ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 10-03-2023 16:24

Benim İçin Ağlama Gözlerinden Olursun

Yazan: Gülçin Granit -BENİM İÇİN AĞLAMA GÖZLERİNDEN OLURSUN

Benim İçin Ağlama Gözlerinden Olursun

BENİM İÇİN AĞLAMA GÖZLERİNDEN OLURSUN

Pancar gibi kırmızıydı gece. Gökyüzü yere bir o kadar yakın. Nazik Kadın, oğlunun gözlerinin yatağına baktı, bulut kadar beyaz olan gözlerine, şimdilerde kan rengine bulanmıştı. Burun kanatlarına baktı, şişip şişip kabaran. Soluk almakta bile zorluk çekiyordu. Emzirdiği sütü kadar ak olan yüzüne baktı, şimdilerde nikotin sarısıydı. En çokta gözlerine gözlerine…

Sonra bir hasretlik çöktü yüreğine. Her gün gidilir miydi ölüme. Git Allah git! Şu maden yatağında işçi olmak babadan miras mıydı? Onu da maden ocağı patlamasında kaybedeli epey olmuştu. Geçim kaynağı olmayan ve tek maden ocağı olan kasabada yaşıyorlardı. Her gün öl Allah! Öl! Annesi, oğluna tüm çıplaklığıyla baktı. Kadının gözleri oğluna doğru daldı. Nazik Kadın sonra taa ötelerden baktı oğluna;
“Alnındaki çatıya kurban, soyuna sopuna kurban oğul! Alnımın yazısı oğul! İncirin ballısı oğul! Çık bu madenden git başka diyarlarda çalış. Gurbetliği göğüsleriz. Senin yokluğunu ise asla!”
“Anam! Güzel anam! Zeliha’yı ve çocukları nasıl bırakır da giderim gurbet ellere?”
“Bana güven oğul, iki tane sarı kızın sütlerini satarız, pazar yerinde ekmek, reçel ve tarhana yapar yine satarız. Yeter ki sen sağ ol oğul, biz satarız.”

Nazik kadın oğlunun günden güne sararıp solmasına dayanamıyordu. İncecik bedeni daha fazla nasıl dayanacaktı. Buralarda daha ne kadar çürüyüp gidecekti, kocası gibi onunda ölüm haberini almak için mi bekleyecekti? Kara günlerin şahitliğini daha fazla yapmak istemiyordu.

O gece yatıp uyudular. Sabah oğlu dağlardan kopup gelen nanenin ve mutfaktan pişen tarhananın ekşimtırak kokusuyla gözlerini açtı. Kapı ve pervaz aralığından giren rüzgâr tarhananın kokusunu aldı götürdü. Sonra bir serinlik… Çorbanın içine ekmek doğrayıp yediler. Evin içinde sabah sabah çocuklar cıvıldaşıp duruyorlardı. Babalarından akşama bir bebek bir araba istediler. Kar pencerenin pervazlarına usul usul yağıyor ve eriyordu. Kar ve fırtına henüz başlamak üzereydi. Bu kar tutardı, şiddetli bir rüzgâr dağların eteklerini yılan gibi dolanıp, kasabanın çatılarına doğru poyrazı savurdu. Rüzgâr eşik ve pervaz aralarından içeriye üfleye üfleye giriyordu.

Nazik Kadın, oğlunun çökmüş alnının çatısına bir daha baktı, yüzündeki sarılığa, gözlerine oturmuş kana. Şalvarını araladı elini içeriye attı, içinden beyaz bir kese çıkardı. Keseyi açtı ve oğluna bir tomar para uzattı;
“Bunu zor günler için babanın sağlığından beridir biriktiriyorum. Al bunları oğul büyük şehre git. Orada emmin oğlu Sait’i bul. O bir handa bekçilik yapar. Sana yardımcı olacaktır.” Deyip paraları oğlunun eline koydu. Oğlunun gözlerine oturmuş kanda bir aralanma oldu, alın çatısı gülümserken düzeldi. Bir aydınlık çöktü oğluna, Nazik Kadın sevindi. Oğlunun gözleri közlendi. Oğul, anasının gözlerindeki kaz ayaklarını, yüzündeki derinleşmiş çizgileri buldu.
“Bu gidişler mecburi gidiş. Karından izin almadan çık akşam yola, seni bırakmaz, selametle git oğul.”

Oğlunun yüzündeki ışık buradan büyük şehrin yollarını aydınlatmıştı gözlerinde. Annesinin elindeki tomar parayı aldı. Annesinin gözlerinin en değinlerine bakarak onun gözlerinde de umut ışığı aradı. Vardı o koca bir umut gözlerinde. Sonra oğlunu uğurladı. Karısı Nazlı ise halen yatıyordu, gebeydi ve ona fazla yük yüklenmiyordu. Nazik Hanım onunda sorumluluğunu üstlenmeyi başarmış bir kadındı.

Oğulun cebindeki para soğuk havada tüm vücudunu ısıtıyordu. “Ah bir kamyon alsam” diye sayıklayıp durdu. Onunla nakliye işi dahi yapabilirdi. Kum, kömür, taş ne olursa taşırdı. Suyu sıksa parasını çıkarırdı. Emmioğlu da öyle dememiş miydi? Düşünceli bir şekilde o gece eve geldi. Hiçbir şey konuşmadan erkenden yatıp uyudu, sabah erken kalkmıştı.

Paraları da yanına alarak evden çıktı. İkinci el bir kamyonu satın almak için büyükçe bir peşinat verdi. Üstünü taksitler halinde ödeyecekti. Kamyonu satın aldı ve arkasına “Benim için ağlama, gözlerine yazık olur.” yazdırdı. Kömür ocaklarına gidip nakliye işi için sözleşme imzaladı. Hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Çocuklara söz verdiği araba ve bebeği de aldı. Karısıyla, annesine birer yemeni paket ettirdi.

Akşamüstü öksüre öksüre bir kamyon yanaştı evin önüne. Akşamı boğan bir egzoz kokusu, ağır ağır yaklaşan bir toz bulutu. Nazik Kadının içinde bir çarpıntı oldu sonra da bir serinlik ardından uzun uzun bir korna sesi. Sanki evde kim varsa dışarı çıksın der gibi. Çoluk çocuk döküldüler kapının önüne. Nazik Kadın şaşkın şaşkın bakıyordu oğlunun yüzüne.

Oğlu kamyonu park edip girdi içeriye ellerinde hediyelik paketlerle. Çocuklar ve herkes oğulun ağzından çıkacak bir lafa bakıyorlardı. Oğulun yüzü de kara değildi. Üstünde maden iş kıyafetleri de yoktu neler oluyordu? Belli ki işe gitmemişti.
“Anam güzel anam! Emmini oğlu Sait’i aradım, buraya hiç gelme asgari ücretten fazla kazanamazsın. Boşuna yerinden yurdundan olma. Taksitle al bir kamyon kömür nakliyesi yap.” dedi. “Nasıl ama iyi fikir değil mi ana?”
“Değil oğul! İyi değil! Bu işin kazası var belası var. Kaç yiğit can verdi bu araçların üstünde.”
“Ölüm anam! Vakti zamanı gelende nerede olsa götürüyor.”
“Öyle deme oğul. Sen baştan önlemini almalısın. Azrail’le dört teker mi takarsın a oğul?”
“Bundan daha mantıklı iş yok ki anam.”
“Peki, bu boş kamyonla ne yaparsın oğul?”
“Maden ocağıyla konuştum ve orayla bir yıllı sözleşme imzaladık, İstanbul’a kömür nakliyesi yapacağım.”
“Kurtulamadın şu kömür işinden,”
“Tehlikesi yok ki ana, sayende yerinin yüzlerce metre altına girmekten kurtuldum.”
“İyi ya! Sen öyle diyorsan daha ben ne yapayım oğul!"

İncirin ballısı oğul çok mutluydu. Artık kendi işine gücüne oynaya oynaya gidip geliyordu. Evde bir şenlik bir bayram havası esiyordu.

Oğul, anasını her gördüğünde eğilip ellerinden öpüyordu. Oğul mutlu olunca, Nazik Kadın da mutlu oldu. Allah’a şükredip duruyordu fakat ne kadar kendini teskin etmeye çalışsa da Nazik Kadının içinde bilinmeyen bir sıkıntı vardı. Üstü örtülü bir sızı… İçinde bir daralma, kalbinde bir sıkışma ellerinde bir gerginlik oldu. Yüzünün çizgileri biraz daha derinleşti.

Kan sanki vücuduna damla damla iniyordu. Bedeni istem dışı titriyordu. Nazik Kadın her sabah evden çıkarken oğlunu dualarla yolluyordu. Ne olduysa o gece oldu. Pancar gibi kırmızıydı gece. Gökyüzü yere bir o kadar yakın.

Nazik Kadın o gece ter içinde bir dolu kâbusla uyandı. Dağlarda yanardağ patlaması olmuş, tüm katranlar ateş toplarıyla birlikte kasabaya yuvarlanmıştı. “Allah’ım sen hayra çıkar rüyamı.” diye içinden mırıldandı. Oğlu kahvaltısını erkenden yapıp gitmişti o gün, oğlunu hiç görmedi. Gelin evleri süpürmüş, yemekleri hazırlıyordu erkenden. Neşeli şarkılar söylüyordu mırıldanırken.

Akşamüzeri telaşlı bir şekilde kapı vurulmaya başladı, ardı arkası kesilmeyen sert vuruşlarla. “Gelin kapıyı aç! “ diye bağırıyordu Nazik Kadın, anca kalkıp yerinden fırladı, kapıyı gelini daha önce açmıştı. Karşısında iki jandarma eri duruyordu.
“Üzgünüz! Maden kömürü taşıyan bir kamyon yolda devrilmiş, cesedi teşhis etmeniz için sizi morga götürmeye geldik.” deyince Nazik Kadının içinden bir ah koptu ve bir sarmaşık çözüldü bedeninden. Kanındaki son bir gayretle;
“Kamyonun arkasında bir şey yazıyor muydu?”
“Yazıyordu.”
“Ne yazıyordu?”
“Benim için ağlama, gözlerine yazık olur.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi