ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 23-03-2023 17:21

Kanlı Kırbaç

Yazan: Gülçin Granit -KANLI KIRBAÇ

Kanlı Kırbaç

KANLI KIRBAÇ

7. Koğuş’un demir kapısı büyük bir gürültüyle açıldı. İçeriye elleri tüfekli iki jandarma girdi. Ardından malum gardiyan… İnce ve kısa bacakları üstünde taşıdığı koca göbeğiyle kapıdan bir bulut gibi içeriye süzüldü.

Namıdiğer adıyla Yağlı Kırbaç… Tespih gibi kullandığı kırbacında her mahkûmun kanı vardı. Sabahın köründe geğire geğire içeri girerken koğuşun demir kapısı büyük bir gürültüyle kapandı. İşkence odasındaki gençlerin çığlıklarını, avluda kurulan idam mangasının ayazını da yanına alarak kapı aralığından içeriye girivermişti. Leşe susamış karga gibi önce kulakları tırmalayacaktı…

“Kalkın dizilin meydana, sayım var!” deyip kırbacını Ömer’in ranzasında şaklattı. Uzunca bir “Şlak” sesi duyuldu. Kırbaç kara bir yılan gibi ranzanın paslı demirlerine dolanarak hızlıca yere kıvrılıp düştü. Tüm bu görüntüler mahkûmları uykunun eşiğinden çekip çıkarıverdi.
“Herkes meydana! Emre itaat etmezsin ha! Al sana…”

Şlak sesleri koğuşta yankılanırken Ömer’in ağzından kan boşalıyordu.
Ömer iki kat olmuş yürümeye çalışıyordu. Elindeki kırbacı demir dolaba indirdi, bu hareketi Ömer meydana sürüne sürüne gelinceye dek tekrarladı.  Burun kanatları oynuyor, avurtları kızarıyordu.
“Ne duruyorsun sümsük! Yürü…”

Tüm mahkûmlar ortaya üçerli sıra halinde dizilmişlerdi. Kan mahkûmların beyinlerine sıçrayıp oradan da göz aklarına hücum etti. Bu gaddar herife savurmak istedikleri bütün kuyruklu küfürleri kılçıklarıyla yutuverdiler.

Sessiz çığlıkları yürekleri dağlarken, tırnaklar avuç içlerine geçirildi. Zulme seyirci kalmak hepsinden ağır olandı. Ömer astım nöbeti geçiriyordu. Arama başladı. Jandarmalar mahkûmların boşalttıkları yatakları tüfek uçlarıyla yoklarken battaniyeler, çarşaflar yerlere saçılıp fırlatıldı. Mahkûmların üstleri iç çamaşırlarına varıncaya kadar arandı. Sırası gelen mahkûm soldan sağa temsil ettiği sayıyı yüksek sesle söyleyecek ve sayım tamamlanacaktı. Sayım başladı.
“Artist Hilmi, bir”
“Titiz Necati, iki”
“Öhö! Öhö!” dedi Ömer, üç diyemedi.
Pençe Salih atıldı.
“Öksüren üç, konuşan dört…”

Yağlı Kırbaç dondu kaldı. Bir şey diyecekti, vazgeçti. Sinirinden bıyıklarını emdi. Sayım tamamlanmıştı. Yağlı Kırbaç sağ topuğu üzerinde dönerek kapıya yöneldi. Elindeki kırbacı havaya savurarak,
“Sayım bitti diye düşünmeyin, avucum kaşınırsa yine dönerim!” dedi.

Yavrusu öldürülmüş bir karganın kindarlığıyla dışarı çıkarken jandarmalar onu takip edip gittiler. Koğuşun demir kapısı tekrar mahkûmların üzerine anahtar şangırtısıyla kilitlendi. Homurtular ayak seslerine karışıp uzaklaşırken, bir lağım faresi koridordan hızlıca geçip gözden kayboldu. Demir kapının kapanmasıyla tutulan uzun soluklu küfürler bırakıverildi uluorta. Demir parmaklı pencereden taze günün ışıkları henüz düşüyordu paslı dolaba. Bütün kafalar bir anda Ömer’e çevrilmişti. Ömer ayakta sallanıyordu. Aceleyle çarşafı serip yatağına yatırdılar.

Koğuş Babası, Pençe Salih’e seslendi.
“Çabuk gardiyana seslen, revire gitmezse ölecek!” diye haykırdı.

Öksürük krizi sakız gibi uzuyor ve boğuyordu. Ömer ana rahminde yatar gibi kıvrılmıştı. Pençe Salih kapı mazgalını açıp seslendi.

Demir kapıyı yumrukladı. Koridorlarda yankılanan acı sesler Yağlı Kırbaç’ın kulağına kadar gitmişti. Ökçeli Gardiyan’a dönerek “Bırak gebersinler!” dedi.

Yağlı Kırbaç’ın bu sözlerini duyan lağım faresi kendini güvende hissetmek için oradan ışık hızıyla kaçıp dehlizlerin derinliklerinde kayboldu. Demir kapının önüne toplanan mahkûmlar hep bir ağızdan sesleniyor ve ellerine geçirdikleri tava, kepçe ve tencerelerle kapıya vuruyorlardı. 7. Koğuş’ta kıyametler kopuyor ama kimse duymuyordu.

Aziz’in yarın tahliyesi vardı. Ömür boyu enfüsinde ve afakında taşıyacağı işkence izleriyle buradan ayrılacaktı. Dile kolay tam yedi yıl… Ömer’i ardında bırakıp gitmek ağır geliyordu. Bugün gülerek sevinçle sarılmak vardı ya! Her birine sıkı sıkı…  Ömer’in bir an evvel revire kaldırılması için dua etmekten başka çare kalmamıştı. Yanına gitti, sapsarı kıvrılmış yatıyordu. Ateşi olup olmadığını kontrol etmek için elini uzattı. Buz gibiydi, soğuk… Aziz’in dehşetle gözleri açıldı. “Acaba mı?” dedi. Nabzını ölçmek istedi, irkildi. Bir cesaretle parmağını şah damarına yerleştirdi. Nabzı atmıyordu. Ömer ölmüştü…

Onun çelimsiz ellerini avuçlarına aldı, Aziz’den iki damla yaş lav olup Ömer’in atletine aktı. Son defa eğilip arkadaşının alnından öptü. Tüm sesler bir anda kesilmişti. Koğuşa ölümün sessizliği çöreklenmişti. Aziz arkadaşının açık kalan gözlerini kapattı ve battaniyeyi yüzüne çekti. Bir saat sonra 7. Koğuş’a doğru yaklaşan ökçe sesleri duyuldu. Altı Parmak Gardiyan kafasını kapı mazgalından uzatıp “Derdiniz ne, hasta mı var?” diye sordu.

Koğuş Babası Yılmaz ayağa kalktı, ardından ayaklanan mahkûmlara dönerek sakin olmaları gerektiğini söyledi. Gözlerini gardiyana dikti. O gözlerin karasında gittikçe derinleşen dehlizler vardı.

Yılmaz Baba arkasındaki Ömer’i göstererek,
“Size seslendiğimde bir hasta vardı, şimdi yok…” diye haykırdı.

Gardiyan içeri girdi ve Ömer’i battaniye arasına sıkıştırıp karga tulumba koğuştan çıkardılar.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi