DENEME
Giriş Tarihi : 19-05-2023 13:24   Güncelleme : 19-05-2023 13:46

O Günün Gençleri Kurdular, Bugünün Gençleri Yaşatacaklar

Yazan: Mahmut Kiper -O GÜNÜN GENÇLERİ KURDULAR, BUGÜNÜN GENÇLERİ YAŞATACAKLAR

O Günün Gençleri Kurdular, Bugünün Gençleri Yaşatacaklar

O GÜNÜN GENÇLERİ KURDULAR, BUGÜNÜN GENÇLERİ YAŞATACAKLAR

“Gencecik bir öğrenciydi Berlin'de. Genç Cumhuriyetin bir bursiyeri olarak gitmişti. Berlin Teknik Yüksek Okulu'nda okuyor, haritacılığı öğreniyordu. Almanya'da durum normal değildi. Bir gün gece 23  dolaylarında eve dönüyordu. Sokaklarda bir olağanüstülük vardı. Her taraf panzer ve asker doluydu.

Bunlar Hitler'in SS'leri ve SA'larıydı. Hitler, erki  ele geçirmişti. Evler basılıyor, Yahudiler toplanıyordu.

Hızlı  adımlarla eve yöneldi. Bir evin önünden  geçerken, içeriden sıkılan kurşunların parke  taslardan çıkarttıkları kıvılcımları görünce  koşmaya başladı. 

Eve girdi, hemen pijamalarını giydi ve yatağa girdi.Gece yarısı, 2 sıralarında kapı kırılırcasına çalındı. Kalktı. Kapıyı açtı. SA'lar hiçbir şey sormadan içeri doluştular. Biri "Ellerini kaldır" diye bağırıyordu, diğeri "Giyin" diye. “Aynı anda  ikisini birden yapamam ki,  evladım”  diyordu anlatırken...

Türk olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ama çok iyi konuştuğu Almanca’sından ve esmerliğinden yitiriyordu. Tüm çabaları  yetersiz kalıyor, inandırıcı olamıyordu. Sürükleyerek dışarı çıkardılar. SA'ların kolları  arasında yalınayak, panzere doğru sürükleniyordu.

Panzere bir bindirseler her şeyin biteceğinin farkındaydı. Tam o sıra balkondan bir ses yükseldi. Ev sahibiydi bağıran: O'nu bırakın!.. O, Türk!.. O'nu Atatürk gönderdi…“ Ve şöyle tamamladı Hocaların Hocası Türkiye’nin ilk harita mühendislerinden Prof.Dr. Ekrem Ulsoy, Erol Köktürk ile yaptığı söyleşiyi: “Ya işte evladım, şimdi yaşıyorsam, ATATÜRK  sayesinde  yaşıyorum..” 

Cumhuriyetin ilk yıllarında hemen her konuda kendi uzmanını yetiştirmenin önemi ve gerekliliği görülmüş ve yurtdışına önce devlet sonra da yaratılan Askeri Fabrikalar, Sümerbank, Etibank, MTA gibi kuruluşların desteği ile çok sayıda öğrenci gönderilmiştir.

Bu konuya Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin nasıl baktığını Prof. İlknur Güntürkün Kalıpçı’nın Anıları’nda yer verdiği bir örnek çok güzel anlatmaktadır; 

Yurtdışına gönderilen Mahmut SADİ anlatıyor;  “Yıl 1923. İstanbul Üniversitesinde öğrenci olduğum sıralar. Okul duvarında bir ilan görüyorum. Avrupa’ya talebe yollanacaktır. Allah Allah diyorum, ülke yıkık dökük, yıl 1923. Avrupa’ya talebe! Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına ATATÜRK “Berlin Üniversitesine gitsin” diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci garındayım, ama kafam öyle karışık ki gitsem mi kalsam mı, orda beni unutur mu bunlar, para yollarlar mı, gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye karar verdim, döndüm. O sırada bir müvezzi ismimi çağırdı, “Mahmut SADİ, Mahmut SADİ, bir telgrafın var”. Telgrafı açtım, ATATÜRK’den, aynen şunlar yazıyordu ‘’sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum alevler olarak geri dönmelisiniz”. 

Var mı böyle bir şey? 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hesap edebilen bir lider, dünya lideri olmasın da ne olsun. Yıl 1923, biz evimizde bir çocuğumuzun huyunu değiştiremiyoruz bir huyunu. Tüm ülkenin huyu değişiyor. Bunla uğraşan bir insan yolladığı 11 öğrenci nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hissedebiliyor. Mahmut Sadi devam ediyor “gel de şimdi gitme, gitte orda çalışma, dönde bu ülke için canını verme”.

Atatürk’ün Berlin Üniversitesi tercihi, bu üniversitenin köklerinin dünyanın ilk ve en önemli teknik üniversitelerinden olarak 1770 Berlin Madencilik Akademisi’ne ve teknik üniversite kimliğiyle de 1879’a kadar uzandığı düşünüldüğünde daha da anlamlı olmaktadır. 

Mahmut Sadi yurda döner. Önce İstanbul Üniversitesi Genel ve Beşeri Fizyoloji  Enstitüsü'nü kurar. Kürsü başkanı olur. Daha  sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olur. Biz onu Ord. Prof. Dr. M. Sadi Irmak olarak biliriz. 

Bir diğer örnek.Ülkemizin ilk Metalurji Mühendislerinden Selahattin Şanbaşoğlu’da o zamanki İmalat-ı Harbiye sonraki adıyla Askeri Fabrikalar şimdiki ismiyle MKE, sınavını kazanarak Aralık 1926’da Atatürk’ün Ankara Garı’ndan yolcu ettiği diğer öğrencilerle Almanya’ya gitmiş, önce Berlin Teknik Üniversitesi’nde Makina Mühendisliği eğitimine başlamış, sonradan Aachen Teknik Üniversitesi’nde Metalurji diye de bir bölüm olduğunu görüp ‘bu da memlekete gereklidir’ deyip oraya geçmiş.

Aachen Üniversitesi’nde genel metalürji kürsüsünün kuruluşu da 1870 yılına dayanmakta ve dünyadaki ilk ve en önemli metalürji mekteplerinden sayılmaktadır.

İşte genç Türkiye elinde avucunda pek bir şey olmamasına rağmen kuruluşunda görev alacak genç uzmanlarını dünyadaki en iyi okullarda okutmakta kararlıdır.

Sadece mühendislik alanında değil, her alanda Cumhuriyet kendi uzmanını yetiştirme inanç ve azmindedir. Bu inanç ve azimle ne o dönemki Cumhuriyet idareleri ne de gönderilen gençler hiç bir fedakarlıktan kaçınmazlar.

Yurtdışına gönderilen öğrenciler arasında kimler yokturki.... Kansu Şarman’ın “Türk Promethe’ler” kitabından bazı isimler; Tarihçi Afet İnan, Hukuçu/yazar Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Besteci Ahmet Adnan Saygun, Tarihçi Enver Ziya Karal, Edebiyatçı Selahattin Eyüboğlu, Arkeolog Ekrem Akurgal, Astronom Nüzhet Gökdoğan, Şair Cahit Sıtkı Tarancı, Kimyacı Ali Rıza Berkem, Yazar Sabahattin Ali, Hititolog Sedat Alp, Besteci Necil Kazım Akses, Matematikçi Cahit Arf, Jeolog İhsan Ketin, Mekanikbilimci Mustafa İnan, Coğrafyacı Besim Darkot, Tiyatrocu Mahir Canova, Heykeltraş Zühtü Müridoğlu ve daha niceleri....

Cumhuriyetle birlikte, genç kızlarımıza da her türlü imkan tanınmış, onlar da ülke gelişiminde çok önemli görevlerin üstesinden başarıyla gelmişlerdir. Bir örnek, Avrupa’ya okumaya gönderilen Nüzhet Gökdoğan, 60 kişilik sınıftaki tek bayan öğrencidir....

Prof. Gökdoğan aynı zamanda, Türkiye’nin ilk kadın gökbilimcisi ve ilk kadın dekanıdır. Türk Matematik Derneği kurucularından ve TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi’nin kurulmasının da fikir babalarındandır.

İsimlerden de görüldüğü gibi, genç Cumhuriyet en kıt imkanlara rağmen, ülkenin gelişmesi, ileri uygarlık seviyesine gelmesi için hemen her alanda kendi uzmanını yetiştirmeyi başarmış, bu uzmanlar da ‘kıvılcım’ olarak gittikleri yerlerden öngörüldüğü gibi ‘ateşler’ olarak dönmüşlerdir.

Meslek büyüğüm ve bursuyla yırtdışında okumaya gittiği İmalat-ı Harbiye, Askeri Fabrikalar’ın şimdiki halefi MKE’nin isim babası Selahattin Şanbaşoğlu ile daha önceleri de tanışıklığımız vardı ama meşhur 5 Nisan 1994 kararlarından biri olarak, dönemin hükümeti tarafından açıklanan Karabük demir Çelik İşletmeleri ya da kısa adıyla KARDEMİR’in  kapatılma kararına karşı o dönem TMMOB Metalurji Mühendisleri Odası Yönetimi olarak hazırladığımız rapor ve verdiğimiz mücadele süreçlerinde bu çabalarımıza çok destek vermesiyle ve sık sık Oda’ya gelmeye başlamasıyla dostluğumuz ilerledi.

KARDEMİR’in o yöre için önemi nedeniyle ve diğer bazı girişimler sonucu  Başbakanlık bünyesinde bir ‘KARDEMİR İnceleme Kurulu’ oluşturuldu. Bu komisyonda pek çok kurum ve kuruluş temsilcisiyle birlikte Metalurji Mühendisleri Odası Başkanı olarak ben ve Selahattin Şanbaşoğlu’da yer almıştı. Bu onun KARDEMİR ile yolunun ilk kesişmesi değildi.

1930’ların başında yer seçimi kurulunda görev yaptığı KARDEMİR’den 1939 Eylül’ünde ülkemizin cevherden elde edilen ilk sıvı  metali alınırken hazır bulunan  Şanbaşoğlu, tam 55 yıl sonra, KARDEMİR’i kurtarmak için en ön safta Komisyon’un en çalışkan üyesi olarak  mücadele ediyordu. Komisyon çalışmalarının sonuna doğru inceleme için KARDEMİR’e gittik.

Buraya şov yapmak için gelen siyasilere, ülke sanayisinde derin izler bırakmış 87 yaşındaki ülkenin ilk metalurji mühendisi, ‘Bu tesis ülke için gereklidir, kapatmak cinayettir!’ sözleriyle ders veriyordu...

Hiç öne çıkmadan ve sıradan bir iş gibi gerçekleştirdiği bu çaba ona göre ‘memleket için yapılması gereken bir görev’di. O kadar.
1995 yılında 88 yaşında aramızdan ayrılmadan kısa bir süre önce, ülkenin durumundan ve gidişinden bunaldığını söyleyen bir dostuna şu hikayeyi anlatmıştı;

‘Mimarbaşı Koca Sinan kendi eseri olacak Cami’nin inşaatının başında çalışırken bir ustabaşısı yanına yaklaşarak üzgün bir tavırla el bağladığında Koca Sinan hayrola, nola ustabaşı diye sorar. O da, Ağam bir pirifani duvarcı ustamız hasta döşeğinde kendini bilmez yatıyor. Aylardır ne iyileşiyor ne can veriyor, müşkülümüz var deyince, Koca Sinan hayrolsun varalım gidelim görelim der. Hasta döşeğine yanaştığında pirifani ustanın bir şeyler mırıldandığını duyar ve iyice sokulduğunda pirifaninin devamlı olarak kalfa taş ver, harç ver, mala ver; taş ver, harç ver, mala ver diye söylendiğini duyar.

Anlar ki 90 yaşındaki usta can çekişirken bile rüyasında duvar örmektedir. Mimarbaşının gözlerinden yaşlar süzülür ve eğilerek kulağına ‘ustam paydos’ diye fısıldar. Pirifani duvarcı ustası o an ruhunu teslim eder.’
Ve Selahattin Bey devam eder; ‘Biz de yukardaki paydos deyinceye kadar çalışmaya devam edeceğiz. Ülkemizin buna ihtiyacı var.’

14.7.1995 tarihli yazısında Mümtaz Sosysal O’nu köşesine şöyle taşımıştı; ‘Bir kahraman öldü. Dün sessizce gömülen bir kahraman: Selahattin Şanbaşoğlu. Kahramanlık yalnızca savaş cephelerinde olmaz. Başka cephelerin de kahramanları vardır. Ama, genellikle onlara madalya verilmez, adlarına anıt dikilmez.

Şanbaşoğlu Türkiye’nin ulusal sanayi kurma savaşı kahramanlarındandı. Belki de, o çeşit kahramanlar yetiştirmiş bir kuşağın son kalan temsilcilerinden biriydi. ……Hep vardı. Örneğin, son ayların Türkiye’sinde Karabük tartışılırken yine o vardı ve ancak çok genç insanlarda bulunabilecek bir direnç ve güçle vuruşmaya devam ediyordu. Özgeçmişi aslında o ilk cumhuriyet kuşağının ortak özgeçmişinden pek farklı değil: Savaşların sıkıntıları içinde geçmiş bir gençliğin ardından, yeni kurulacak Türkiye’nin kalkınmasında görev almak üzere yetiştirilmek için, devlet parasıyla yabancı ülkelere gönderiliş, orada ciddi bir öğrenim; dönünce bugün çok erken sayılabilecek bir yaşta, önemli alanlarda kuruculuk sorumluluğunu yükleniş; sonra da, o ağır yükün altından gerçekten ‘kahramanca kalkış’.

Sağlam bir kamu görevi anlayışı, müthiş bir özveri. Yalnız çalışırken değil, emeklilik çağında da, ileri yaşlara kadar devam eden bir ilgi, inanılan davaların savunulması için sürüp giden bir mücadele azmi……….’

Bu yazılanlar aslında yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni muassır medeniyete kavuşturma ütopyasının peşine düşmüş bir kuşağın hayat hikayesinin kısa özetidir.

Bağımsızlığı, yurt kaynaklarını ve ülke insan gücünü esas alan ve tamamiyle bize özgü bu kalkınma uğraşına ömürlerini adamış o kuşak artık yok……..

Ama, onların yerini almış genç kuşakların da ülkemizi çağdaş yarınlara ulaştırmak için paydos demeden çalışacaklarından eminiz.

Bugün 19 Mayıs, Atatürkü Anma Gençlik ve Spor Bayramımız. Aynı zamanda gençlerimize ve hepimize ülkemize ve onu kuranlara karşı soumluluklarımızı hatırlatma günü.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi