evimin önündeki korulukta pusuya yattım.

Akşam saatlerinde eşim dışarı çıktı. Belinde fişek askı kayışı, sırtında pompalı. Sağ elinde fener. Etrafı fenerle kolaçan edip köye doğru iki üç kez işaret feneri yaktı. Bir erkek gibi edalarına anlam veremedim. Geçti içeri. Üzerinden baya zaman geçti. Ortalıkta hiçbir şey yok. İçimden ‘Yoksa bu adam karıma iftira mı attı? Eşimin günahını mı alıyorum!’ diye hayıflandığım bir anda ‘Kalkıp eve gideyim,’ diye kaç kere yeltendim, içimden bir ses ‘Biraz bekle, biraz daha sabır!’ dedi her seferinde.

Gözlerimdeki acayip uykunun ısrarını olası bir ihanetin huzursuzluğuyla perdeledim. Bir anlığına çekip attım yüreğimden tüm insani zaaflarımı. ‘İhanet varsa cezası da var!’ diye güç pompaladım kendime. Dönülmez bir yolun hududuna çoktan girdiğimin bilincinde; bekledim, beklemeliydim.

Saat üç sularında köyün aşağısından evime doğru destursuz bir karaltının geldiğini gördüm. Bir iki üç, tak tak tak. Evet, tam üç kere vurdu kapıya. Kapı açıldı, karaltı eve girdi. Vardım pencerenin önüne. Burayı detaylı anlatıp iyice kahrolmak istemiyorum. Genzime ihanetin kokusunu çektim evlat. Hem de kaç kere? Biraz sabır, sabır!

Evimin hemen yukarısında, yola yakın bir havuz var. Hem sulamada kullanıyorum hem de yaz vakti sabah namazından önce çıkıp gusül abdesti alıyorum. Neyse…

Tekrar korulukta saklandım. Biraz sonra adam evimden çıkıp havuza doğru yol alınca arkasından yaklaşıp dipçikle vurdum kafasına. Abandım üstüne, boynundan yakaladım. Suyun altında son nefesini verince bıraktım. Hamile kadınlar gibi şişti karnı. Bir balon gibi suyun yüzeyine çıktı. Uzaklaştım oradan. İki gün sonra köye geldim.

Eşimin gözleri şişmiş. Ağlamaktan bitap düşmüştü. Şaşırdım. ‘Ne oldu?’ dedim.
‘Yeğenin boğulmuş.’
‘Nasıl olur?’ gerçekten şaşırdım!
‘Sabah havuza girmiş, bir daha çıkamamış.’

Herkesler çok ağlıyor. En çok da karım. Şaşırdım. O karanlıkta tanımamıştım. Şok üstüne şoktaydım.
O gece kayınvalidem evime misafir gelmiş. Gün boyunca ağlayıp sersemleşmişlerdi. Gece vakti. Kaynanama baktım, uykunun en derin noktasında. Kalktım ayağa. Aldım elime yastığı, eşimin ağzının üstüne koydum. Dönüp ağzının üstüne oturdum. İki elimle de bacaklarını kavradım. Birkaç dakika sonra çırpınmayı bıraktı. Cansız elleri belimden aşağıya düştü. İndim üstünden. Çıktım dışarı. Abdest alıp, namaz kıldım. Dönünce kaynanamın feryadıyla karşılaştım.
‘Garibim, gencin ölümüne dayamadı; üzüntüden öldü!’ dediler.
İnandılar!

Yeğenimin mezarının yanında bir mezar daha açtık.” dedi ve bitirdi.

Siren sesiyle ayrılık vaktinin geldiğini anladık. Çok etkilenmiştim. Bendeki etkiyi görünce, “Yapma yeğen, bu kadar belli etme acemiliğini.”

Kuşkulandım. Ama duygularımın etkisindeydim halen. O ayağa kalkıp dizlerinde toplanmış pantolonunu aşağıya doğru çekti. Üstünü başını düzeltti. Gitmeden bana dönüp:
“Emanete Xuda bi!” dedi.
“Allah’a emanet ol!” dediğini hissettim. Yüzümdeki manadan anladığımı sezip açıklama yapmadan üst dudağını ağzına aldı. Kareli ceketi sırtında, sağ elinde tespih; sol omuzu yamuk bir şekilde ağır aksak koğuşun yolunu tuttu.

Döndüm müdürlüğe. Cebimdeki kayıt cihazını çıkarttım. Eksik olan raporumu tamamladım. İşimin tamamıyla bittiğini gören cezaevi müdürü tebessümle,
“Nasıl geçti ilk göreviniz?”
“Sağ olun. Gayet başarılı.” dedim, yüzümde görevi eksiksiz tamamlamış olmanın vermiş olduğu haklı gururla.
Güldü.
Anlam veremedim!

Arkamda üst üste istiflenmiş bir sürü mavi kapaklı dosyayı göstererek, “Şuradaki dosyaları görüyor musun?”
“Evet”
“İnceleyebilirsin. Hepsinde aynı adamın farklı hikâyeleri var. Bazılarına göre deli, bazılarına göre dengbej, bazılarına göre ise dertli. Bana göre çok zeki biri. Her seferinde farklı bir hikâye yazdırmayı başarıyor.”
“Ne yani adamın sabahtan anlattığı her şey yalan mıydı?”
Güldü.
“Walate me Serhad’e sare! Sözünün dışında evet.”
Şaşırdım. Hem de olmadığı kadar.
“Olsun Mahkeme jürisi olmak kolay değil! Daha çok pişeceksiniz, çok.” diye devam etti konuşmasına.
“Vay be bravo adama. Kim bilir bir taşla kaç kuş vurmuştur?” dememe mukabil.
“Hayır, hayır! Yine yanılıyorsun. Bir kuşla çok taş ıskalattı, çok…” diye düzeltti beni.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi