ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 22-07-2023 20:17

Ezir Üzür Bahane / Hakkı Yıldıran

Yazan: Hakkı Yıldıran -EZİR ÜZÜR BAHANE

Ezir Üzür Bahane / Hakkı Yıldıran

EZİR ÜZÜR BAHANE

Zappadak yere düşerken gerisin geriye çektiği ekmek sandıkları içindeki ekmeklerle birlikte yazın ortasında aniden bastıran dolu gibi patır patır üstüne yağmıştı. Şaşırmış bir dudak bükmesinden sonra kendi kendine; “Düştüm la.” dedi.

Abdurrahman hemen kıyısında dikiliyordu. Afallamış, ne yapacağını bilmez halde ona bakıyordu…

Daha okul çağında genç bir delikanlıydı. Suriye’den, kim bilir ne zorluklarla buraya gelmişti. Annesi, babası sağ mıydı, kaç kardeştirler?.. Henüz bunları öğrenmeye fırsat bulacak kadar bir muhabbet yoktu aralarında. Bir keresinde Bekir; “Daha çok gençsin, üstelik çok akıllısın, okumalısın sen.” deyince Abdurrahman, onu kendine yakın hissetmeye başlamıştı…

Abdurrahman gibi aynı yılın içinde işe başlayan birçok Suriyeli vardı. Çoğu, hal ve hareketleriyle “yağmurlu havada insanı susuz bırakacak” tiplerlerdendi. Hoş! İşyerine giren çıkanların arasında “Bundan adam olmaz, bu çalışmaz.” dediklerinin çoğu kendisini yanıltmıştı. Bu Suriyeliler yanıltmayacağa benziyorlardı ya…
Abdurrahman öyle miydi?..

Allah’ın (c.c.) selamıyla işe başlar, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, kendisine verilen işi yavaş da olsa doğru dürüst, hilesiz hurdasız yapardı. Üstelik sessiz de bir çocuktu. Bekir, Abdurrahman'ın en çok bu huyunu seviyordu.
Düştüğü yerden can havliyle “Kaldırsana!” diye seslenince Abdurrahman utangaç bir halde ve kendi lisanıyla “neam” gibi bir şeyler mırıldanarak kolundan tutup kaldırmıştı. Bekir buna karşılık anladığı dilden “Şükran.” dedi ve sırtını sıvazladı.

Yerdeki plastikten yapılmış gri palete çarpmanın etkisiyle ayak bileğinde oluşan yaranın tam üstüne denk gelecek şekilde çorabının içine buz torbası yerleştiren Bekir; “Aman ne olacak bir müddet sonra geçer.” deyip o şekilde çalışmaya devem etmişti. Sonra iş arkadaşlarından birinin; “Abi dirseğine ne oldu?” demesiyle sol kolunun dirseğini hem şişmiş hem de morarmış halde gördü.

Ömrünün yarısını aynı iş yerinde geçirmiş o güne kadar hiç gerçekten hastalanıp ya da “yalandan” bir rapor almamıştı. Varsa da yoksa da önce işti onunkisi. “Aman gavurun hakkı geçmesin üstümüze.” diye söylenir dururdu gelene, gidene. “İş yeri sahibi kazansın ki biz de kazanalım.” derdi. Yoksa…

Topallayarak gitti. Başından geçeni, “ayağındaki ve dirseğindeki acıyı belli eden bir yüz ifadesiyle” ustabaşına anlattı. Hayret! Ustabaşı oralı bile olmamıştı. Bekir onun bu tutumuna iyice dellenmişti. Onca emekten sonra gözden mi düşmüştü, artık hatırı sayılır bir adam değil miydi? Acaba pabucu dama mı atılmıştı?.. 

İçerledi tabii… Sonra yüzünde beliren öfkesiyle; “Bir müddet daha denerim, olmazsa ambulans çağırırım ona göre.” diye kestirip attı. Bir yandan eli işteydi. Yapması gereken işleri bitirmeye, hiç olmazsa yarılamaya çalışıyordu.

Ustanın umursamayışı, kendisinin acınası durumu, yarası, beresi… İçinden; “Biz acılar içinde çalışalım. Şu işe yeni başlayan Suriyeliler gülüp oynasınlar, ekmek yedikleri tekneyi hiç dert etmesinler, başkalarının sırtından geçinsinler; ‘Acaba arkadaşlarımın hakkına mı giriyorum.’ diye hiç tasalanmasınlar. ‘Para gelsin de nasıl gelirse gelsin.’ tek dertleri… Bir de -dilleri aynı olduğundan mı nedir?- Ustabaşının onlara karşı yanlı tutumu…” diye düşündü.

İçinden hepsini dürdü, dürüştürdü, topladı, çıkardı “ambulansla hastaneye gitmeye” karar verdi.

Hemen acili aradı. Dışarı çıkıp ambulansı bekledi. Çok geçmeden ambulansın ışıkları gecenin karanlığında uzaktan ışımaya başladı. Geldi. Otomatik olarak polislerde…

Ambulansın içinde sigorta bilgileri ve olayın meydana geliş şekli soru-cevap şeklinde bilgisayara kaydedilirken bir yandan da tansiyonu ölçülüyordu. Aletten çıkan sonucu gören sağlık çalışanı ince, uzun bir ıslık çalmış; “Mein Gott!” diye de mırıldanmıştı kendi kendine “Mein Gott!..”

Bekir endişeli gözlerle hemşireye bakıp ne olduğunu sorduğunda öğrendi ilk defa “tansiyon hastası” olduğunu. “Kazayı, ayak bileğini, kolunu hiç düşünme, acilen tansiyonuna bir baktır.” denildi kendisine.

Hay aksi! Hiç yoktan içine giren girmişti. Durduk yere böğrüne bir taş gelmiş orada bağdaş kurup oturmuştu sanki... “Sabah erkenden aile doktoruna giderim.” diye düşündü. İş… Şimdi sırası değildi.

Neyse ki hastanede kırığı, çıkığı olmadığı anlaşıldı. Ambulansla gittiği hastaneden taksiyle dönerken kendi kendine “Hemen iş yerine gider çalışırım.” dedi. Ancak yirminin üstünde olan büyük tansiyonu ve beyin kanaması geçirme olasılığı aklına geldi. Vazgeçti…

Taksi iş yerinin önüne gelmiş durmuştu. Taksinin önünde akşamdan işe gelmek için kullandığı kendi arabası duruyordu. “Nasıl olsa kıymet mi bilecekler?” diye söylenerek arabayı çalıştırdığı gibi gazladı, gitti.

Hani orada “kazara” düşmese, hayatta ölçmediği tansiyonunun bu kadar “yüksek” olduğunu hiç bilmeyecek, yatağında ağrıyan başını yastıkla bastırmaya devam edecek, ara sıra ağrı kesici haplar yutacak, olanları; uykusuzluğa, yorgunluğa yoracak, belki de beyin kanamasından “aşağı köyü” boylayacaktı... 
“Beterin beteri vardır.” derler ya…
Yere düşünce oluşan dirseğindeki, ayak bileğindeki anlık ağrıyı, ambulansta yüksek tansiyonunu öğrenince unutuvermişti Bekirceğiz… 
“Yaaa işte! Ezir üzür bahane, demek ki daha yiyecek ekmeğimiz varmış, iyi ki düşmüşüm.” diye söylenir durur şimdilerde…
 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi