DENEME
Giriş Tarihi : 01-05-2022 20:44

Nerede O Eski Bayramlar?

Yazan: Betül Eren - NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR?

Nerede O Eski Bayramlar?

NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR? 
  
Nihayet bu bayram yasaklardan biraz kurtulduk gibi. Son iki senemizi çalıp götüren pandemi nedeniyle hepimiz çok yorulduk ve üzüldük. Pek çok kayıp yaşadık. Sevdiklerimize bir şey olacak korkusu yüreklerimizi dağladı. Umarım artık Covid19, bir daha çıkmamak üzere, tarihin tozlu yaprakları arasına gitmiştir.

2020 yılının Mart ayından itibaren hayatımıza girmişti “Pandemi”. Pek çok alışkanlığımızı değiştirdiği gibi  bayram kutlamalarımızı bile bambaşka bir şekle sokmuştu. Biz mesela, ilk defa, kabile olarak “zoom” üzerinden “online” bayramlaşmıştık. Hiç yapmadığımız, hiç görmediğimiz teknolojik gelişmeler hayatımızı kaplamaya, bizleri başka bir yaşama doğru ite kaka ilerletmeye çalışıyordu. Tabii ki tadı olmayacaktı, tabii ki alıştığımız düzenin dışındaydı ama, ekran üzerinden olsa da birbirimizi görebilmek güzeldi…
Kucaklaşmadan, sarılmadan bayram mı kutlanırmış? Her şey aklımıza gelirdi de böyle bir bayram kutlaması eminim hiç birimizin aklından bile geçmezdi. Gel de arama eski geleneksel bayram günlerimizi…
Nasıl mı kutlardık?
Eee, biraz eskilere gitmek gerek o halde…

Ülkedeki  her kadın için, bayram geliyor demek, öncelikle temizlik demekti. Evde ne var ne yoksa suya sokulacak, hiçbir yerde tozun zerresi kalmayacaktı. Sanki her gelen misafir evleri köşe bucak kontrol edecekmiş gibi, dolapların içlerine kadar yeniden düzeltilir, mutfak dolaplarına kolalanmış jilet gibi tertemiz örtüler serilir, büfelerin içleri özenle düzenlenir ve salonda bulunan çiçeklerin yapraklarına kadar tozlar alınırdı. Ev temizliği denilince akan sular dururdu. Kadınlar cephesinde bitmek bilmeyen bir arınma gibiydi bu. Her oda, her mobilya ayrı ayrı temizlenir, camlar parlatılır, hatta hatta özellikle baharatların konulduğu kavanozlar bile mutlaka yıkanır paklanırdı. Arife günü geldiğinde, tüm hazırlıkların bitmiş olması, sadece annelerin son bir bakış atarak “Tamam…” demesi gerekirdi. Temizlik aşkı uğruna, bayram sabahı kadınların çoğunun beli tutulmuş olmasına rağmen, mutlu gülücükler yüzlerini kaplardı. Öyle ya, bu bayramda, evleri pırıl pırıl olmuş ve misafirlerini karşılamaya hazırdı artık.

Çikolatalar, şekerlemeler, lokumlar, aile büyüklerine götürülecek hediyeler her şey evde hazır beklerdi. Aileler, bazen bütçeleri yetmediğinde, kendilerine yeni bir kıyafet alamasalar bile, mutlaka çocuklarına hem kıyafet hem de ayakkabı almaya çalışırlardı. Kız çocukları için alınan kırmızı siyah o rugan ayakkabılar her çocuğun düşlerini süslerdi.

Çocuklar, yeni giysilerini ve ayakkabılarını sanki birisi gelecek ve onları alacakmış gibi, baş uçlarına koyarak uyurlardı. Kendimizi bildik bileli böyle kutlanırdı bayramlar evlerimizde. Bazen şehir dışından gelen misafirlerle beraber son hazırlıkların özenle yapıldığı arife akşamları… Salona hazırlanan yer yatakları üzerinde zıplayıp duran çocuklar ve evin her köşesinden burnunuza dolan şimdiki gibi çeşitli temizlik malzemeleri değil, geleneksel arap sabununun kokusu… Mis kokan çarşaflarda, hep bir arada, aynı çatı altında nefes alıp vererek uyunan huzur dolu uykular…

