ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 05-01-2023 18:57   Güncelleme : 15-01-2023 19:33

Işığa Özlem

Yazan: Hamdiye Özer -IŞIĞA ÖZLEM

Işığa Özlem

IŞIĞA ÖZLEM 

Yine şenlik vardı sınıfta. Alabildiğine coşmuştu herkes. En ufacık şeylere yüreklerinde kahkaha kopuyordu. Bütün öğrenciler bu neşe şöleninden oburcasına yararlanıyorlardı. Yalnız; evet yalnız bir kişi vardı bu aleme katılmayan. O, olanları en arkadaki sırasından, gözlerinin önüne küme küme yığılmış bulutlar arkasından seyrediyordu. Bu bahtı da adını benzeyen Hüsran’dı o hep böyle yapardı zaten. Kimse görmemişti onun eğlencelere katıldığını. İlk yıllarda, arkadaşları aralarına almak istemişler hatta ısrar da etmişlerdi. Ama başaramayıp “Aman bu suratsız kızla mı uğraşacağız” deyip bırakmışlardı kendi haline. İyi de etmişlerdi kendilerince. İşte öğretmen okulunu bitirmek üzere oldukları halde, o hep öyle kalmıştı. Hep somurtkan hep hüzünlü... Arada bir yastıklara gömülerek içi koparcasına ağlayan, kimseyi dost bilip açılmayan, kapalı, kısacası anlaşılamayan bir kızdı. Kendilerine uymadığı, onların güzel sözlerle ara sıra gururlarını okşamadığı, için de onu hiç sevesileri, yanına yaklaşasıları gelmiyordu doğrusu. Ama sınıfta öyle küstah, duygusuz arkadaşları vardı ki zaman zaman basit şakalar, iğneli sözlerle onu sinirlendirmektenıstırabıyla alay etmekten geri kalmıyorlardı.

Hüsran hem onları seyreder görünüyor, hem de derin derin düşünüyordu şimdiye kadar ki hayatı kopuk kopuk gözlerinin önünden geçiyordu yine. Hep düşünmek, hep kalbini nurlandıracak bir ışık aramakla geçmişti hayatı. Bu ışığa olan özlemi ona güç veriyordu yaşamak için. Şu karşısında oynayan, zıplayan, yürekten gülen arkadaşları ne kadar farklıydı kendisinden. Onların hayatlarını düzenleyen anne babaları vardı muhakkak. Hayatın yükünün zerresini dahi omuzlarına vermedikleri belliydi. Ama kendisi öyle miydi ya...Onun doğumu anne ve babasının ölümü olmuştu. Babaannesiyle yapayalnız kalmışlardı dünya denen bu dengesizlikte. Babaannesi kendilerini yaşatabilmek için babasından kalan ne varsa satıp savmak zorunda kalmıştı. 

Aslında bir öğretmenin gönül zenginliğinden başka nesi olabilirdi ki... Olanları da bencil, insanlık duyguları olmayan akrabaları sömürüvermişlerdi kısa zaman sonrada kendilerini tanımaz olmuşlardı. 

Hüsran, dünyada varlığını hissetmeye başladığı an yalnız iki dost ona bağrını açmıştı. Yalnızlık ve doğa... babasından da iki miras; duyguyla yorulmuş bir ruh, onurlu bir zeka...
Ta, o zamanlardan beri anlamamışlardı insanlar onu. 

Onların bir tek düşünceleri vardı; midelerini doyurmak. Yalnız bunun için çalışıyor, yalnız bunun için birbirlerini sevebiliyorlar, dostluk kurabiliyorlardı. Çıkarları için kardeş kanına girebiliyorlardı, yürekleri sızlamadan. 
Hüsran'ın hiç midesi doymadı ama o midesinin açlığını duymadı hiçbir zaman. Onun kalbi açtı, ruhu açtı. O, bu açlığını ıstırabını çekiyordu. Hem ne ıstırap... gittikçe büyüyor, büyüyordu onun körpe varlığında. Karanlıktan bir perde sardı etrafını sımsıkı. Işık, ışık... diye çırpınmakta iken yüreciği, aydınlık bir dost kavradı onu birden. Bu el köyünün öğretmeninin eliydi.

Anılarının en aydınlığı, en parlağı olan bu kısımda, duyduğu hazzı uzatmak için durdu, ağır, ağır yaşamaya başladı. O gün avlularındaki armut ağacının altına oturmuş, küçük karagöz kuzusunu kucağına almış, hem okşuyor hem ağlıyordu. 

Köyün öğretmeni de baharın güzelliğini duyurabilmek için öğrencilerini kıra götürüyordu. Hüsranı ağlarken görüp yanına yaklaştı. Neden ağladığını sordu. Hüsran’ın cevabı “hiç “ oldu. Zorlukla ismini, yaşını öğrenince, okul çağının içinde bulunduğunu anlayarak “seni baban neden okula göndermiyor” dedi. Hüsran yaşından umulmayan sert, küskün bir sesle “Benim babam yok, beni okula çağırmadılar." dedi. Öğretmen üzülmüştü. Köydeki bütün çocukların kaydını titizlikle yaptığı halde nasıl olmuştu da bu çocuk kalmıştı. 

Hüsran’ın nüfus kütüğüne kayıtlı olmadığını öğrendi. Derhal ona bir nüfus kağıdı çıkarttı ve okula kaydetti. 
Hüsran’ın etrafını saran karanlık yavaş yavaş dağılıyordu. Öğretmen onun keskin zekasını farketmiş, büyük bir şefkat ve ilgiyle üzerinde duruyor, onun kalbini kazanmak, ona güç verebilmek için özel bir ilgi gösteriyordu. 

Hüsran kısa zamanda arkadaşlarına yetişti, hatta onları geçti. Sınavla yaşının seviyesindeki sınıfa alındı.
Öğretmeninin yakın ilgisi, içten sevgisi onun yüreğini sevinçle doldurmuştu. Sevmek, sevilmek ihtiyacında olan küçük kalbi ona kopmaz bağlarla bağlandı. 

Zamanının çoğu öğretmeninin evinde geçiyor, deslerinden artan zamanda öğretmeninin hanımı ona dikiş öğretiyordu. Kendisine öğrenmesi için sunulan her şeyi oburcasına hazmediyordu.

Öğrenmeye doymuyordu. Çocukları olmayan bu iki kişilik aile, onu derin bir sevgiyle bağırlarına basmışlardı.
Hüsran okulu bitirince öğretmen okulu sınavlarına girdi ve başardı. Fakat sevinmeye zaman bulamadan ailesinini tek kişisi babaannesini de kaybetti. İnce ruhu büyük bir sarsıntı geçiriyordu. 

Manevi üzüntüleri yanında maddi sıkıntı da son sınırına ulaşmıştı. Okul masraflarını karşılayacak kimsesi kalmamıştı. Akrabaları dahil hiç kimseden yardım kabul etmeyi gururuna yediremedi. Çok sevdiği o iki insandan da bunu kabul edemedi. Ama manevi bağları gittikçe kuvvetlendi. 

Küçük tatilleri okulda geçiriyor, büyük izinlerde öğretmeninin evine gidiyordu..
İşte beşinci sınıfı da doğrudan geçmiş, sevinç içinde izin hazırlığını yapıyordu. Yarın köyüne öğretmenine gidecekti. 
Köyünün toprağına ayağını bastığı an içi içine sığmıyordu. “Benim sevgili köyüm, benim vatanım, ne kadar da güzelsin." dedi. 

Akşam köyün üzerine çökmek üzereydi. İçi özlemle kavruluyor, gözlerinden kopan damlalar, çimenlerin üstüne yuvarlanıyordu. Güneşin battığı yöndeki mezarlıkta anne ve babaannesinin altında yattığı selviler onu hüzünle selamlıyordu uzaktan. Kapıyı çaldığı zaman ezan sesi dalga dalga sarıyordu köyünü. 

Ezberlediği ama şairini hatırlamadığı şiirin son dizeleri döküldü dudaklarından “Okunuyor uzaklarda ezan- İnanmak güzel şeydir Kezban- Esen cenup rüzgarlarından- Beni sorar, ağlarmışsın."
Birbirlerini seven insanların beraber olmaktan doğan mutlulukları içinde izin günlerinin sonlarına geldiler. 

Zamanının en büyük kısmı, çeşitli kitaplar, çeşitli konular üzerinde öğretmeni ile tartışarak geçmişti. Bu birlikte çalışmalar, sohbetler öyle tadına doyulmaz anlardı ki...

Okula dönmesine iki gün kalmıştı. Yine öğretmeniyle bilimsel bir konu üzerinde konuşuyorlardı. Bu arada Hüsran, öğretmeninin sevgi dolu aynı zamanda acılı bakışlarla kendini uzun uzun süzmekte olduğunu farketti.Aynı anda, dün akşam, öğretmeninin pembe elbisesinin yakasına kırmızı Latin çiçeğini takarken ellerinin garip bir şekilde titrediğini hatırladı.

Gece gözüne uyku gurmedi. Düşünüyor, düşünüyordu. Kırmızı latin çiçeği büyüyor, büyüyor yüzüne yaklaşıyor arkasında öğretmeninin acılı bakışları içine acı acı saplanıyordu. 
Sabahleyin kalktığında sevgi ve acı yüreğinde sarmaş dolaş olmuştu. Deneyimsiz ama yaratılışındaki anlayış gücü ona her şeyi anlatmıştı. 

Bundan sonra her şey zor olacaktı. Gidinceye kadar öğretmeninin yüzüne bakamadı. 
Vedalaşırken içi kopuyor, acıdan bir tek söz söyleyemeyecek halde bulunuyordu. Arabaya bineceği an, öğretmeni onu çaresizliğin, ümitsizliğin acısıyla bağrına bastı ve; “Biliyorum bir daha gelmeyeceksin buraya. Gel demeyeceğim, çünkü seni çok iyi tanıyorum." diyebildi güçlükle.

Arabada başını arkaya yaslamış acı acı düşünüyordu. Bundan sonra bu köy, bu çok sevdiği ev, canından üstün tuttuğu iki insan haramdı ona. Son gelişiydi buraya. Vereceği en acı ama en doğru karar buydu. O her zaman doğru olanı seçecekti.

Gelecekteki hayat yolunun ışığı yine kararıyor, bir bulut iniyordu gözlerine. Yalnızlık...işte kendisini hiçbir zaman terketmeyecek biricik dostu gene açmıştı ona kollarını. Kaderi ne kadar acımasız davranıyordu ona. Şimdi de kendine bile açıklayamayacağı ümitsiz bir sevgi doldurmuştu yüreğine.

Etrafını saran karanlığın içinden bir tek ışık görebiliyordu: okulunu bitirmek, bir köye atanmak, hayatını kendisine muhtaç olanlara adamak, onların ruhi açlıklarını doyurmak. Ona mutluluk erebilecek yalnız bu ışık vardı bundan sonra. Bütün gücüyle ona sarıldı.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi