ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 08-05-2023 00:46   Güncelleme : 08-05-2023 00:58

Cimrinin Biriktirdiği Şifa / Gülçin Granit

Yazan: Gülçin Granit -CİMRİNİN BİRİKTİRDİĞİ ŞİFA

Cimrinin Biriktirdiği Şifa / Gülçin Granit

CİMRİNİN BİRİKTİRDİĞİ ŞİFA

Büyük büyük babamın dedesi, ona anlatmış ninesi…
Cerrahpaşa Hastanesi, nasıl kurulmuş?Duyulmamış böylesi…

Padişahlığın hüküm sürdüğü devirde, cimriliği ile ünlü zengin bir tüccar yaşarmış. Harcamazmış hiç para, öper koklar çevirirmiş altına.

Duvarı çatlak, içinden yeşillikler fışkıran virane bir evde yaşarmış. Evin içinden yerin yedi kat dibine inen bir mahzen yapmış.  Duvardan duvara, yerden tavana altın külçeleri diziliymiş.
İhtiyar pinti, para hırsı yüzünden hiç evlenmeyi istememiş. Neden evlensin? Kadın para ister, çocuk da aş... 
“Eksiltmem paramı ömrüm az.” diyerek geçinip gidiyormuş.

Bazen bir altın külçesinde naif bir kadının sarı sırma saçlarını, bazen de nur yüzlü bebeğin cemalini görürmüş. İnsanı insan yapan değerleri altın külçelerine sarıp yerin yedi kat dibine gömmüş. 

Hal böyle olunca bekâr kalmış ömrü boyunca.
Bir gün ihtiyar pintinin çalınmış kapısı. Karşısında duruyormuş baldırı çıplak, başı kabak bir ana kuzusu... 

İçini çeke çeke indirmiş kara gözlerini yere,
“Günlerdir açım, yardım edin bayım! Çalışmalıyım.” demiş.
İhtiyar pintinin gözüne ilişivermiş çocuğun bir deri bir kemik bedeni. Sanki üflesen uçacak gibi.  

İhtiyar pinti başını kaşıyıp düşünmüş sonra tilkinin kuyruklarını birbirine bağlamış. En nihayetinde kararını açıklamış. Tilkiler ne de güzel düşünmüş. Tabii ya!

Çocuğun ne anası var ne de babası.
Ardında yok ki, yaslanacak ağacı.
Olur mu hiç bundan âlâsı?
Altına ser bir yatak, önüne koy bir tabak
Sen yat keyfine bak.

İhtiyar pinti tilkilerin fikrini çok beğenmiş. Ana kuzusunu elinden tutup içeri çekivermiş. Böylece çocuk, “para kazanacağım” diye işe başlamış işe başlamış.
Gün uyurken gecenin koynunda, girermiş ağıla elinde koca bir samanla. 

Çıkarken içi süt dolu bir kovayla…
Ardından salarmış hayvanları ovaya... Bağ bahçe mahsullerini dizermiş tek tek seleye. Sonra eline aldı mı kavalı çıkarmış salkım söğüde.

Buna şahitlik eden gün, alaca dağların ardından akarmış sessizce. Toplanırmış koyun ve keçiler, ana kuzu, kavalını üfleyince.
Haftalar aylara, aylar yıllara yuvarlanıp ihtiyar pintinin kulübesinden içeri girmiş. Kaval, bir neye, çocuk, çalışkan, dürüst bir gence dönüşüvermiş. 

Değişmeyen tek şey ihtiyar ve tilkileriymiş.
Delikanlı karın tokluğuna yıllarca çalışmış. Sürüyü katarak önüne gezermiş dere tepe. Sonra tek tek hayvanları kapatırmış ağıla elleriyle. Yine de bitmezmiş işi. Yemek, bulaşık derken akşama kadar çıkarmış pestili.
Ee! Bunca yıl geçmiş aradan, görmez mi hiç onu Yaradan?

İhtiyar pinti elbet verirmiş para, onu da bayramdan bayrama. Velakin cemaat toplanınca.

Delikanlı şaşırıyormuş bu işe, ne bulmuş derdine bir çare, ne de kel başına bir takke. Yalnız bir hayali onu mutlu ediyormuş. 
Ah! Bir lokanta kursa fena mı olurmuş? Böylece ihtiyar pintiden de kurtulurmuş. On parmağında on hüneri... 

Kışlıkları kurutur, tarhanasını yoğurur, kaynatır mis gibi reçelleri bir de döşermiş en tatlısından şerbetleri. Tarifleri iç dünyasında gizli...

Dileğini düşünürken sanki bir kuş kaçarmış kalbine. Sonra boynu bükülürmüş, kuş kanat çırpamaz diye. “Neden?” diye sormuş kendine. 
O vakit anlamış. Bu dileği Kaf Dağı'nın ardındaki Anka’ymış.

Efendime söyleyeyim! Biraz da pintiye gideyim. Bir sonbahar sabahı, sarayın yaprakları da sarı. Pintinin burnuna kokmuş istavrit balığı. Hȃl böyle olunca takmış şalvarı kıçına, sırtında yırtık bir aba o da babasından kalma. İnmiş kasabaya. Bakmış pazar kalabalık, yüzler hep tanıdık.  

Vermiş selam, almış selam, bunlar parasızmış vesselam!

Birden pintinin adımları yavaşlamış, hızlansa fiyatlar artacakmış. Nefesini tutup balık tezgâhına yanaşmış.

İstavritin kilosu bir delik paraymış. Birden içini çekmiş, kese balıkları itmiş. Pintinin iştahı kesilmiş. Yırtık çarıkları ters dönmüş. Böylece balık almaktan vazgeçip yönelmiş evine. Birazdan yağmur yağacakmış. Çarıklar yırtık ne yapacakmış? 

Hızlanmış, hızlandıkça içine bir pişmanlık dolanmış. Çünkü pintinin burnunu istavrit yalamış.  Niyeti bir an önce eve varmakmış. Çağırmış delikanlıyı, eline sıkıştırmış parayı.
“Oyalanma, in kasabaya. Bir kilo istavriti kucakla.” demiş.

Delikanlı ıslana ıslana inmiş kasabaya. Lakin balıklar olmuş bir buçuk delik para. Şimdi pintiden istese vermeyecekmiş. Delikanlının da canı istavrit çekmiş.

Koşmuş eve, tabii kendi kesesine. Bayram harçlıklarından almış yarım delik para, sonra da inmiş tekrar kasabaya.

Eve varınca kuracakmış en âlâsından bir sofra.
Kendi parası da olunca bir başka.
Şöyle nar gibi kızartacak balıkları.
Bir de en kırmızısından patlatacak soğanı.
Efendim, hayalindeki sofra kurulmuş, yenmiş içilmiş. Delikanlı hayalden çalıntı bir mutlulukla usulca dönmüş ihtiyara. Olanı biteni bir güzel anlatmış. Takdir edilir sanmış; ama yanılmış...
İhtiyar pinti yerinden fırlamış. Öfkeden yediği balıklar gözlerinde oynamış. Kalbindeki öfkesi, yüzünü bir anda soğanın rengine boyamış. İhtiyar gurur ve kibrin mayalı ekşiliğiyle kabardıkça kabarmış. Sağ işaret parmağını kaldırıp delikanlıya sallamış. Delikanlının balık için kesenin ağzını bu kadar kolay açması ona ağır kaçmış. Sanki istese kendi alamaz mıymış?
“Ben efendiyim. Sen bir köle. Balık almak senin ne haddine!…”
“Param yok mu sanırsın? ama çok yanılırsın.
Haydi! Düş önüme.”

İhtiyar pinti, sözleriyle delikanlının boynuna geçirdiği yularından tutar gibi sürüklemiş mahzene. Oradan inmişler yerin yedi kat dibine. Delikanlının mahzenden hiç haberi yokmuş. İhtiyarın elinde titreyen bir ışık... 
Delikanlının beş duyusu karışık... 
Ahşap basamaklarda rutubetin ağır kokusu...  
Kaçışan farelerin uğultusu...

İhtiyar pinti bir kapıda durmuş. Delikanlıya dönerek:
“Gör bakalım ne kadar zenginim. Senin parana muhtaç değilim.” demiş.

Delikanlı olduğu yerde mıhlanıp kalmış.
İnsan güneşe bakabilir miymiş? Bu gerçek miymiş? Yoksa bu bir rüya mı? Yok rüya ise hiç ama hiç uyanmamalıymış

Yoksa ihtiyar pinti, gökyüzündeki yıldızları ters çevirip mahzene mi düşürmüş?

Çakıl taşı gibi canını acıtan sözleri çoktan unutmuş. Artık kurtuluş yakınındaymış.
Ne palanga ne de yular tatmayacakmış.
Özgür olma fikri o günden sonra canına can katmış. İhtiyar pinti kollarını iki yana açıp haykırmış:
“Bu hazine benim! Bak! Padişahtan zenginim.
Unutma! Sen yalnız bir köle. Haydi, düş önüme.”

Delikanlı o gece ilk defa mutlu uyumuş. Çünkü Kaf Dağı'nın ardındaki Anka’yı görmüş. 
Böylece günler birbirini kovalamış. Delikanlı ihtiyar pintinin kasabaya inmesini beklerken nihayet o gün gelip çatmış.

Yalnız hesaba katmadığı bir şey varmış. Mahzende iri bir zebani onu karşılamış. Birden irkilmiş. Sonra neden geldiğini hatırlamış. Maksadı hırsızlık değilmiş ki, hakkı olanı alıp gitmekmiş niyeti. Usulca şöyle seslenmiş:
“Saygıdeğer efendimiz! Amacım hakkım olanı almak, yirmi yıl çalıştım, hiç para almadım. Kendime iş kurmak maksadım. Lütfen! Beni yanlış anlamayın.”
Zebani sütten ak dişleriyle gülümseyerek demiş ki:
“Ben bu hazinenin bekçisiyim. İhtiyar pinti de hazinenin toplayıcısıdır. Geçmiş ve geleceği bilirim. Sanma ki hazine ihtiyar pintinin. Seni İstanbul’daki Cerrah Ahmet’e göndermeliyim. Onu bul ve ‘hazinemden iki külçe altın verilsin’ yazılı belgeyi getir, altınlar hemen senin.”
Delikanlı palas pandıras heybeyi takmış sırtına, düşmüş yollara. Suya çamura bata çıka. Gündüz yürür gece olunca bir mağara boşluğunda ya da bir ağacın kovuğunda uyurmuş.

Efendim! Yedi gündüz, yedi gecede Berkut kuşu ile birlikte gelmiş yedi tepeye.
Berkut kapıdan girmiş, sanki geçmişinden gelen bir el çözüvermiş zehirli sarmaşığı derhal bedeninden. Delikanlı, şimdi özgürlüğe bir nefes kadar yakınmış.

Berkut kuşu eşliğinde atmış kendini hastaneye.
Sorup sormadan içeri dalmış. Bütün cerrahlar bir aradaymış. “Cerrah Ahmet kimdir?” demeden Berkut kuşu cerrahın omzuna atlamış. Verem hastalığı inceden masaya yatırılıyormuş. Gökten zembille iner gibi gelen bu adamın üstü başı kir pasmış. Hayretle bakan gözler karşısında masaya yanaşmış. Böylelikle toplantı tam ortadan ayrılmış. İşte o zaman her şey susmuş. 
Deniz, rüzgâr ve martılar... 

Cerrahlar merak içinde doğrulmuş. Öyle ya önemli bir şey olmalıymış. Masadakilerden biri başını kaldırıp,
“Buyurun! Ben Cerrah Ahmet! Derdinizi dinlerim elbet.”

Delikanlı saygıda kusur etmeden cerrahları selamlamış. Berkut kuşu onu yalnız bırakmamış. “Pırr!” diye uçup delikanlının kel başına konmuş. Berkut kuşu kaymamak için bir ara uçuşmuş. Delikanlı el pençe divan durmuş. Neden geldiğini hemen anlatmış:
“Şey!  Efendimiz. Hazinenizden hakkım olan iki külçe altını almak dilerim.”

Cerrah Ahmet’in sandalyesi sinirle yerinden oynamış. Delikanlıya haykırıp gözlerini patlatmış. Yüzündeki avurtlar şişip kızarmış. Cerrah Ahmet’in asabi bir yapısı da varmış. Birden masadakilerin gözlerine şüphenin ağırlığı çökmüş. Hepsinin gözleri inceden inceye birbirine kaymış.

Anlaşılan o ki, şüphe bir verem gibi odaya yayılmış. Cerrah Ahmet, bu duruma kayıtsız kalamayınca masaya yumruğunu sallamış.
“Derhal! Bu deliyi dışarı atın!”

Delikanlının geri dönmeye hiç niyeti yokmuş. Özgürlüğü satın almak için tam yirmi yıl çalışmış. Cerraha dönüp,
“Hakkım olanı verin gideyim. Burada kalmaya meraklı değilim. ‘Hazinemden iki külçe altın verilsin,’ diye yazılı bir kâğıt getirin helalleşelim. Ben yedi gündüz, yedi gece yürüdüm de geldim yedi tepeye. Açım, susuzum. Ya bu kȃğıdı alırım ya da kapıda yatar uyurum.”

Cerrahların içinde en yaşlı olanı konuya hâkim olmuş sonunda. Bakmış delikanlı ısrarlı, belli ki meczup ve zavallı biri. En büyük nimet olarak gördüğü aklına sorup düşünmüş.
“Üzmemek gerekir böyle birini. Ee! Bizim Ahmet’in hȃli de belli.” demiş ve sorunu böylece çözümlemiş. Cerrah Ahmet’e dönerek:
“Söyle bakalım Cerrah Ahmet, sen bu hazinenin sahibi misin?” diye sormuş.
“Bu nasıl olur? Elbet de hayır.”
“Böyle bir hazine yok ise olmayan hazinenden iki külçe altın versen ne kaybedersin?”
Ortaya atılan bu teklif herkesin içine su serpmiş. Yine susmuş martılar, rüzgâr ve deniz...
“Ahmet, delikanlının eline yaz da ver bakalım, ‘Hazinemden iki külçe altın verilsin’ diye. Şimdi de imzala.”

Böylece delikanlı ermiş muradına. Düşmüş yollara. Taşları çiğnemeden, dağları delmeden. Ağzında özgürlük türküleriyle inmiş mahzene. Zebani onu iki külçe altınla karşılamış.

Avcunun içinde altın değil sanki azat belgesi varmış. Zebani usulca fısıldamış:
“Acele et. Kendine bir yol bul, yol bulamaz isen bir at sür. Hemen uzaklaş buradan.”
Delikanlı Tanrı’ya defalarca şükretmiş. Sarayın merkezinde eşine rastlanmayan bir lokanta işletmiş. Çalışanlarını dürüst insanlardan seçmiş. Her geçen gün biraz daha büyümüş. Büyüdükçe daha fazla fakir fukara doyurmuş. Halka aş vermiş, iş vermiş. Halk onu çok sevmiş. O günden sonra bir daha açlıktan ölen kimse olmamış.

Bir sonbahar sabahı, padişahın yüzü yapraklardan da sarıymış. Biricik kızı Şehrazat her gün biraz daha ölüyor, dolunayı kıskandıran yüzü gün geçtikçe soluyormuş. Padişah nice çığırtkanlar tutup komşu ülkelere duyurtmuş. Hiçbir tabip derdine bulamamış bir çare. Şehrazat adım adım ölüme yürüyor...

Ölümün soğuk nefesi tüm ülkede geziyormuş. Padişah denize düşmüş, yılana sarılıyormuş. Ne kadar büyücü, kâhin ve üfürükçü varsa birer birer çağırıyormuş saraya. Her gelen,
“Efendimiz! Prensesimizin içine cin kaçmış, onu esir almış, bizim gücümüz buna yetmez.” deyip ardına bakmadan kaçıyormuş. Koca ülkeyi yöneten padişah nasıl olur da biricik kızı için bir şey yapamazmış. O sırada Tanrı’yı hatırlamış. Ayakları titremiş, dizleri onu yere çekmiş. Secdeye kapanmış ağlamış ağlamış...
Ne kadar ağladığı bilinmez, uyku onu tutup eşikten içeriye çekivermiş. Tüm bedeninde yankılanan bu sesler padişahın idrak sınırlarını belirlemiş.
“Ey, kulum! Sonunda hatırladın asıl padişahı. Uzun zamandır gelmeni bekledim. Şimdi geldin. Biz, bize bir adım gelene, on adım gelmesini de biliriz.”
Padişah uyku ile uyanıklık arasından sıyrılmış. Oda boşmuş. 9Padişah yerden kalkarken vezir koşarak içeriye dalmış.
“Haşmetlim! Sultanım! Şimdi kapıya bir meczup geldi, ‘Derdinizin çaresi İstanbul’dadır.  Cerrah Ahmet’i bulup getirin.’ dedi ve bu kâğıdı size vermemi istedi.” demiş.
Kâğıtta, “Tövbelerin kabul olmuştur.” yazıyormuş.

Birden padişahın gözlerinde Dolunayın şavkı belirmiş. Ruhunu bir engerek gibi saran çaresizlik, yerini umut dolu temaşaya bırakmış.
Padişah, atların ve cengâverlerin toplanmasını derhâl yola koyulmasını emretmiş.

Arap atlarına atlayan cengâverler, kırbaçlarını atların sırtında şaklatmışlar. Nal seslerine karışan “deh” sesleri, toz bulutları arasına karışıyormuş.

Atlılar kanatlanıp uçmuşlar, Cerrah Ahmet’i bulup durumu at üstünde anlatmışlar. Cerrah yol boyunca hep susmuş. 
Susmuş düşünmüş... 
Düşünmüş susmuş...

Bir gün bir gece sonunda ülkeye ulaşmışlar. Umut, önce halkın diline dolanmış oradan da saraya ulaşmış. Şehrazat verem hastalığına yakalanmış. Teşhis konulunca tedaviye başlanmış. Prensesin odasının yanı başındaki oda Cerrah Ahmet için hazırlanmış ve hastanın odasına girişler yasaklanmış.  Cerrah Ahmet bütün gün odasında kitap okuyor ve düşünüyormuş. Diğer cerrah arkadaşlarıyla verem hastalığı hakkındaki münazaraları hatırlamaya çalışıyormuş.

Kırk gün içinde prensesin hastalığı kırklanmış. Prensesin yüzü yeniden doğmuş, tıpkı dolunay gibi. Evet, Şehrazat iyileşiyormuş. Padişah, Cerrah Ahmet’i huzura çağırtmış.
“Üstün başarılarından dolayı Paşa unvanına hak kazandın. Bundan sonra adın, Cerrah Ahmet Paşa’dır.  Şimdi dile benden ne dilersen.”
“Dileğim şudur efendim! Bir an evvel İstanbul’a dönmek isterim.”
“Bunu bir hakaret sayarım. Bir şey dilemezsen kelleni alırım.”
“Paşa unvanı kâfidir efendim.”
“Bu sözü duymamış olayım. Şimdi çık, ülkemde dolaş ve bir ev beğen. Başkaca bir söz işitmek istemem.”

Cerrah Ahmet çaresizce kendini atmış dışarı. Başlamış sarayın çevresinde gezinmeye, velakin çok isteksizce... Nereye gideceğini bilemeden sadece yürümüş yürümüş... 
Kısa bir süre sonra omzuna pençe gibi bir el düşmüş. “Cerrah Ahmet” diye seslenmiş. Uzun boylu, kel bir adammış bu. Yabancı bir ülkede kim tanıyacakmış ki onu?
“Siz, Cerrah Ahmet’siniz, beni tanımadınız mı efendim?”
Cerrah Ahmet bakmış bakmış fakat hiçbir yerden
çıkartamamış.
“Hayır, sizi daha önce hiç görmedim.”
“Gelin efendim! Sizi şimdi de ben misafir edeyim. Lokantaya geçelim, nerede tanıştık içeride söyleyeyim.”
“Hani ben yıllar önce Berkut kuşu eşliğinde size gelmiş ve hazinenizden iki külçe altın istemiştim ya, işte o kişi benim.”

Cerrah Ahmet’in şaşkınlığı yüz çizgilerinden geçip hayret makamına ulaşıyormuş.
Aralarında tatlı bir sohbet başlamış, Cerrah Ahmet muhabbetin tadına varmış. Bu ülkeye niçin geldiğini ve şimdi burada ne aradığını biraz dertli ifade etmiş.
“Prensesin tedavisi için buradayım. Padişahın emri...
Ya bir ev seçerim ya da kellemi veririm.”
“Merak etmeyin efendim! Meseleyi çözeceğim.”

Yol boyunca muhabbet ederek varmışlar ihtiyar pintinin evine. Tabii hak vaki olunca ihtiyar pintinin tüm hazinesi geride kalmış.

Söylenenlerin gerçek olduğunu görünce Cerrah Ahmet’in dili tutulmuş. Bu tecelli Tanrı’nın bir lütfu olmalıymış. Daha öncesi anlam veremediği o garip kılıklı adamın sırrını henüz anlamış.

Ev seçilmiş, padişaha bildirilmiş. Cerrah Ahmet tüm hazineyi kendi ülkesine götürmüş. İstanbul’da aynı yere çok büyük bir hastane yaptırmış. Hastaneye kendi adını vermiş.

Dünya döndükçe, akrep yelkovanı kovaladığı sürece Cerrahpaşa Hastanesi nice prens ve prenseslere hizmet etmeye devam edecekmiş.
“Kalıcı olan insana hizmettir.
Gerisi bomboş bir emektir.”

Editör: Dilek Tuna Memişoğlu 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi