ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 26-12-2023 17:44

Maziye Giden Düşünceler / Aydın Hanzala

Yazan: Aydın Hanzala -MAZİYE GİDEN DÜŞÜNCELER

Maziye Giden Düşünceler / Aydın Hanzala

MAZİYE GİDEN DÜŞÜNCELER

Bir kalp hastalığı değildi Nahit'in çektiği acılar...
Ruhunu sarmalayan hüzün, sanki bir kanser hücresine dönüşmüş ve ona durmaksızın azap çektiriyordu.

Hayatın değil, insanların vefasız halleriydi ona hayatı yaşanmaz kılan... Yorgun yüreğiyle başbaşa kalan Nahit, kendini büyük bir yalnızlığın içinde görüyordu..

Başına gelen büyük bir felaketin akabinde kendisine uzatılan hiç bir el görmemiş, kendini çok mahzun, çok zayıf ve aciz hissediyordu...

Düşene, yanılgılara uğratılana, kandırılana büyük bir samimiyetle elini uzatıp düştüğü çukurdan çıkarmak için elinden geleni yapan Nahit, ne yazık ki kendisi düştüğü çukurda yapayalnız kalmıştı..

"Dostluk nedir?" diye hep sorar kendi kendine Nahit. Dostluğu; seçilmiş kardeş olarak tanımlayan Nahit, dostluğun ayak izlerini bulamamıştı… Dost sandığı bazı insanlar onu umutlandırsa da, ne yazık ki onu umutsuzluğun dibine düşürmüşlerdi.

Yirmi yıllık emek, dile kolay...

Ne kadar rahat söylenebiliyor değil mi? "yirmi yıllık emek" toplamda sadece on beş harf ile yazılıyor. 
Gelin bir de bunu Nahit'e sorun? Yirmi yılı on beş harfe sığdırırsanız, Nahit'in yanan yüreğine benzin dökmüş olursunuz...

Nahit, bu acılarla işe giderken, düşünceleri maziye doğru yolculuk yapmaya başlar...

Eski zamanları anımsar. Kenar semtlerde iç içe yapılan gecekondu evleri, komşuluk ilişkileri aklına gelir... Kış aylarında her evin mutlaka bir sobası olur. Maddi durumu iyi olanlar kaliteli olanı alırken, maddi durumu olmayanlarsa teneke sobalar alırdı... Sobaların çeşitleri farklı olsa da, hepsinin ortak özelliği odunlu olmasıydı...

Kış aylarında aile bireyleri gümbür gümbür yanan sobanın etrafında oturur, şakalaşmalara, konuşmalara  dalıp giderlerdi...

Eskiden insanlar yan yana geldiklerinde birbiriyle konuşuyorlardı. Televizyon, insanları birbirinden alıkoymuyordu. O zamanlar, televizyon tek kanallıydı. Saat başı film, magazin, dedikodu, evlilik programları yoktu...

O zamanlar, her şey doğal, her şey güzeldi. Hele uyku vakti geldiğinde anneler çocuklarını yatağa koyar ve onlara "çironk" yani masal anlatırdı. O anneler okumayı bilmeseler de, anlatmayı iyi bilirlerdi...

Her evin büyük kızı, evin ikinci annesi sayılırdı. Anne olmadığı zaman tüm sorumluluk ikinci anne olan büyük kıza kalırdı...

Görevler belliydi, herkes kendi konumunun farkındaydı...

Kışın zemheri soğuğunda, sabahları çocuklar yataktan çıkmazdı ta ki soba gümbür gümbür yanana kadar... Evin en büyük fedakar kadını, anneler olurdu... Soğuk demeden, yağmur demeden, çamur demeden avlulu müstakil evlerde evin mutluluğu için çaba sarfeden, o eli öpülesi anneler, çok fedakar kadınlardı...

Akşamları yine sobalar yakılır, odanın içi sımsıcak olur, çocuklar oynamaya başlar, beş taşlar havada uçuşur, anne baba çocuklar hep birlikte oyun oynarlardı...

O zamanlar samimiyet vardı, sevgi vardı... En güzel ısınmaydı sevgi...

Sobanın üstüne konulan kestaneler ayrı bir koku yayardı odaya, sabırsız çocukların gözleri kestanelerden ayrılmazdı. Ciğer görmüş kediler gibi olurlardı... Anneler, kestaneleri bir bir soyar çocuklara verir, her zamanki gibi kendilerini pek düşünmezlerdi... Zira, anneler o çocukların mutluluğundan lezzet alırlardı… Anne olmak kolay değildi...

Nahit, mazide kalan o günleri düşünürken yüreği daha çok yandı... O sıcak iklimi çok özlüyordu...
Zira, bugünde o sıcaklığı görmüyor, yüreği üşüyordu...

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi