ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 14-05-2023 21:26   Güncelleme : 18-05-2023 16:33

Emret Komutanım! / Gülçin Granit

Yazan: Gülçin Granit -EMRET KOMUTANIM!

Emret Komutanım! / Gülçin Granit

EMRET KOMUTANIM!

Fıstık çamına sırtını yaslamış doğayı duyumsuyordu Ali. Tek bacaklı yerden kalkması bir hayli zor olsa da, değnek yardımıyla kalkmayı başardı. Tüfeğini kontrol etti. Eli değneğe takıldı. Bu Terörle mücadelede mayına bastığı için ayağını kaybetmişti.  O gün bu gündür uykuları haram oluyordu. Evine, yurduna döndü dönmesine de geceleri, kulaklarında o günün kanlı sesleri çınlayıp duruyordu.

Doğa rüya olamayacak kadar gerçekti, bu dağlar ve ezilmiş çimen kokuyordu. Hava kararmak üzereydi. Ne terör ne şehit yoktu.

Taşın ucunda bir kıpırtı gördü, sonra birden gözden kayboldu. Bu gördüğü ayakları havada kıpraşıp duran bir kaplumbağaydı. Kol değneğiyle kaplumbağayı ters çevirmişti. Yavaşça onu ellerimin arasına aldı, öptü, ondan özür diledi. Çok üzgündü, kaplumbağanın başına bir darbe gibi düşmüştü. Bilirdi, ansızın gelen darbe ne demek… Onu kucaklayıp eve götürdüğünde her yerini iyice yokladı. Yarası beresi yoktu, karnını doyurup elleriyle bahçeye saldı.

Sabah namazına kalkan annesi, Emrah’ın odasından kesik kesik inilti sesleri işitti, içeriye girdi. Oğlunun yastığından yakasına kadar terlerin yürüdüğünü gördü. Başı, yastığın bir sağına, bir soluna yuvarlanıyordu. Anne oğlunu uyandırmak istedi. “Oğlum! Ali! Uyan evladım.” Bir eliyle de ateşini yokladı. Emrah yatakta doğrularak oturdu ve elini alnına götürüp,

“Emret komutanım!” diye bağırdı.

Yuvalarına kaçmış gözleri bir noktaya kitliydi. Bir mahkûm gibi komutanının verdiği “Hazır ol!” talimatının devamı bekliyordu. Pijama yakası ter içindeydi. Ali kendinde değildi, kitlenmişti,. Bu bir donma anıydı. Ya da buzların yavaş yavaş kırılması…

Bir hıçkırık sesi, onu mahkûmluk ve özgürlük arasından sıyırıp, alıverdi. Ana, oğul sarılıp bir müddet kaldılar. Annesinin omuzları hiç bu kadar ıslanmamıştı.

Annesi sirkeli bezi, Ali’nin alnına ve koltuk altlarına koydu. İlerleyen saatlerde ateşi düşmüştü. Koltuk değneklerinin yardımıyla yataktan kalkarak bahçeye çıktı. Kavak ağacının yanından geçerek uzaklaştı. Dolunayın altında bağıra bağıra ağladı.

Ayak bastığı dünya, kendine ay kadar uzak mıydı? Bu boşluk, her gün biraz daha yırtılıp büyüyecek miydi? Bu mesafeler arşınlamakla bitecek miydi? Cevabına bilmediği soruları kime soracaktı?

Denizin üstünde savrulan bir kayık olmak istemiyordu. Ruhunda kabarıp dalgalanan duygu selini nasıl dindirecekti? Yoksa bu mesafe, bu boşluk kendisi miydi?

Ay ışığı. Kaplumbağanın üstüne vuruyordu. Gülümsedi, “Merhaba arkadaş!” dedi. O gün yaşadığı olayı hatırladı. 

“Ya! Onu bir taş zannetseydim. Bakmasaydım? Ayakları havada yaşayamazdı. Allah’ım sana şükürler olsun.” Derken aklından sicim gibi kelimeler dökülmeye başladı. “Şehit, terör, ölüm, kaplumbağa, kan, Kafka, dönüşüm, görmek, şükür, el, Allah!” “Evet, El! O görünmez kudretin eli. Bana daha başka nasıl anlatabilirdi ki?

İşte, bir kaplumbağa gönderiyorum sana. Gör! O, kudretin elini gör! Allah’ın eli her yerde, bunu görebiliyorum. "Bir ağılda oğlak doğsa, dağlarda ot bitiren yine sensin. Kaplumbağanı çevirdiğin gibi beni de çevirirsin." diye Tanrı ile sohbet ediyordu.

Karanlık gökyüzü, gündüze eş olmuştu gönlünde.

“Teşekkür ederim, Tanrım sana! Teşekkür ederim!” diyerek eve doğru yürüdü. Soğuktan kaskatı kesilen vücudunu yatağa salıverirken annesi ıslak seccadesini henüz topluyordu.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi