GÖZLERİM AÇIK GÖRDÜĞÜM RÜYA
Birden başlayıp beni uykuda kıskıvrak yakalayan bir baş ağrısı ile fırladım yatağımdan.
Gecem, ağrıdan önce ve ağrıdan sonra olarak bir tarihsel bölünmeye uğramış durumda. Oysa az önce uyku mantığı ile yüzeye çıkmamak için hayli direndiğimi, tatlı, derin bir yerlerde olduğumu hatırlıyorum. Önce hafif hafif, “buradayım, geldim..." diyen ağrı, sonunda zafer vuruşunu indiriverdi ve beni tuş etmesi hiç de zor olmadı. Bir ilaç almaktan başka çarem yok ve şu anda karnım aç tabii, az da olsa bir şeyler yiyip ilacı öyle almalı.
Ama ışığı yakarsam gözlerimde kalan son uyku kırıntıları da çekip gidecek. En iyisi karanlıkta gitmeye çalışmalı. Sokak lambaları odamı pek aydınlatmıyor.
Işıkları hayli uzakta ama dışarıdan gelen kaynağı belirsiz hafif bir aydınlıkla da ortalığı seçebiliyorum. Hatta gözlerim karanlığa alıştı bile, koridordan geçip mutfağa geliyorum. Ufak tefek bir şeyler yiyip ilacı aldıktan sonra, yine odamdayım. Yeniden yatmaya hazırlanırken saate bakmadan bir zaman tahmini yapmaya çalışıyorum.
Uykuda geçen süreyi, genellikle doğru tahmin etmek gibi bir huyum vardı, ( bu belkide bazılarımız da bulunan bir iç ölçü mekanizmasıdır kim bilir ?) Ama bu sefer bunu yapamıyorum. Ne- ne kadar uyuduğum? ne de uyanmadan önce nerelerde olduğum- hakkında hiçbir fikrim yok. Demek bu sefer hayli derinlere inip kendimden uzaklaşmışım. Dışarıya bakıyorum,
her yer, her şey geceye gömülmüş uyuyor karanlıkta.
Sokaklarda sakin sakin dolaşan birkaç kedicikten başka kimsecikler yok. Belki de az sonra gün ağaracak. Hani derler ya, “Gecenin en karanlık ânı sabaha en yakın olduğu ânıdır.” diye. Gerçi bu, sıkıntı ve umutsuzluk içindeki insanlara söylenen moral verici bir teselli sözdür ama doğrudur da.
Saate özellikle bakmak istemiyorum, çünkü kaç olduğunu bilmek uykumun daha çok kaçmasına sebep olacak. “Şu kadar zaman geçmiştir şimdi uyuyacak şu kadar zaman kalmıştır” diye düşünürken sabah oluveriyor, kalkma vakti dikiliyor insanın tepesine. Yine öyle olsun istemiyorum, ama düşünceler beynimde kapatıldıkları odanın kapısını zorlamaya çoktan başladılar bile, artık uyu- uyuyabilirsen. Az sonra yatak, üstünde un ufak olduğum bir dibek taşına dönecek ve ben sağa sola dönmekten perişan, sabahı etmiş olacağım.
Tam bu sırada ortalığı çınlatan keskin bir ıslık sesi duyuyorum, Allah! Allah! gecenin bu saatinde ne ola ki bu? Acaba önce ki hayatında, kendisinin kuş olduğuna inanan bir akl-ı evvel, uykusu kaçtı da, çıktı balkona geceye espri mi yapıyor? Dikkat kesilip dinliyorum, garip şey kuş taklidi yapmaya çalışan kişi, devam ediyor ıslığına.
Henüz yeni yatmıştım, bakarsam belki bir şeyler görürüm diye düşünerek kalkıp pencereye geledim. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Sokakta gizlenmiş birileri, birbirlerine bir takım işaretler mi gönderiyorlar acaba? Bu bir tür parola falan olabilir mi? Ama ıslığın bu gizli sahibi, fark edilmekten hiç çekinmeden keskin keskin bir iki kere daha çınlatıyor ortalığı ve sonra duruyor.
Sonra... Sonra ne mi oluyor? Sanki sesten yapılmış, altın lüleler, billûr damlacıklar incecik, narin bükülüşlerle dökülmeye başlıyor gecenin içine. Hayır hayır! Bu bir parola, bir işaret falan insan işi bir şey değil, bu başka hiç bir şey olamaz, bu enfes ötüşü ile tam gerçek bir bülbül. Hani o çoktandır şehirlerimize uğramayan, varlığına ancak şiirlerin mısralarında, masallarda rastladığımız, kendisi bizim için artık bir efsane olmuş olan yaratık, bülbül. İyi ama olabilir mi böyle bir şey? Ne yapsın öyle düşsel bir yaratık, üç yüz -beş yüz metrede, ancak bir tane ağacı içinde barındıran, toprak denilen o güzel şeyin görünmez olduğu, her tarafı betonlaşıp, ruhunu yitirmiş, çiçeklerinde zerrece koku kalmamış, kupkuru, yapay bir dünyanın ortasında?
"Yolunu ya da aklını mı kaybetti hayvancağız acaba?" diye, düşünüyorum ister istemez. O sırada nasıl oluyorsa oluyor, içinden kuş gölgelerinin geçtiği, yemyeşil yaprak ve dalların arasında, sakin bir göl beliriyor gözlerimde.