Pek çoğumuzun evlerinde bu hazırlıklar yapıldıktan sonra, nihayet bayram gelirdi. Artık misafirler gelecek, kapı çalınacak, terlikler kapıda hazır edilecek, gelenler güler yüzle karşılanacaktı.  Annem bize daima “Misafire verdiğiniz değer, sizlerin yüzünüzde, onları buyur etmenizde, karşılamanızda görülmelidir…” derdi. Kapıyı çalan ve iyi bayramlar dilemeye gelen mahallenin çocuklarına da aynı özenle davranmamız, onların Tanrı Misafir’i olduklarını hiç unutmamamız sıkıca tembihlenirdi. Misafirler gelmeden annem, hepimizin giysilerine, saçına başına bir kez daha bakar ve hafifçe gülümseyerek kafasını sallayarak “Olur” verirdi. Hele babam, kendisinden hiç beklenilmeyecek şekilde bazen o ağırbaşlı duruşunun altında yatan muzip çocuğu uyandırırdı ve bizlere şaka yapmayı çok severdi. Sabah erkenden evin içinde yankılanan “Bayram arabası geçiyor kızlar, haydi kalkın… Bakın, yine kaçıracaksınız…” diye seslenen babamın davudi sesini duyar duymaz üç kız kardeş, her bayram olduğu gibi babamın bayram arabası geçecek müjdesiyle yatağımızdan fırlayarak, neşe içinde, bu sefer olsun bayram arabasını görebilmek için cama koştururduk. Ne yazık ki şimdiye kadar hiç görememiştik şu bayram arabasını. Babam, bizi hep bu şakayla uyandırır ve bizlerin merakla koşturmamızı seyreder, daha sonra yüzünde muzip bir gülümsemeyle, bayram namazına gitmek için evden çıkardı. Babamın namaza gidişini takiben, evde tatlı bir telaş, bir heyecan olurdu. Nazım Cem, yani babam, camiden gelene kadar, son hazırlıklar bitirilmiş olmalıydı. Ailenin en büyüğü olan babaannem bizimle olduğundan, misafirlikler her bayram evimizden başlardı ve her bayramın birinci günü evimizde geleneksel bayram yemeği yenilirdi. Babam eve geldikten sonra “Nerede kaldı bu misafirler hanım, yine geç kaldılar. Her zaman erken gelin diyorum, neyse, gelirler şimdi…” diye kendi kendine söylenip dururdu. Aslında, onun titizliğini bilen misafirler asla geç kalmazdı. Sabah saat on bir civarında geleneksel bayram kutlamaları ve yemeği her zaman aynı seremoni ile yapılırdı.  O yıllar, daha tatil ve bayram kavramlarının bir araya gelerek birbirleri ile sarmaş dolaş olmadığı yıllardı. Kimseler tatile çıkmayı düşünmezdi. İllaki aile büyükleri ziyaret edilecek, elleri öpülecek ve hayır duaları alınacaktı. Ah, o unutulmaz bayramlar…

Annemin birkaç gün önceden elleriyle açtığı muhteşem cevizli el açması baklavası, su böreği, her biri kalem gibi muntazam sarılmış zeytinyağlı sarmaları, her bayramın değişmezi etli nohut ve pilavı veya bayramına göre kavurması ve olmazsa olmazı kayısı hoşafı. Tabii ki, kayısılarda kesinlikle Kayseri Kayısısı olmalıydı.  Ailemizin geleneksel ve göz kamaştırıcı sofraları vardı. Her biri el emeği ile yapılmış, lezzeti sevgiden gelen yemekleri yiyenlerin mutlulukları, gözlerinin içine kadar yansırdı. Hele ki babam Nazım Cem ve sevgili Mehmet yeğeninin “Kim daha fazla baklava dilimi yiyebilecek?” diye yaptıkları yarışları seyretmek, ayrı bir zevkti tüm aile için.  Masada herkesin bir yeri vardı. Aile üyeleri, kimsenin bir şey söylemesine gerek bile kalmadan aynı yerlere otururdu. Hep birlikte neşe içinde…

Yemekten önce, mutlaka el öpme töreni yapılırdı. En başta, en büyük olan babaannem bir koltuğa oturur ve babamdan başlayarak ailede kim varsa yaş sırasına göre sıraya girilerek el öper ve bayram kutlardık. Çocuklara, mendiller, cep harçlıkları verirlerdi. Herkesin birbirini kutlaması bittikten sonra, en sondaki, en küçük aile üyesi bayram şekerini hepimize ikram eder ve birlikte yemeğe otururduk. Annem, her türlü hazırlığı yapmış bitirmiş olmanın verdiği huzurla, servis yapmayı yengeme veya halalarımdan birine bırakarak masada yerini alırdı. Babam yemeğe başlamadan, hiç kimse yemeğe başlamazdı. Her bayramı böyle kutlardık.

Birkaç masada birden çocuklarla bir arada yenen yemekler ve o yemekler yenilirken edilen sohbetlerin tadı… Sonrasında, hep birlikte neşe içinde önce masalar toplanır, kahveler yapılır ve derin bir sohbet başlardı. Babam Nazım Cem ve kardeşi Turgut Cengiz, dünyada ve ülkede olup biteni konuşurken, arada sesleri kısıldığında, birbirlerine özel bir şeyler anlattıklarını anlardık.

 Annem, bu bayramda misafirlerini ağırlamanın zevkli yorgunluğu ve müşfik bakışları ile evdekileri süzer, ikramların eksik kalmaması ve hizmetin tam olması için arada sırada tatlı bir sesle uyarılarda bulunurdu. O, evdeki herkesin ayrı bir sevgi ve saygıyla bağlandığı özel bir insandı. Kocaman bir ailenin sorumluğunu taşımaktan, evi çekip çevirmekten, yemek yapmaktan, herkesi evine toplamaktan hiç yüksünmez, hep aynı sevecen kadın olarak karşılardı onları. Ailemiz bayramları, bir araya gelebilmek için bir fırsat olarak görür ve geleneksel bir şekilde kutlanmasına da ayrıca önem verirdi. Akşam olup, son misafirler de yolcu edilip biz ev halkı baş başa kaldığımızda, herkes birbirine “İyi geceler, Allah rahatlık versin…” diyerek yataklarımıza çekilirdik. Ah, bir de o yeni alınmış ayakkabılar, ayaklarımızı sıkmasa ve su toplatmasaydı daha da iyi olacaktı ya, neyse…

 Herkes, başka düşüncelere dalardı. Annem ve babam, bir bayramı daha güzel bir şekilde tamamlamış olmanın huzurunu duyarak, yarın kimlere gidileceğini planlamaya çalışırken, biz çocuklar, bayram harçlıklarıyla neler alacağımızı hayal eder ve çocukluğun rahatlığıyla, önce biraz kıkırdar, sonra babamdan yükselen, “Kızlar, hala uyumadınız mı?” sözlerini duyarak uykuya dalıverirdik.

Geleneksel aile yemekleri, aileye yeni girenleri de kavrıyor ve onlar da bu samimi havadan etkilenerek zevkle katılıyorlardı. Yıllar geçmeye devam ediyor ve bayramlar geçen zamandan etkilenmeden hala aynı geleneksel şekilde kutlanıyordu ama babaannem artık aramızda yoktu. El öpme kuyruğunun başında artık babam vardı. Sıra ona geçmişti. Kuyruğun sonunda da üçüncü nesil yer almaya başlamıştı. Öyle böyle derken, ailemiz genişleyerek yoluna devam ediyordu. Hala bayram yemekleri eşsizdi, hala herkes birbirine karşı sevgi doluydu.

Şimdilerde, babam ve amcam başta olmak üzere pek çok kıymetlimizi kaybetmemize rağmen, geleneksel bayram yemeklerini, ailemizin bu geleneğini hala devam ettirmeye çalışıyoruz. Annem, eski günlerini özlüyor, sık sık bizlere “Şu eski halimi bir bulabilseydim.” diyerek geçmiş günlerindeki gibi muhteşem yemekler yapmak istiyor. Bizler, özellikle bayram günlerinde, düşen yapraklarımızın hiçbirini unutmadan, gelecek günlere her zaman umutla bakmaya devam ediyor ve gelecek yılları genişleyen ailemizle birlikte sevgiyle bekliyoruz.

 

Admin

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi