ANI
Giriş Tarihi : 23-08-2022 05:01

Pisi Pisine

Yazan: Hakkı Yıldıran - PİSİ PİSİNE

Pisi Pisine

PİSİ PİSİNE 

Yine bir gece yarısı Manisa’ya doğru yola koyulmuşlardı. Bu, o günün ikinci seferiydi, tukaş fabrikasına. İzmir/Seferihisar’a girdiklerinde, sahil yolunun üstünde ışıkları yanan iki araç belirmişti uzaktan. Dikkat işaretinin de olduğu, 100/150 metre kadar beriden başlayan dubaların kenarından yavaşlayarak ilerlemişlerdi. Polis aracıyla ambulanstı bu…Acil durumlarda yanan ışıklarının o an açık oluşuna bakılırsa, besbelliydi bir terslik olduğu. Araçların üstünde yanan mavi ışıklar gecenin zifiri karanlığında yolun kenarında çarşaf gibi yazılı duran denizin üstünden olabildiğince uzaklara kadar yayılıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Oldukça yavaşlamışlardı. Ambulansla polis aracının tam arasında, asfalt zeminde, boylu boyunca uzanan birisini yatıyor görmüşlerdi. Üstü gazete sayfalarıyla örtülü, ucaları taşlarla bastırılık…Ölmüş diyebildiler sadece. Kamyonun içi bir an buz kesmişti sanki…Sessizlik sabuncu beline kadar sürmüştü. Sabuncu belini tırmanırken derinin dibinden gelen, vardiyalı mermer işçilerinin kullandığı mermer makinasından çıkan sesler aracın içindeki sessizliği biraz olsun bozmuştu. 

Ne zamandır, çifliğin sahibi Sezai Bey: “Bu çocuğu ehliyete yazdıralım, bütün Urla elimizin altıda nasıl olsa…Bu sayede kolayca ehliyetini alır, sana bir şey olursa O sürer arabayı” diyesiymiş…Bunu da Süt oğlan'a  söylüyordu Sezgin abi. Hevesliydi, O da istiyordu ehliyet almayı…

Ama şimdi; biraz önce gördüklerinden etkilenmişti. Sezai Bey'in dedikleriyle Sezgin abininkileri birleştirip: “Yok abi! Bu saatten sonra ben; ne  ehliyet alırım, ne de bir daha seninle yola çıkarım! Seninle değil, bir başkasıyla da çıkmam yola. Sakin yanlış anlama ama, meselenin senle bir ilgilisi yok. Canımı sokakta bulmadım ben” diye eklemişti. 

Sezgin abi “bu durumu Sezai Bey’e söylemeliyim” demişti. Haklıydı.

Sonuçta illa bir muavin gerekliydi şöförün yanında gidip gelen. 

Süt Oğlan'nın umrundaydı sanki...İçinden, söylersen söyle be! dedi. 

Olsa olsa, Tukaş fabrikasında vardiyalı çalışan işçilere verilen tabldotları özlemek olurdu O'nunkisi en fazla. Bir de; fabrikada çeşit, çeşit içtikleri sallama çaylarını…Sallama çayları da, iyi geliyordu gece, gece ha diye geçirmeden edemedi içinden. 

Nihayet Turgutludaki tukaş faprikasına varmışlardı. Kamyonu her zamanki, salça yapımında kullanılan domates atıklarının boşaldığı elektrikli bandın altına sürmüşlerdi. Sezgin abi bir ara fabrikadaki yemekhaneye gitmişti. Yemek saati olmalıydı. Adam belki de tuvalete gitmişti…

Kamyonun kasasında, illa birilerinin
banttan akmakta olan domates posasının biriken yığınlarını, sağa, sola, önlere arkalara doğru aktarması gerekiyordu. Süt Oğlan bu işi bir kürek yardımıyla yaparken, Sezgin abi, kamyonu ileri, geri sürerek hallediyordu.

Kamyonun kasasına dökülen domates kapçıkları kule gibi yığılmıştı. Dur! Sezgin abiye görünmeden aynı işi becerebilir miyim acaba, diye düşünmüştü…Böylece; şoförle gelip gitmesine sebeb; iş daha kolayına gelecekti…Hem şimdi, hem de şimdiden sonra.

Endişeyle de olsa direksiyonun başına geçmişti. Kamyonu yerinden oynatıp iki adım öteye sürmekti tek amacı. Kontak'ı çevirmesiyle birlikte  kamyonun şahlanması, kısa mesafe koşucuların start an'nını aratmamıştı. Sonra kendiliğinden  stop etmesi tabii…Kontak'ı tekrar çevirse miydi, bilemedi. “Karşıdaki duvara toslarız da… Allah muhafaza” diye seslice mırıldandı. Bant geride kalmıştı.

Etrafta yardım isteyecek kimse görünmüyordu. Herkes yemekhanede olmalıydı. Öyle ya! Biraz önce fabrikanın her yerinden duyulan zil sesi yemek saatini duyurmuyor muydu? Hemen yemekhaneye koştu.

Sezgin abi! Sezgin abi diye seslendi. Devamını getirecekti ki; aldığı yanıt: “Sırası mı şimdi be oğlum”! omuştu. “Ne var” diye de celallenmişti çocuğa. 

Kamyon…! Abi posalar boşa akıyor! Diyebildi endişeyle. 

Çocuğun dert ettiğini Sezgin abisi “tasalanma olur böyle şeyler” diye geçiştirivermişti…Süt Oğlan Rahatlamış olarak “abi özür dilerim” demişti. 

İşte böyle, böyle İzmir-Manisa arasında günler geçiyordu. Neredeyse bir yıl olmak üzereydi, köyden ayrılalı. İyice burnunda tütmeye başlamıştı köyü, sevdikleri. 

“Maksat karın doyurmaksa; karın tokluğuna boşuna kürek çekeceğime yabanda, memleketimde yaşarım buradan iyidir” Beyninde iyice yer etmişti bu düşüncesi. Artık gidecekti..

Çiftliğin yemekhanesine köyden olumsuz bir telefon geldiği, acilen köye gitmesi gerektiği kurgulanmış, Sezai Bey’e, bu şekilde aktarılmıştı ayrılma sebebi…

Hesap kesilmiş, ayrılmıştı çiftlikten. 

Ertesi gün sabah erkenden İzmir’e, oradan da doğruca, çeşit çeşit dükkanların bulunduğu Kemeraltı'na gitmişti.

Oradan kendisine; taşlanımış dedikleri, solgun kot bir pantolon, üçü bir arada paketlenmiş, (böylesi daha hesaplı)değişik renklerde, ama aynı model üç tişört, bir spor ayakkabısı, bir de, köye vardığımda diktiririm diye, çeşitli renklerde, geniş kareli gömleklik bir kumaş almıştı. 

İnsanların vıcır vıcır kaynadığı fuar alanına yakın, ortaokul son sınıfta okurken sağlık ocağı okulu için sınava geldiğinde kaldığı önceden bildiği bir otele yerleşmişti, bir geceliğine. Ertesi günün tek seferlik otobüsünü burada bekleyecek, geceyi geçirecekti. 

Gündüz gözüyle fuar alanını şöyle güzel bir gezeyim diye geçirmişti içinden. 

Otelde yeni aldığı elbiseleri giymişti üstüne. Aynanın karşısına geçip çiftlikte iyice uzayan saçlarını taradı. 

Başladı, aynadaki kendisiyle konuşmaya…Ağzına ne geldiyse verdi veriştirdi. Edilmeyecek ne kadar küfür varsa etti kendisine. Rahatlamıştı bir yandan da…

Sonra kendi kendine bir havalara girip; yine aynanın karşısında…“Oğlum senin yerin burası mı la! Senden alasını mı bulacak bu…? Üç koca yılın adı var…Boşuna mıydı onca o buluşmalar! Git! Gurbete kaçmana sebeb; sebepsiz ayrılığınızı anlat O'na! Dikil sevdiğinin karşısına…Bak aradaki buzlar eriyor mu, erimiyor mu? Gör o zaman! Baykuşlar dile gelse buluşmalarımıza şahit, bizden yana olur vallahi de! O'na”…

Fuar alanındaki kalabalıklar arasında tek başına dolaştı. Tek başına döner dolaplara bindi. Bir iki silah sıktı oyuncakların önündeki hedefe…Sonra ceryanla çalışan boğaya binenlerin oluşturduğu , kalabalığa yanaştı. 

Küçük Emrah’ın ağzındaki emziği atıverdiği yıllardı. Büyümüş de fuarda boğa biner olmuştu. Ahu Tuğba da yılışırken öte yandan,  kömbe dudaklarıyla iri dişlerini gizlemeye çalışıyordu. “Buranın kalabalık oluşu bundanmış demek” diye söylene, söylene otele gitmişti. 

Bir türlü uyku girmiyordu gözüne. Hiç uyumadan sabahı etmişti. 

Sabah erkenden otobüs garajına vardı. Biletini aldı. Otobüsün hangi perona yanaşacağını sordu. Beklemeye koyuldu. Birazdan köyünün bilindik otobüsü perona yanaştı. Şöför, de muavinde bilindik ti…Şimdiden köye varmış gibi sevinmişti... 

Muavine; Denizli garajına vardığımızda beni uyandır diye tembih ederek, daha otobüs hareket etmeden gidip oturduğu koltukta uyumaya koyulmuştu. 

Denizli garajına kadar deliksiz uyumuş, garaja gelindiğinde, dediği gibi uyandırılmıştı. Burada bir saat mola verileceğini öğrenince; garajın içindeki kafeden bir bardak çayın yanında bir de simit aldı kendisine. 
Acelesi vardı. Hemen yedi, içti. Garaja pek te uzak olmayan Bayram Yeri’ndeki magazalarında olduğu, önceden bildiği dükkanlara gitti. Oradan; çok sevdiği annesine açık yeşil bir hırka, babasına kahverengi bir oduncu gömleği, kardeşlerine de uygun öte beri aldı. Son olarak; garajın etrafındaki leblebicilerden yeni kavrulmuş, sıcacık kırık leblebi. Bir de; önceden paketlenmiş içi fındıklı, üstü Hindistan cevizli lokum…

Babacığım çok sevecek kırık leblebiyi diye geçirmişti içinden. 

Sonra mı? 

Köye varmıştı…

Her şey yerinde sayıyordu…Geriye dönmek yeni bir sayfa açmak bir daha asla mümkün olmamıştı.

Bunun neticesinde artık; o şehirden o şehre kaçıştan öte, O’nun bulunduğu ülkeyi terk ediş ve…

“PİSİ PİSİNE” geçen yıllar…

Daha sonra mı? 

Bilmiyorum! Devam etsin mi ki?

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi