ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 14-07-2023 17:00   Güncelleme : 14-07-2023 17:11

Gül'ün Hikâyesi - Ateş Koru / Hasan Ildız

Yazan: Hasan Ildız -GÜL’ÜN HİKÂYESİ / ATEŞ KORU

Gül'ün Hikâyesi - Ateş Koru / Hasan Ildız

GÜL’ÜN HİKÂYESİ / ATEŞ KORU

“Sen nirede ki güler isen nevbahar olur.” (Ahmedî)

Sen nerede gülersen orada “bahar” olur. Olmadığın yer, “kara kış” değil miydi zaten? Gülmeseydin üşürdüm, için için, titreyerek, dişlerim birbirine vurarak… Gülmeseydin, gül açmazdı yeryüzü, dağlar ve ovalar gül kokmazdı… Gülmeseydin, dünyanın karanlığı çökerdi kalbime, âşk ışıtmazdı, karanlığa gömülürdü iki dünyam… Rüzgâr Tanrısı alıp gitmezdi gökyüzümden bulutları, rutubet çürütürdü etimi… Bana gülüverdin, yüzünden ayın şulesi aktı; gördüm, dişlerin ak inciler gibi parladı karanlıkta...

Ben Deli Derviş, böyle bilinir sendeki adım ya da “Koca Şairim.” Diyorum ki; “Hiç bir çiçek âşka senin kadar layık olmadı, hiç bir çiçek kendini senin kadar âşkla tanımlamadı ve âşkla tamamlanmadı.” “Girdiğin her yer seninle isimledi kendini; senin kazındığın tablete Gül Tableti dediler, dikildiğin asma bahçesine Gül Bahçesi...”

Adının bahtını seninle yaşamak istedim. Dikildiğin her toprakta hemen yanında olmak… Seninle uzanmak istedim bahçe duvarına, sokaktan gelip geçenleri seninle beraber seyretmek istedim.

Kulağımı bahçe demirine dayayıp sokağın başından ya da daha ötelerden gelecek “sevgiliyi” seninle beraber beklemek istedim. Sadece seninle beraber olmak istedim… İstedim çünkü içimdeki o büyük boşluğun ancak seninle dolacağına inandım ben. Her seferinde elim yandı, dilim yandı, içim yandı ama vazgeçmedim…

Theophrastos, adını kitabına yazmadan önce tabletlerde gördüm seni; şiirlerin, kanunların hemen yanında… Sümer Tapınakları'nda gezdin benimle, içimde köz, dilimde alevdin. Elimde tanıdım seni, her ölümlü dönüp baktı. Sonra Babil'in Asma Bahçeleri’nde evveliyatın soruldu, renklerin, özelliklerin… Ben bütün evveliyatını, renklerini, türlerini birer birer anlattım, sen yorul istemedim. Seni yeterince yoruyorlardı…

Duydum, "Ateş Koru" diyorlardı sana. Kentin caddeleri ve pazar yerlerinde bu isimle anılıyordun. Belki yüzünün, belki dudağının yakıcı kırmızısından esin almış bir isimdi bu. İçimdeki yanmanın, ağzımdaki alevin sebebini o gün daha iyi anladım…

Efsaneler, mitolojiler yaşamak isterken efsanenin, mitolojinin kendisi oldun yeryüzünde...

Su, yüzünde seni gördü, aklını yitirip bağıra çağıra akıp gitti. Sen arkasından sadece güldün. Çünkü sen gülsün, hep gülmelisin. Sen gülmezsen kalbi kararır dünyanın, güneş buluta girer bir daha çıkamaz. Benim aklım tutulur bir daha yazamam, hafız unutur bütün bildiklerini. Açılan taç yapraklarının içindeki aydınlığı göremez Süleyman…

Deli Derviş diyor ki; “Daha İsa'dan bin beş yüz yıl önce Mısır'da hiyerogliflere koymuşlar resmini. Kokunu ve güzelliğini gittiğin her yerin toprağına sindirmişsin. Seni kıskanıyorum, elimde değil… Kötülüklerim dokunuyor bu yüzden, farkındayım. Bir tek bana gülesin istiyorum, gülünce oluşan gamzelerini bir tek ben göreyim. ‘Egoistlik’ bu biliyorum. Sonra ‘gelenler’ geliyor aklıma,   o ‘mihmanlar’, o ‘görücü’ kılıklılar... Göğsümü döve döve gidip bir köşeye oturuyorum. Yazdığım şiiri elli kez unutuyorum, ‘akşam hapımı’ içip içmediğimi unutuyorum. Kleopatra denen o ‘şuh kadın’ banyosuna katarmış seni, Marcus gelirken ayaklarına atarmış. Ben sırf bu yüzden ‘doğdum doğalı’ kin tutuyorum o kadına, kinimi bir an bile unutmuyorum...”

Sadece şunu hayal et; Kadim Çin'de senin için 600'den fazla kitap yazıldığını söylüyor Konfüçyüs. Böyle bir “değer” hangi çiçeğe nasip olmuştur ki bu güne kadar? Kadim Roma'da evlilik törenlerinin rakipsiz çiçeğisin ve Pompei’nin duvarlarına resmini yapmışlar…

Plinius senden şarap yapıldığını bile yazmış kitabında. Parfümünü, suyunu en başta Sümerler bulmuşlardı zaten. Seni salgın hastalıklara karşı “dezenfektan” olarak da kullanmışlar…
Seni ilkbahara yakıştırdı insanlar, “baharın atribüsü” kıldılar…

Ah Josephine! “Malmaison Bahçelerini” kurmuş senin için. İki yüz elliden fazla türünü o bahçede bir araya getirmiş...

Derler ki; “Çiçek Tanrıçası Chloris ormanda gezerken bir perinin cansız bedenini bulur ve onu sana dönüştürerek diğer tanrıları yardıma çağırır. Şarap Tanrısı Dionysos, sana hediye olarak güzel kokmanı sağlayacak bir öz.

Aşk Ve Güzellik Tanrıçası Afrodit ise güzellik verir. Rüzgâr Tanrısı Zefhirus üzerinden bulutları uzaklaştırırken Işığın Ve Sanatın Tanrısı Apollon ışıklarını senin için seferber ederek açılmanı sağlar…” Tanrıların ortak çabasıyla hayata döndürülürsün o gün. Ve o günden beri “çiçeklerin kraliçesi” demişler sana. İşte tam burada, senin kraliçeliğinin başladığı yerde benim “köleliğim” başladı. Sen Züleyha oldun bense Yusuf…

Bir Pers bilgesi; “Çiçeklerin kraliçesi nilüferdi, ama ‘çok uyuduğu’ için çiçekler onu Tanrı’ya şikâyet ettiler. Tanrı, gülü yaratarak nilüferin yerine ‘kraliçe’ yaptı ve onun ‘kendisini kötülüklerden koruyabilmesi’ için etrafını dikenlerle donattı.” demiş. Ben buna inanmıyorum. Sen nilüferin yerine kraliçe yapılacak çiçek değilsin bir kere. Güller doğuştan kraliçe doğarlar, sonradan başka bir kraliçenin yerine kraliçe olmazlar…

Deli Derviş diyor ki; “Bir gün Afrodit, Adonis isimli bir ‘ölümlüye’ âşık olur. Adonis, avlandığı sırada bir yaban domuzunun saldırısına uğrar ve ölür. Denir ki Afrodit'e âşık olan Savaş Tanrısı Ares, bu âşkı kıskandığı için Adonis'in üzerine yaban domuzunu ‘kasten’ salmıştır. Sevdiğinin cesedini gören Afrodit telaşla, yalın ayak ona doğru koşar ve ayağına dikenler batar. Afrodit'in ayaklarından damlayan kanlar ‘seni’ kırmızıya boyar. Bu kırmızı güllerden birini Afrodit, oğlu Eros'a verir. Eros ise aynı gülü Sessizlik Tanrısı Harpokrates'e… Böylece ‘sen;’ sevginin, sessizliğin ve gizliliğin sembolü olursun. Hala benden saklanışın, benimle konuşmaman bu yüzdenmiş, öğrendim…”

Ben, büyük bir “karamsarlık” içinde seni aradım bu şehrin bahçelerinde… Ev ev dolaştım, bütün bahçelere baktım ve seni bulamadım...

Kemeraltı’nın iç kısımlarında senin antika eşyalar satan dükkânından çıkarken bir kadın, “evet bir kadın” yoluma çıkıp beni bir eve götürdü. Kapı ahşaptı ve sarkık duran arslan başlı tokmağı üç kez vurdu kadın. Kapı açılınca ilk gördüğüm şey ortadan beyaz perdeyle ikiye bölünmüş loş bir odaydı. Duvarlarda kabartma sfenksler, köşede rahle ve üzerinde açık bir Kur’an-ı Kerim vardı… “Buyur.” dedi kadın. Sağ eliyle perdeyi bir ucundan kaldırmıştı.

Perdenin ardına geçince dilim tutuldu, ağzım kurudu... Kalbimi durduramıyordum. Günlerdir, aylardır hatta yıllardır şehrin sokaklarında, evlerin bahçelerinde aradığım “sen” işte buradaydın. Gül desenli bir yatakta, nar çiçeği renginde bir geceliğin içinde uyuyordun. Seni uyandırmak, konuşmak istedim,”Olmaz.” dedi kadın. “Sen, onu gerçek hayatta arayıp bulmadıkça uyanmaz.” “Senin nasibinse onu arayıp bulmalısın.” Kalbimin bütün korkuları uçup gitti o an… Yerini mutluluğun verdiği heyecan aldı. “Bizden bu kadar.” dedi kadın. “Gerisi senin çabana kalıyor…”

Sandro Bottiçelli, Venüs'ü (Afrodit’i) Kıbrıs sahillerinde karaya çıkartıyor aniden. Ve Venüs yürümeye başlıyor. Onun ayak izlerinden ise sen ve senin türlerin yeşeriyor… Rosetti'nin Venüs'ü de bir bahçe içinde “seninle” çevrili.

Seninle ilgili olan ve aklıma yatan başka bir söylentiye göre; Venüs'ün doğuşu sırasında vücudundan akan köpükler sana dönüşmüş. Tanrıça seni “nektar” ile sulayınca çok güzel “rayihalar” saçmışsın etrafına.

Hep “gözde” olan her canlı bir gün bu ilgiden şımarır. Sen de öylesin, çok güzelsin ve bunun farkındasın. Bülbül “senin âşkınla” yanıp tutuşurken sen bülbülün feryadına kayıtsız kalıyorsun. Bülbül derdini anlatmak için senin narin yapraklarına ulaşmaya çalışırken dikenlerin bülbülün vücuduna batıyor ve onu öldürüyor. Dökülen kan, senin köklerince emiliyor ve sana renk veriyor. Başka bir rivayete göreyse; senin rengin, “Bülbül’ü öldürmüş olmaktan duyduğun utanç” nedeniyle kırmızıdır…

Bir âşk dillere düştü mü bir kere, rüzgâr alır onu dünyanın dört bir yanına dağıtır. Gül’le Bülbül’ün âşkı da öyle olmuştur. Uygurlar “Kızıl Gülüm”, Özbekler “Nevruz Şah”, Oğuzlar “Nevruz Bey”, Türkmenler "Gül-Bilbil Destanı" demişlerdir bu aşka…

Derler ki; “Hayatta hiç bir şey tesadüf değildir.” Hızır ve İlyas her yıl 6 Mayıs’ta bir gül ağacının dibinde buluşurlar. Museviler, Mısır’dan çıkışlarının yedinci haftasını “Gül Bayramı” olarak adlandırırlar. Nevruz’a katılanların yüzlerine gül atılır, Eski Mısır’da dini ayinler gül suyuyla başlar. Yahudilerin Şavuot Bayramı da bir nevi gül bayramıdır. İbrahim’in atıldığı ateş Allah’ın (c.c.) iradesiyle “gül bahçesine” dönüşmüştür.
Çiçek der ki; “Ey derviş.”
Gül, Muhammed teridir.
Çiçek der ki; “Gül ilahi güzelliktir, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sembolüdür, O’nun yüzünün güzelliğini hatırlatır. Kur’an-ı Kerim gül tohumları saçan bir kitaptır. Okuyanın, anlayanın içini güllerle donatır.”

Ol kitapta kayıtlıdır; “Miraç Gecesi Burak, Cebrail (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.v.) o kadar çok terlediler ki, Burak'ın terinden sarı gül, Cebrail’in (a.s.) terinden beyaz gül, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) terinden kırmızı gül oluştu.” Ol Habib; “Gül, cennet çiçeklerinin ulusudur. "demiştir. Hz. Ali ölmeden önce gül istemiş, getirilen gülü koklayıp ölmüştür.
Sen şimdi “beyazsın” ya;  “saflık” diyor kalbim, “su” diyor, “ay” diyor, “Meryem’in simgelerinden” sayıyor seni. Dünya kurulalı, insanlık var olalıdan beri; Hafız'dan Ronsard'a, Yunus'tan Tagore'a, Hayyam'dan Gothe'ye, Fuzuli'den Rilke'ye kadar bütün dünya şairleri için “buluşma noktası” oluyor senin dikildiğin bahçe… Ah, kalbim titriyor yine! Senin rayihanla âlemlerden, âlemlere geçiyor... Seni kıskanıyor bütün şairlerden, senden bahseden kimi görse “ağzını burnunu kırmak” istiyor!..

Editör: Hamit Gözümoğlu 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi