ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 20-05-2023 16:48   Güncelleme : 20-05-2023 17:07

Barışın Silahsız Gücü / Gülçin Granit

Yazan: Gülçin Granit -BARIŞIN SİLAHSIZ GÜCÜ

Barışın Silahsız Gücü / Gülçin Granit

BARIŞIN SİLAHSIZ GÜCÜ                                                                                                          “Çiçekler her mevsim açar, öyle olmasaydı
                                                            kardelenler karları delip açar mıydı?”

                                     Turgay Tanülkü’ye hitaben

Dünya denen gezegende sana düşen kısmıyla ay, ölgün ışınlarını koğuşun yorgun demir parmaklıklarına tek tek giydiriyordu. Sonra bir uzayıp bir kısalan gölgesiyle başını alıp gidiyordu. Gün ışığı görmemiş, Ulucanlar Cezaevi’nde yaşıyordun. Tam yedi yıldır oradaydın. Azmin ve bilginle mahkûmların üzerine her gün güneş gibi yükselerek doğuyordun. Sen oraya gönderilmiş şifacı biriydin. Belki de sen, Tanrının eliydin.

Cezaevine girdiğinde parasızdın. Koğuşta karın tokluğuna tek kişilik tiyatro oynardın. Hatta koğuşun sobasını bile adamdan sayardın. Ona da her seferinde bir selam çakardın.  Hiç hazır yemedin, parayı kolay yoldan kazanmadın. Bıyığı henüz terlemiş toy bir delikanlıydın. Mahkûmiyet yıllarında konservatuvarı kazandın.  Okuluna gardiyan eşliğinde gidip geldin. Tüm mahkûmlar tarafından da çok sevildin. Okuma bilmeyen mahkûmlara okuma ve yazma öğrettin. Besmelen olmuştu âdeta eğitim…

Yedi yıl sonra suçsuz olduğun anlaşıldı, tahliye edildin, çiğeri yaralı bir güvercin idin. O zaman Tanrıya, “Ben cezaevine geri döneceğim, bir daha asla ayrılmayacağım.” dedin. Böylelikle her cezaevine tiyatro sahnesi yaptırdın. Tüm ömrünü buna adadın. Dışarının dünyasını içeriye taşıdın. Yıllar geçti, sen cezaevlerinde mekik dokurken mahkûmların babası oldun. “Son Kuşlar” oyununu tüm Türkiye’de sergiledin. Buna veda busesi dedin.

Sabahları o simitçinin ne tatlı geliyordu sesi. Tablanın içindeki bin bir susam tanesi. Özellikle Anadolu’da insan, simide, simidin üstündeki susama hasret kalıyor. Hasretin anan oluyor... Her bir susam tanesi özlemle pekişip göğsünü ısıtıyor. Mahkûm, göğsünde sakladığı simitle konuşur. Ana olur, eş olur susam tanesi. Kıyamıyor yemeye, o gece uyur simitle, dedin. 

Yıllarca o günden bu güne halen cezaevlerine kasalarca simit ve çiçek götürdün. Mahkûmların oynadığı iki saatlik gala geceleri düzenledin.  Aileleri hasretlik gidersin istedin. Böylece başlamış oldu proje. Cezaevinde tiyatro sahnesi kurdun.

Hatta bir gün azılı bir mahkûma kadın rolünü giydirdin. O itiraz etti ama diğer mahkûmlar “Bu baba isteğidir, sözü ikilenmez” dediler. Mahkûm, “Ben kadın olmaktan ne anlarım? Ben anamı karımı öldürmüş bir adamım.” dedi.

“Daha iyi ya! Git kütüphaneye öğren, kadın olmak nasıl olur?” demiştin. O çalıştı, ilgisini çekti öğrendikleri. Kadının doğumunu, âdetini, analığını, fedakârlığını bitmeyen çilesini daha birçok ayrıntıyı bu sayede öğrendi. Öğrendiklerini duyumsadı ve sahneledi. Oyun bittiğinde ise kenara çekildi ve sana, “Ben anamı karımı öldürmüş biriyim, bugüne kadar hiç pişman olmamıştım,” derken ardından duraksadı. Gözleri yaşlı bir şekilde ” Ben ne yapmışım!” dedi. Sen birçok mahkûma empati yapmayı işte böyle öğrettin. Ne halt ettiklerini bu şekilde gösterdin.

Bir gün hem ayağına hem bileğine yağız bir delikanlıyı sahneye attın. Delikanlı da içten ve samimi sergiledi rolünü. Onu izleyen ailesi vardı. Hakkını verdi oyunun. Babalarını seyretti çocukları,  uzaktan özlem giderdiler. Biraz gülüp ağladılar. Hiç dokunamadan... Dokunamamak… Ne ağır bir cümle, sevdiğine dokunamamak…  Karşısında olup sarılamamak… Yalnızlığında, nasıl da kendi uzağını inşa ediyordu insan!

Babayiğit delikanlı perde kapanıp herkes gittikten sonra sahneden aşağıya atladı. Ailesinin oturduğu boş koltuklara baktı baktı, sarılıp için için ağladı.  O koltuklarda evladının... O koltuklarda karısının... Orada anasının hasretini kokladı. O koca adam özlemin ve hasretin önünde diz çöktü. İçi kor gibi yandı da yandı... İki saat de olsa uzaktan görmüşlerdi birbirlerini. Şükür duyuyordu buna.  Sen ise diyordun, “Allah’ım şükürler olsun sana.”

Bir gala gecesi bir kız çocuğu geldi yanına, ceketinden çekiştirdi seni. “Baba dedikleri sen misin? Benim adım Sera. Ben hâkim olmak istiyorum, beni de okutur musunuz?” dedi sana. Başını okşadın, uzun saçlarından öptün. “Söyle sen kimin kızısın?” dedin. “Ben Yorgi’nin kızıyım.” dedi. “Hıı! Tanırım Yorgi’yi, sanatçı bir insandır.” dedin. O sırada ezan okunuyordu. “Ezanlar her dinden insanı kucaklar, nerde olursa olsun gel,” dedin.
İnsanlığın tamamı gökkuşağıydı senin için. Bir karakterin eksik olması, gökkuşağından bir rengin eksik olmasıydı diye düşünürdün.

Gösteri sona erince tüm seyirciler dağıldı. Gardiyanlara, “Beni oyuncularımla yalnız bırakın” dedin. Baş başa kaldığınızda gala gecesinin asıl amacına geçtin ve şöyle dedin onlara: “Sizler okumamış olabilirsiniz ama çocuklarınızı özellikle kız çocuklarını okutun. Yaradan'a inanıyorsanız, evlatlarınızın önünü açın. Eylemsiz dua etmeye, bilinçsiz namaz kılmaya son verin. Amaçsız şefkat göstererek bir yere varamazsınız.” dedin.

Gala gecelerinde mahkûm çocuklarıyla tanışır, onlara küçük paralar da verirdin. Toplum tarafından “mahkûmun çocukları” diye ötelenen evlatlar için hep daha fazlasını yapmak istedin. Toplum tarafından örselenmesin istedin. O günden sonra okumak isteyen evlatlar geldi kapına, hepsini okuttun sonra. Sera da hâkim oldu sonunda.

Bir gün seni revirden hastaneye kaldırmışlardı. Yanına bir yaşlı kadın yanaşmıştı. “Evlat! Duydum ki benim oğlumun katiline başrol oynatıyormuşsun, bu Allah’tan reva mıdır” deyince öylesine sustun kaldın bir müddet. “Ellerinden öpeyim anam! Ekmek kokulu anam” dedin. Oğlunun katilini böyle eğitip terbiye ediyordum, diyemedin. O serbest kaldığında sokaklara çıkacak. Yine mi katil olsun, diyemedin. Özgürlüğe engel yalnız ümitsizlikti biliyordun.

Mahkûmların kulaklarına “Ümit” diye seslendin. Özgürlük, ümit etmekten geçiyordu. Bu yüzden sayısı çoğalan çocukları zor şartlar altında okuttun. Yeri geldi, Ankara Ostim’de poşet bile sattın. Kendin için beş kuruş harcamadın. Bir tas çorbaya toplu kaşık çaldın. Karınla omuz omuza verip yılmadan çalıştın. Mahkûmlara sesleniyordun; “Evlatlarınızı okutun, yoksa sizin ranzalarınızı onlar doldurur. Böyle olsun ister misiniz? O zaman ne yapıp edin çocukları okutun!” diyordun.
Devam ediyordun; “Diyoruz ki, çocuklarımıza sahip çıkalım. Nerde olursa olsunlar okutalım... Sanatımızla rehber olalım... Bir gün bir okulun önünden geçiyorsanız bir evlat simit tablasına bakıyorsa gözünün ucuyla, sen de bir simit alıp ver ona. O çocuk bir gün de olsa mutlu okuyacak okulda. Kalmayacak simit susamında aklı ne de olsa.” diyordun.

“Ülke olarak barışı niye yakalayamıyoruz?” diye soranlara, "Araf’ta gibiyim dışarıyı unuttum. Toplum olarak birbirimize dokunmayı unuttuk. Ben duygusunu bırakıp, ‘Biz’ duygusuyla yürümeli ve insan biriktirmeli bu hayatta. Ben duygusundan uzaklaş, her şey reel burada. Sayısını söylemek istemediğim insan biriktirdim bu hayatta. Bakma böyle güzel sözler yazdığıma, ben seni okuyorum aslında.” dediğini hatırla!...

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi