ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 21-04-2024 14:10

Hayat Belki de / Yadigar Uyar Özyapan

Yazan: Yadigar Uyar Özyapan -HAYAT BELKİ DE

Hayat Belki de / Yadigar Uyar Özyapan

HAYAT BELKİ DE

Dilinin sınırlarını zorlar,                                      
Bazı hisler, anlatamazsın. Ve                                “Ben her şeyin yokluğunu,      
varlığına bıraktım Rabbim”
der, susarsın…

 

Zeynep, şehri terk ettiği gün, yüreğindeki ağırlıkla ve sessizce yağan yağmurla yola çıkmıştı. Bir gece ansızın, gecenin örtüsü Ankara’yı uyuttuğunda…

Kimseye söylemeden, nereye gideceğini bilmeden, bu çok sevdiği şehri vedasız terk etmişti. Büyük kaybının acısı Ankara sokaklarında yankılanırken, yürüdüğü yollar ona yaşadığı zorlukları hatırlatıyordu.

Hakan’ı kaybettiği gün, acı ve şaşkınlık içinde boğulmuştu. Doktorun “kalp krizi maalesef eşinizi kaybettik, başınız sağolsun” demesiyle aklını kaybetme noktasına gelmişti. Bu karanlık anlarda, bir hafta önce okuduğu bir ayet birden aklına düşüverdi; “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın”

Zeynep içinden geldiği gibi; “Allah’ım, bana ipini uzat” diyebilmişti.

Sanki kalın bir halat gökyüzünden süzülerek inmiş ve ip zannettiği yastığa bir hafta boyunca sarılmıştı. Duası kabul olmuş, yaşadığı acıyla başa çıkabilmesi için bir rehberlik sunulmuştu.

Zeynep,  aylar süren kaçışın, hayatında hiçbir şey değiştirmediğini, aksine karanlığın içine çekildiğini hissediyordu. Acısından kurtulamıyor, hayalle gerçek arasında gidip gelirken artık bir şeylerin değişmesi gerektiğini düşünüyordu. Ansızın gittiği gibi yine bir gece vakti, Ankara’ya geri dönme kararı aldı. Otobüse bindiğinde sanki sevgilisi ile buluşacak bir aşık gibi heyecanlıydı.

“İşte geri geldim sana, merhaba Ankara” dedi utangaç bir fısıltıyla.

Mahcubum dediği bu şehir, soğuğuna rağmen içini ısıtan bir samimiyetle karşıladı. Çünkü Ankara’nın ayrılıklara değil, dönüşlere alışık olduğunu iyi biliyordu.

Evinin kapısına gelince kalp atışlarının hızlandığını fark etti. Kapıyı araladı, tereddütle adım attı. Aylardır evine ayak basmamıştı. İçeriye girince, hemen seslendi; “Hayatım! Ben geldim!”

Sonra, korktu kendinden. Yine hayalle gerçek arasında gidip gelmekten çok yorulmuştu.

“Delirme kızım, hayatın yok artık, bitti,” dedi kendine kızarak.

İçinin derinliklerinden yükselen bir feryatla; “Bana, ruhumsun derdin, senin ruhun uçuverdi, senin ruhunsam eğer, şimdi söyle bana, ben nerdeyim sen nerdesin? “ diyerek eşinin çok sevdiği sallanan sandalyesine yığılırcasına oturuverdi.

Sanki cevap bekliyormuş gibi boşluğa baktı. Ancak, o çok tanıdık ses artık bu evde yankılanmıyordu.

Bir süre sonra, çiçeklerine bakmak için balkona çıktı. Karşı apartmanın çatısında birkaç güvercin görünce, Hakan’ı kaybettikten sonraki haftayı anımsadı. Kendine gelebilmesi bir hafta sürmüştü. Bu süreçte, sürekli hayal görüyordu. O gün de hava almak için balkonuna çıktığında karşı çatıya bakmıştı. Bu sefer biraz fazlaydı güvercinler.

“Aaa sizi unuttum ben” deyip, güvercinler için sakladığı kutudan bulgur alıp yere serpmiş, kuşların gelmemesi üzerine, “Hadi gelin neden gelmiyorsunuz? Her zaman en ufak kırıntıya koşardınız.” diyerek bağırıp, ağlamaya başlamıştı.

Güvercinlerden birkaç tanesi, sanki Zeynep üzülmesin diye nezaketle gelip bir iki bulgur gagaladıktan sonra, tekrar çatıya konmuşlardı. Tam içeri girecekken karşıya baktığında, çatının simsiyah olduğunu görmüştü, güvercinler o kadar çoktu ki çatı görünmüyordu. ”Hayal görüyorum yine” diye düşünmüş, kız kardeşine seslenmişti; “Koş! karşı çatıya bak, benim gördüğümü sen de görüyor musun?’’

Meral, şaşkınlıkla; ‘’Evet görüyorum, bu inanılmaz bir şey,” demişti.

“O zaman sen şahit ol, yine hayal görüyorum sanacaklar.”

”Canım kardeşim, güvercinler,  senin acını paylaşmaya gelmiş anlaşılan” dediğinde ikimizin de gözleri dolmuştu.

Güvercinlere tekrar bakıp; “Teşekkür ederim, anladım ben sizi” diyerek içeri girmişti. Kanepeye uzandığında, kuşların pencerenin önünden tıpkı asker gibi sıraya girip törenle uçtuklarını görmek unutulmayacak bir mucize gibiydi.

Telefonun çalmasıyla daldığı düşüncelerden sıyrıldı, “Geldin mi deli kız? Az sonra yanındayız“ diyen Özlem’in sesiydi.

Arkadaşlarını ne kadar özlediğini fark etti. Onlar, sadece arkadaşları değildi  aynı zamanda kalbindeki yaraları saran, güç veren dostlarıydı. Omuzlarında ağlarken, gülüşlerinde umut bulmuştu. Hayatının en karanlık dönemlerinde ışık olmak için canla başla yanında oldukları için şükretti ve; “Çok şanslıyım çok” dedi.

Özlem ve Dilek ile birlikte büyümüş, iyi-kötü günleri paylaşmış, adeta aile gibi olmuşlardı. Arkadaşlarını beklerken mutfağa gitti, bir Türk kahvesi yaptı. Mis gibi büyülü dost kokusu, her yanını sarmıştı. Kahveyi neden bu kadar çok sevdiğini biliyordu. Her kahve sevdiğiyle buluşma anıydı. Gözleri kapalı bir şekilde kahvesini yudumladı. Boşalan fincanına bakarken, o yaşlardaki masumiyetin ve heyecanın kokusunu içine çekerek yirmi yaşının gençliğiyle dolu, neşeli anısına dalıverdi.

Zeynep, ileride kocası olacak yakışıklıya bakarken hiç anlamadığı halde, elinde kahve fincanı fal bakıyordu; “Sen kumral, kıvırcık saçlı bir kızla evlenecek çok mutlu olacaksın“ dediğinde, Hakan’ın şaşkın bakışlarıyla karşılaşmıştı. Çünkü Zeynep aslında kendisini tarif ediyordu.

“Evet biliyorum, faldaki kız tam da ben gibi” demiş ve; “Ne yapayım, fal öyle diyor.” dediğinde, ikisi birden kahkahalarla gülmüşlerdi. Kısa sürede sevgileri daha da derinleşip aşka dönüşmüştü. Bu anı hatırlayınca gözleri yine bulutlandı. Şarkılarla konuşup, şarkılarla güldükleri gözünün önüne geldi. Gözlerini daldırdığı geçmiş anılarda, Cinnah’tan Kızılay’a yağmur altında yürümenin masalsı güzelliği belirdi. Nasıl da güzel ıslatırdı Ankara yağmuru insanı. Bir gün yürürlerken, Hakan eski bir tango eşliğinde; “Matmazel bana verir misin elini?” demişti. Zeynep, hiç düşünmeden tangoyu sürdürerek; “Al efendim, şu elimin sensin sahibi” diyerek elini uzatmıştı. Hakan, Zeynep’e hayatını değiştiren evlenme teklifini yaparken, zarif bir yüzüğü parmağına geçirivermişti. İki sevda yüklü kalp, ömür boyu sürecek bir mutluluk düşleyerek evlenmişlerdi.

Kapının ısrarla çalmasıyla, dalmış olduğu maziden koptu. Can dostlarıydı gelenler, hasretle sarıldılar. Ne çok özlemişti bu kokuları ve omuzları. Hep birlikte sohbet eşliğinde yemeklerini yediler. Dilek, mutfağa giderken; “Yarın doktorun Orhan bey seni bekliyor, beraber gideceğiz ona göre“ dedi.

Zeynep, “doktor” kelimesini duyunca birden durgunlaştı; “Tamam gideriz.” dedi.

Orhan Bey, aylarca kayıplarının içinde kaybolmuş bu kadın için ne kadar çok çaba harcamıştı. “Çok ayıp ettin kızım adama” diyerek hayıflandı.

Arkadaşları, yalnız bırakmamak için yanında kalmışlardı. Zeynep, odasına geçtiğinde uykusuz bir gece geçireceğini düşünse de, arkadaşlarının varlığından duyduğu huzurla kısa zamanda derin bir uykuya daldı.

Sabahın erken saatlerinde; “Hadi çabuk ol! ” diye bağıran Özlem’e; “Tamam tamam, yüzümü yıkayıp geliyorum” derken bir yandan da hızlıca hazırlandı.

Kahvaltıdan sonra hep birlikte çıktılar. Terapistin kapısına gelince içinde tuhaf bir duygu hissetti; bugün diğer günlerden farklıydı. Kendisindeki değişime yönelik büyük bir adım atacaktı.

Terapistiyle karşılıklı oturduklarında odadaki sessizlik, duygu dolu bir atmosfere dönüşmüştü. Orhan Bey’in; “Bu seansın senin için önemli olduğunu biliyorsun değil mi?” dediği an, eline baktığını hissetmişti.

Zeynep, istemsizce yüzüğünü saklama ihtiyacı duyarak ellerini nereye koyacağını bilemedi. Yine yüzüğü söyleyecekti. Parmağından hiç çıkartmamıştı çünkü Hakan her an yanındaymış gibi hissediyordu. Sadece bir yüzük değil, eşiyle arasında bir köprüydü. Parmağındaki yüzüğün önemini anlatırken, Orhan bey anlayışla dinliyordu.

“Anlıyorum, bunu konuşmuştuk, bak hayat devam ediyor. Normal bir yaşam sürdürebilmek için öncelikle eşine ve yüzüğe veda etmen lazım.” dediğinde ne kadar haklı olduğunu biliyordu. Yüzük, acısını iyileştirmek bir yana umutsuzluğunu daha da artırıyordu.

“Veda etmek belki zamanla kabul etmeyi getirecektir, geçmişe bir nokta koyup yeni başlangıçlara adım atman gerekli” dedi ve devam etti.

“Mezarlığa gitmen şart, biliyorum hiç kolay değil, eşinin cenaze törenine katılmadığını söylemiştin. Zaten en büyük hatayı gitmemekle yapmışsın. Beyninin bir tarafı hala onun yokluğunu kabullenememiş. Şimdi yüzüğü oraya gömmek, veda ritüelimiz olabilir.” dedi.

Bu öneri şaşırtıcı olsa da, aynı zamanda anlam doluydu. Mezarlığa gidip eşini ve yüzüğü uğurlama fikri hem zorlu, hem iyileştiriciydi. İçinde yeşeren umutla, kararlı bir şekilde; “Evet, ona veda etmek istiyorum.” dedi.

Arkadaşları, terapistin kapısında bekliyorlardı. İçlerinde derin bir hüzün ve dayanışma duygusuyla sıkıca sarıldılar.; “Her adımı birlikte atacağız, yanındayız.” derken gözleri dolu doluydu.

Mezarlığa geldiğinde, eşinin ismini taşta okumak Zeynep’in içini sızlatıyordu. Şimdi, mezarlığın huzur dolu sessizliğinde eşiyle vedalaşma zamanı gelmişti. Yüzüğü için düzenlenen veda töreni ise biraz tuhafına gidiyordu. Gökyüzü, sabahki kara bulutlardan arınmıştı, Zeynep’in içinde hüzün bulutları hâlâ yoğundu. Elleri cebinde, yüreği karmaşık duygularla boğuşuyordu. Yüzüğünü, bir zamanlar sıcacık bir gülümseme ve umut dolu bir gelecek vaadiyle taktığı parmağından çıkardı. İncitmekten korkar gibi yavaşça toprağın içine gömdü. Parmağında bıraktığı hafif ize dokunurken hem yüzüğüyle hem de eşiyle vedalaştı. Hüzün, toprağa her dokunuşunda daha da derinleşiyordu.

Yüzüğünü gömdükten sonra, içinde hafif bir boşluk hissetti. Ağladı, hiç ağlamadığı kadar. Sadece Hakan için değil, bütün kaybettiklerine. Hakan, Zeynep’in her şeyi olmuştu. Küçük yaşta kaybettiği annesi, babası, kardeşi, arkadaşı, sevgilisi… Yokluğunu hissettiği bütün sevgileri Hakan vermişti. Gözünden yaşlar akarken; “Seni seviyorum yakışıklım, hep seveceğim, sen bana ömrümün en güzel hediyesiydin ama şimdilik sana veda etmek zorundayım.” dedi.

Hava pek soğuk değildi fakat birden titremeye başladı. Arkadaşları durumu görünce hemen yanına koştular. Üşüdüğünü sanmışlardı.

“Merak etmeyin, sadece özlemlerime üşüyorum, titremem ondan“ dedi.

Bu veda töreni, yüreğini ve bedenini çok yormuştu. Yine de, içinde bir hafiflik hissetti. Hatıralarıyla birlikte, yüreğinde taşıdığı acıyı mezar taşının gölgesine bırakarak dostlarının kolunda yürümeye başladı.

Eve geldiklerinde; “Biraz dinlenmek istiyorum kızlar” deyip odasına geçti. Yatağına uzandığında yaşadığı zorlu günü düşündü. Duygularını anlatmak çok zordu, çünkü bu hisler dilinin sınırlarını zorluyordu. Bir şey düşünmeden uyumak istiyordu, günlerdir hatta aylardır doğru dürüst uyumamıştı. Kendindeki hafiflemeyi hissetti. Sanki, yüreğindeki kafes açılmış, içindeki çırpınan kuş uçuvermişti. Kısa sürede bedenini uykuya teslim etti.

Zeynep, gözlerini kızarmış ekmek kokusuna açtığında, rüyada gibiydi. Bu koku ona, babasının sobanın üstünde kızarttığı ekmek kokusunu ve annesinin şefkatli kucağını anımsattı. Belki de, geçmişin hüzünlerinden yeni bir günün umutlarına geçişin güzel bir habercisi olacaktı.

Gülümseyerek yavaşça ayağa kalktı ve mutfağa yürüdü. Arkadaşları ekmek kızartmış nefis bir kahvaltı sofrası hazırlamışlardı.

Zeynep’in yüzüne bir gülümseme yayıldı; “İyi ki varsınız” dedi.

Karşı çatıya baktı; kalabalık olmasa da, vefalı dostları ve sevgili arkadaşları yanındaydı. Geçmişin acıları hala var olsa da, Zeynep hayatın ona sunabileceği yeni başlangıçların ve anların kokularını keşfetmek istiyordu. Belki de, yeni bir hikâyenin başlangıcına ihtiyacı vardı.

“Belki de hayat” diye fısıldadı Zeynep; “Acıların ardından gelen umutların ve yeniden doğuşların hikâyesidir…”

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi