ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 03-09-2022 01:42

İki Yüz Lira

Yazan: İsmet Acı - İKİ YÜZ LİRA

İki Yüz Lira

İKİ YÜZ LİRA

​​​​​​Köşeyi döndüğünde bitkindi. Yere düşer gibi otururken derin bir nefes aldı. Masmavi gökyüzünde kümeleşmiş beyaz bulutlar, sırtına vuran yakıcı güneşi kısa bir süre gölgeye dönüştürseler de esen rüzgâr bulutları alıp çok uzaklara taşıdı.  Elini, gömleğinin sol cebinde sürekli taşıdığı dilaltı ilacına uzattı. Kasabaya gelen doktor muayene ettiğinde; “bundan sonra bu hapı yanından ayırma. Göğsünde bir ağrı duyduğunda, nefes alıp vermen zorlaştığında, dilinin altına bir tane koy” demişti. Bilgili adamdı doktor. İmkânların kısıtlı olduğu kasabada yüzlerce kişinin derdine deva olmayı başarıyordu o tarihlerde. Kutusundan çıkardığı bir adet ilacı tam doktorunun dediği gibi dilinin altına koydu.

Normal bir yürüme ile kasabaya gidiş dönüş sekiz saatlik yoldu. Bir haftadır oğluna yazdığı mektubu postaya vermek için birini bulamadığından en iyisi kendi işini kendin göreceksin diye çıktı Güneş doğarken evden. İnsanın başka çaresi olmayınca şaşırıp kalıyor işte böyle. Gün batmadan eve dönmek zorundaydı çünkü ahırda onun yolunu bekleyen iki ineği vardı. Onları seviyordu. Ahırdaki iki ineğinin mevsim yaz olmasına rağmen önünü ot doldurdu, gelince de suyunuzu veririm diyerek onlarla tıpkı söz anlayan birileriyle konuşur gibi konuştu. Yıllardır beslediği atını iki ay önce artık kahrını çekemiyorum diye sattı. Satmasaydı şimdi vurduğu gibi eyerini sırtına, farkına bile varmadan yolun, yorgunluğun gider gelirdi. Ama yaşı ilerlediği için atını satmıştı. Evden çıkarken acıkırsam yolda yerim diye cebine bir baş soğan, biraz peynir, birde kendi pişirdiği ekmeklerden bir ekmek koydu. Yolda acıkırsam yerim diyerek. İyice yorulup bu ağacın altına oturuncaya kadar ekmek aklına bile gelmedi. Kasabaya gitmiş işini görmüş dönüyordu.

Oturduğu yerde kendini kaydırarak sırtını armut ağacına vererek iyice arkasına yaslandı, ağacının gölgesine yerleşti.  Oturduğunda en çok bu pozisyonda rahat ediyordu çünkü. Bacaklarını uzattı serin bir esinti vurdu yüzüne. Yaprakların arasından geçen rüzgâr kulağa hoş gelecek sesler çıkarıyordu bir süre dinledi. Esen rüzgâr O’nun için iyi değildi aslında bu esinti terini sırtında kurutuyor sonra Kerim Dedeyi hasta ediyordu. Bunun cezasını çok çekmişti.

Ceketinin yakalarını gömleğinden açık kalan göğsünün üstüne çekti. Böylece hem serinleyecek hem terinin esen yelle kurumasına engel olacaktı. Bir süre böyle kaldı, kendi kıpırdamadan dursa da beyni durmadı. Dilinin altına koyduğu hap da ağzında eriyip kayboldu.

Gözlerini çok uzaklardaki tepelere dikti. Gürcistan sınırıydı. Çocukluğu o sınırlarda geçmişti. Elinde bir değnek yanında bir köpek günlerce gezdi durdu koyun sürüsünün peşinden. İkide arkadaşı vardı.

Onlar biraz daha büyünce çoktan terk ettiler köyü ama o gidemedi. O zaman çok gençti çocuk denecek yaşta,daha askere bile gitmemişti. Neyin ne olduğunu ne biliyordu nede aklına geleceği ile ilgili bir şeyler geliyordu. Şimdiki aklım olsaydı, neler yapardım neler diyerek kendine kızar gibi oldu. Ah! Kafam ah! Şimdi yaşadıklarında babasının da payı var elbet. Baba sözü dinledi sürekli, babası ona; el âlemin çocuğuna bakma sen. Gurbette ne işin var.

Gün gelir askere gider gelirsin, şimdi askerlik eskisi kadar uzun değil, babam kırk sekiz ay, ben, otuz altı ay yaptım hem de memleketin en soğuk yeri Erzurum’da. Şimdi yirmi dört ay*, göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Geldin mi seni evlendiririm. Ne yapacaksın gurbette elin ağız kokusunu çekmeyi. Boşuna mı demiş atalarımız. “Al köyünde, sat köyünde, işin yoksa kal köyünde.” Evet, baba dedi dinledim seni. Dinledim de iyi mi ettim?