Kıyılarında kelebekler, yeşil su sinekleri uçuşuyor, küçük balıklar suyun üstüne sıçrayıp, minik şıpırtılarla geri atlıyolar suyun içine . Yakınlarda ki bir ormanın uğultulu-cıvıltılı seslerini duyuyorum. Sonra görünmeyen bir el, küçücük bir şişeden, hoş kokulu, pırıl pırıl parfüm damlacıklarını o gölün içine damlatıyor ve o minicik damlayışlar o koskoca gölde, büklüm büklüm altın, gümüş dalgacıklar halinde yayılıp dağılıyor. Bu damlalar o enfes sesin yayılışları.
Sessizliğin derin ve uzak sesleri içinde duyulan bu minicik şıpırtılar beni adeta ipnotize ediyor. Yoksa ben, katı gerçeklerle örülü 21. yüzyılda değil de başka bir çağda mıyım şu an? Olacak şey değil! İşte dışarda da alabildiğine bir doğu şehri uzanıyor.
Uzaklarda gül pembesi bir şafak çizgisi belirmiş, yanımdan akan çayın sularına aksediyor ve karşılarda kemerli bir taş köprünün üzerinden sisler içinde, sarıklı peçeli, esrarlı süvariler geçiyor dört nala...
İçinde bulunduğum bu yer, eski bir Bağdat Sultanı'na ait portakal ve hurma bahçeleridir. Binbir renkli ve kokulu çiçeklerin, fıskiyeli havuzların bulunduğu bu bahçede, sultan, sabahları gezintiye çıkar. O rengârenk güller, anlatılmaz güzellikteki kokularıyla insanların başını döndürürler.
Bakmayın siz böyle karanlık bir gölge gibi yayılmış uyuyuşuna, az sonra uyanacak olan bu şehir, araba ve motor gürültüleriyle feryat eden, toz roprak içinde bir beton yığını değil, hoş kokular ve renkler içerisinde bir masal şehridir aslında.
Penceremden şu görünen de, apartmanların çöplüğü haline gelmiş bir arka bahçe değil, o Bağdat Sultanı'nın gezintiye çıktığı portakal ve hurma bahçeleridir. Belki geceleri de kapımızın önünden Nasreddin Hoca, Lokman Hekim , hatta Evliya Çelebi geçiyordur, kim bilir? Nereden bilecek sokak sakinleri, bir kaç saat önce gerçek Evliya Çelebi’nin, belki Lokman Hekim'in ya da Nasreddin Hoca’nın kendi kapılarının önünden geçtiğini?
Belli belirsiz bir aydınlıkla gök aralanıyor. Biraz sonra sarı, gül kurusu renklere bürünüp şehri saracak ve altın kubbeler ışıl ışıl parlayacak. Bahçeden şehre yayılan güllerin ve portakal çiçeklerinin baygın kokusu yine her gün, uykuda ki insanları bile sarhoş edecek sonra uzaklardan doğal ve hazin ezan sesleri yayılacak ortalığa ve at kişnemeleri duyulacak arkasından taş döşeli dar sokaklardan geçen süvarilerin tok nal sesleri ile çınlayacak ortalık. Çarşı dükkânlarının kepenkleri uzak gürültülerle açılacak. Biraz sonra batıya doğru yola çıkacak olan ipek tüccarlarının deve çanları duyulmaya başlayacak o kemerli, dar sokaklarda.
Şehrin uzak köşelerinden, pazar yerlerinden, kemerli, kubbeli çarşılarından satıcı bağırtıları, uğultular gelecek. Sokaklardan hallaçlar, yoğurtçular, macuncular, çember çeviren çocuklar geçecek. Kaval ve def sesleri, tütsüler, baharat kokuları içinde, eski bir doğu ülkesi nasıl uyanırsa öyle uyanacak bu şehir. Şu an da yeni uyanan ilk kumru, henüz mâhmur, maziden akan bir sesle, damla damla günü selamlıyor şimdi.
Yalnız bülbülü duyamıyorum artık. Gerçek dünya uyanmaya mı başlıyor ne? Kumru sesleri çoğalmaya başladı, düzensiz bir koro halinde günü ve birbirlerini selamlıyorlar. Ama bülbül yok aralarında, kendisi de bir masal kahramanı olan o güzel kuş, bana belki de bir daha hiç göremeyeceğim bir rüya hediye edip sırra kadem basmış bile çoktan, yazık !
Günün ilk otobüsü kaldırımları ve uykuları paralayarak geçiyor işte şimdi arka caddeden. Demin gördüğüm ne varsa, zaman ötesi birer serap gibi alel acele kaçışıyorlar artık. Ne onlar bu dünyaya ait, ne de biz onların dünyasına. Şimdi anlıyorum hepsi, billûr sesli bir kuşun bana bıraktığı gözlerim açık gördüğüm, rengârenk rüyalardan ibaretmiş.
Şehirlerimize artık çok az uğrayan bülbüller, ne olur? Birer masal kahramanı olup ebediyyen çıkmayın hayatımızdan, ne olur? Bakın biz kıymet bilmez insanların, yine bizleri hâlâ böyle güzel rüyalara taşıyacak canlılara nasıl da ihtiyacı var.