Sınırın uç noktasından baktı karşıda ki Gürcistan’a. Bu bakıştan kendinin de anlayamadığı bir haz duydu. Bu olay seyirlikti çünkü. Çoban olduğunda yayla şenlikleri olurdu. Köyden gelenlerin önün düşer onları hudut boyuna götürürdü. Nöbetçi askerlerden yalvar yakar aldığı izinle hepsine Gürcistan’ı seyrettirirdi. Ne büyük mutluluk duyardı bundan.

Asker dönüşü evlendirdi babası komşu köyden, sessiz bir eşti karısı. Sesini çıkarmadı. Köyde kalmayı kabullendi. Senesine bir erkek çocuk doğurdu. Herkes çocuğu çok sevdi. Hele dedesi eğer bağrını açsa içine koyacak kadar çok sevdi ayrıca da oğlu bırakıp gitmediği için çok da mutluydu. Dediği gibi gidip de ne yapacaktı?
Yıllar nasıl çabuk geçmişti öyle. Askere gidip geldiği günü dün gibi hatırlarken, gitme diyen babası, sonra annesi vefat etti. Çoban Kerim artık çoban kerim değil köyün Kerim Dedesiydi. Üstelik bakmaya kıyamadığı tek oğlu ardına bile bakmadan karısını aldığı gibi köyden ayrılmıştı. İyi kötüde gittiği yerde iş bulmuş keyfine diyecek yokmuş.Haberi öyle geldi.

Mektubunu uzun tuttu yazarken. Askerde öğrenmişti okuma yazmayı. Ne kadar güzel kelime varsa onu seçiyordu. Kırılsın küssün istemiyordu. Lafı biraz da söylemek istediğini söylemek için dolandırıyordu. İlkbahar bitmişti yaylaya giden gitmiş herkes işini gücünü yoluna koymuştu. O yalnız olduğu için yaylaya gidememiş inekleri köyde kalmıştı. Köyde işinin ne olacağı belli olmayan tek kişi kendisiydi. Rahmetli karısının zamanında kimseye muhtaç değildi. Karısı evde kendi dışarıda her işi yapıyorlardı Ama şimdi öyle değildi ki. Tek yaşıyordu evde. Kapıyı çekip gittiğinde evde ne iş varsa kalıyordu. Ev dediğin derya idi O’na göre. Temizlik vardı, bulaşık vardı. Yemek lazımdı yaşıyordu iyi kötü yemesi lazımdı. Eşinin zamanında çay demlemesini bilmeyen Kerim Dede şimdi bazı yemekleri de yapıyordu.

Bura dinlenirken hayatını makara etmiş geriye doğru sarıyordu, bu arada birden bire acıktığı geldi aklına. Evden çıkarken yanına ekmek soğan peynir almakla iyi etmişti. Hafif doğruldu. Cebindeki peyniri, soğanı çıkardı. Ekmeği koyduğu mendili açtı. Aklınca bir yer sofrası kurdu.  Ekmekten bir lokma kopardı. Bismillah dedi. “Ekmek yapmasını beceriyorum ya. Mektubu postaya verirken sormuştu görevli memura. “Kaç günde gider?”

Postacı; “Dede şimdi eskisi gibi değil, fazla sürmez, beş bilemeden altı gün. Kime yazmıştın ki?
“Oğlana yazdıydım. Biraz önemli de.

Mektubunun önemi şuydu. Şimdi ot biçme zamanıydı. Sen gelemezsin biliyorum demişti. İzin vermezler. Elin işi. Her istediğinde izin olmaz. Bende yok, olsa seni sıkıntıya sokmam. Bana kuşkanadıyla 200 lira yollarsan biraz parayla, biraz hatırla tüm otlarımızı biçtiririm. İyi kötü iki ineğimiz var. Yemesi içmesi var. Sat desen satamam. Atı sattığıma bakma. Yaşlılığımdan dolayı kahrını çekemiyorum diye sattım. Ama inekleri asla satmam. Hem onlar rahmetliden bana hatıra. İneklerini çok severdi.Şimdi nasıl satarım.

Peynirle ekmek bitti önünde soğanı bitiremedi kalanı mendile sarıp cebine koydu. Ne çok oturmuştu. Yerinden doğruldu. Karnı toktu. İnekleri aç değildi otu bol koymuştu. Elindeki değneği beline dayadı gideceği yola doğru baktı; “Haydi Kerim. Yolcu yolunda gerek."

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi