ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 30-08-2022 18:41   Güncelleme : 30-08-2022 18:56

Ayaz Geceler

Yazan: Hakkı Yıldıran - AYAZ GECELER - Truva Edebiyat Dergisi 3. Öykü Yarışması'nda 5. olan öykü.

Ayaz Geceler

AYAZ GECELER

Viyana'ya geldiğimin ilk günleriydi. Bir gün parasız pulsuz bir kafeye gittim. Köşedeki bir masada yalnız oturuyorum. Masanın üstünde sigaram, bir de çakmağım vardı. O an, tek dostum bu ikisiydi. Oturduğum yerden karşı masadaki adamın içtiği biraları sayıyorum: Bir, iki, üç... altı, yedi... adam ha bire su içer gibi bira içiyordu. Arada bir de geğiriyordu. Geğirdikçe “Prosst Helmut” diyen birilerini duyuyordum yan masadakilerden. Adının Helmut olduğunu bu sayede öğrendim. “Prosst” ne demekti acaba? Ne demekse, o demek işte. Ben adını demin öğrendiğim bu adama; bizim oralarda birisi geğirdiğinde, ne diyorsa, onu diyordum içimden. Şu garson da bir huzur vermedi insana!

Çaresiz kendime, yanımda olmayan paramla bir çay ısmarladım. Artık ne olacaksa olsundu. Daha da olmazsa, kaçacaktım aklımca.

Çaresiz kaldığım zamanlarda, sokaktaki evsizler, sarhoşlar gelirdi aklıma. Hallerine acır, ne yerler ne içerler diye düşünür, oradan bir pay edinirdim kendime. Bu adamlar bu haldeyken bile açlıktan ölmemişlerse, sen mi öleceksin acından deyip kendi kendimi avuturdum. Bir ara tam ümidimi yitirmişken, tası tarağı toplayıp gideyim diyordum...

Olmayacak dediğim yerden döndü, hiç olmaz denilen işler. Viyana'nın içindeki benim gibi yabancı aylaklara, ummadık zamanda af çıktı. İşçi affıydı bu. O işçi affı benim kurtuluşumun başlangıcı oldu. O dala tutundum gittim ve sonunda işçi oldum.

Bundan böyle, bir dal sigarayı arkadaşlarla yarı yarıya içmek zorunda kalmayacak, bir kap tarhana çorbasını üç gün üç öğün yemeyecektim. Hatta bazı geceler, aç karnıma uyumak zorunda kalmayacaktım. Gitsin o günler! Yitsin! Yitsin de bir daha bulunup gelmesin.

Şimdi düzenli bir işim var ve trenle gidip gelmeye başladım işime. Trenle işe gidip gelmelerim on yıl kadar sürdü. Sonraki yıllarda kendime bir araba aldım ve o günden bu yana metronun yeraltı trelerine binmek bir daha nasip olmadı. Hiç unutmam; iş yerine yeraltından metroyla gidip geldiğim yıllarda, metronun bazı duraklarını kendilerine mesken tutmuş evsizleri görürdüm.

Özellikle kış aylarında, metronun yeraltı duraklarındaki oturaklarda, hatta bir tren vagonunun içinde, arka oturaklarda sızıp kalan, çoğunun elleri yüzleri yara bere, saçı sakalına karışmış, kirden kaskatı olmuş elbiseler içindeki insanları. Bu garip insanlar ne yerler bilmem ama çoğu zaman ellerinde gördüğüm, kocaman kırmızı şişelerden şarap içtikleri kesindi. İlk zamanlarda o kafede gördüğüm Helmut’a çok benzetirim ben bu adamları. Helmut’un bu adamlardan farkı, bir kafeye sığınmasıydı. Ne bulduysa orada yiyor, orada içiyor, orada yatıp kalkıyordu. 

Duraklardaki oturaklarda ne zaman onlardan birini oturuyor görsem, iki ayaklarının arasında, uzanıp uyuyor olduklarını görsem hemen başuçlarına yakın bir yerde, kimisi yarıya inmiş, kimisinde bir yudum şarap kalmış koca koca şişeler olur. Soğuk günlerde bir metro vagonunun içinde, en arka oturaklarda, genellikle cam kenarında, içerinin de sıcaklığıyla uyuşuk, metronun kim bilir kaçıncı seferinin değişmeyen yolcularıdır onlar.

Bizim firmada çalışan bir Arnold vardı... Bir köşeden biraz önce Arnold'un geçtiği kendine has kokusundan bilinirdi. Adamcağız öldü gitti… Evet geçtiği yerlerde kötü kokular bırakırdı Arnold... Ama Allah için, üstü başı temiz olurdu bari adamın.

Yazları, ütülü kot pantolonun üstüne giydiği beyaz gömlekle gelir giderdi iş yerine. Kışları ise beyaz gömleğin üstündeki bordo renkli ince bir mont, bu mevsime uyan tek değişiklikti. Ayakları hep vücudundan önde giden, giyinişiyle, yürüyüşüyle değişik bir adamdı. Etrafa yaydığı kokuyu, içerken hiç görmediğim halde, onun içkici olabileceğine yorardım. Hastalığından dolayı kullandığı ilaçlardanmış meğer... İçimizdeki fesat fikirlere hiç cevap yetiştirmeden sessizce öldü gitti Arnold.

Aynı işyerinde Rubin isminde biri vardı, hiç kimseyle konuşmayan. Babasından kalma eski bir bisikletle gelir giderdi iş yerine. Firmada ben onun kahve içtiğini bir kez olsun görmedim. Çok zengindir bu adam derlerdi onun için. Onu gören arkadaşların akıllarına ilk para gelirdi de parasının hesabına girişirlerdi. O da kötü kokardı. Yoksa Arnold gibi onunda mı onulmaz bir derdi vardı acaba? 

Evsizlerin evinden bahsediyordum… Yeraltı trelerinden.

Bazı vagonların kapıları açılır açılmaz gelen pis kokudan bilinirdi içeride bir evsizin varlığı. Bazen de o koca vagonun boş oluşundan. İşe yetişme telaşıyla ilk gelen trenin herhangi bir vagonuna rastgele binenler, içerde onlardan birinin kokusuyla karşılaşınca, sonraki ilk durakta kaçışarak inerler ve hemen vagon değiştirirlerdi. Bu durum her durakta aynı vagona binen yeni talihsizler tarafından tekrarlanırdı. Vagonun içinden gelen o dayanılmaz kokuya anlam veremeyen yolcuların çoğunun elleri burunlarında kaçışmaları bilindikti. Evsizlerin içler acısı halini ya hep göreceksin ya da hep görmezden geleceksin.

Değişik duraklardaki kalabalıkların metroya inip bindikleri zaman dilimlerinde daha neler görmedim ki... Uluslararası toplantı merkezinin önündeki metro durağında tirene inen, binen, takım elbiseli, diplomat olduklarını düşündüğüm birçok insanı mesela...Diplomatları sürekli bir yerlere telefon eder görürdüm.

Metrodaki her durağın bir evsizi vardır. Ev sahibi mi diyelim, yoksa her durağın bir  Helmut’u mu diyelim? Bedenine uymayan elbiseler içinde, elindeki şimdi tam hatırlayamadığım bir nesneden, telefon ediyor sağa sola...

Ah be çocuk... Çok da gençmişsin daha... Ne o; o elindeki telefonla anneni mi arıyordun? Burada o umduğun, takım elbiseler içindeki adamlardan mı bahsediyordun? Sana hiç para vermediklerini mi söylüyordun? Ya da çoktandır karnının aç oluşunu mu anlatıyordun annene? Kim bilir, belki de sevdiğin ama seni çoktan terk etmiş kadına mı anlatıyordun bütün bunları... Bizler kendi evlerimizdeki rahat yataklarda uyurken, yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızdayken, bu dünyayı biz mi dar ettik sana? Yoksa bunları mı diyordun?

Bu insanlar gördükleri hemen herkesten ya sigara ya da reddedilmeyecek kadar az para isterler. Yirmi kuruş, elli kuruş gibi. Bazen de biriktirdikleri kuruşları bütünletmek...

Belediyenin umumi araçlarıyla işe gelip gitmelerim devam ediyordu hala. Bir gün gene tirenden indim, Viyana’nın orta yerindeki, birden dörde kadar numaralanmış, birbirinin altından, üstünden geçen bir numaralı olan başka tirene bindim. Bir durak ötedeki, şehrin en ünlü kilisesinin de olduğu yere vardık. Burası merkezi bir yer olmasından ve o ünlü kiliseye ziyarete gelenlerden çok kalabalıktı. Böylesi kalabalık yerler, evsizlerin özellikle tercih ettiği yerler olurdu. Bu durakta inenler indi, binenler bindi.

Sürücünün son uyarısıyla birlikte tirenin o bilindik sesi duyuldu, tüm kapılar kapanmak üzereydi ki, bir genç adam kendini kıl payı içeri attı. Neredeyse kapıya kısılıyordu. Üstündeki kaplumbağa kabuğuna dönmüş giysileriyle, bu bir evsizdi... O bilindik koku da onunla birlikte içeri girdi. Sendeleyerek gitti ve vagonun en arkasındaki boş bir oturağa oturdu.

Dizlerine dirseklerini dayayıp başını avuçlarına gömdü. Birden, vagondakilerde, kokunun geldiği yerden uzaklaşma telaşesi başladı. Ben de o telaşeli yolcuların içine karışıp önlere doğru ilerledim. Bir sonraki durakta inip, yoluma diğer vagonda devam edecektim. Buna, vardığımız durakta gördüğüm güzel kız engel oldu. Benim gibi başka gençler de vardı burada inmek isteyip de aynı nedenden dolayı karar değiştiren. Gözlerimizi kızın güzelliğine diktik hepimiz.

Kız içeri girdi ve gidiş yönüne ters boş bir koltuğa oturdu. Evsiz adam en arkada, yönü tirenin gidişine dönüktü. En arkadaki evsiz de o kız da şimdi tam karşımdalar. Kız elinde getirdiği hamburgeri kâğıt torbasından çıkarıp ucundan bir ısırık aldı. İlk ısırıkla birlikte anlam veremediği bir kokudan dolayı iştahı kaçtı. Hamburgerin içine baktı. Çevirdi, açtı bir daha baktı. Tam karşısında oturan evsizi görünce, ağzındaki çiğnemi yutmakla yutmamak arasında kararsız kaldı. Zorlanarak da olsa yuttu. Ben karşıda dikildiğim yerden onları izlemeye devam ediyorum öylesine. Kız, elinde kalan hamburgeri kâğıt torbasına geri koymaya hazırlandığı sırada, evsiz adam iki oturak öteden koşup, kızın elinden hamburgeri kaptı. İki büyük ısırık aldı. İkinci ısırığına karışan kâğıt parçasını fark etmedi bile. Sonra elinde kalan bir çiğnemlik hamburgeri, kıza geri uzattı... Kız, “Hepsini yiyebilirsin” dedi ve ekledi, “istersen bir tane daha var” Adam o son parçayı da hızlıca ağzına atıp, kafasını ileri geri salladı. Hem “Evet istiyorum” hem de “teşekkür ederim” der gibiydi.

Kız, bir sonraki durakta indi. Tiren hareket edinceye kadar kenarda bekledi. Tiren hareket etti. İçerideki evsiz adam tam hizasına gelince ona el salladı.  Elindeki öteki hamburgeri yemekle meşgul olan adam bunu fark etmedi. Kız içerdeki kaçışan insanlara, kaçmak yerine başka şey yapmayı öğretti ve gitti.

Kadın evsizler de görürdüm sokaklarda ara sıra… Şehrin, evlerin seyrek olduğu bir kenar mahallesinde, bir gün yaşlı bir Alman kadın gördüm evimin penceresinden. Yaz günüydü, üstünde yerlere kadar uzanan geniş bir palto vardı ve göğsünün hemen üstünden, ilk düğmeden başlayarak tümü ilikliydi. Elinde bir oyuncak bebek arabası vardı. Bu durum ilgimi çekince camın arkasından takibe başlamıştım. Tam benim penceremin dibine geldiğinde, arabanın içindeki küçük battaniyeyi açtı… Oradan gözüken plastik bebeği kucağına aldı. “Bak,” dedi, “Helga burada, Helga seni hiç bırakır mı?”  Bebeği omzunda sıvazlayıp pışpışladı. Sonra yeniden ve dikkatlice bebek arabasına yatırıp sürdü gitti.

Çocuğun olmuyor diye senden boşanan kocana inat mı edindin sen bu bebeği? Yoksa yıllar önce doğurduğun bebeğin öldü de mi bu hallere düştün? Sen de mi kıymeti bilinmeyenlerdensin?

Aynı mahallenin iki sokak ötesinde bir evsiz kadın daha... Onu ilk gördüğüm günün üstünden kaç yıl geçti! Hep öyle, aynı sokakta döner durur. Kırarmış seyrek saçları sürekli ıslak, üstünde bir erkek ceketi, pantolonu yırtık ve ayakkabıları yok...Bu kadın, gördüklerimin en çaresizi... Bilmiyorum! Yan binalarda oturan Şöhret anne belki daha çaresizdi. Kocasının, evlatlarının dilenmek zorunda bıraktığı Türk kadın.

Türkçesi kemer dedikleri Viyana’yı çevreleyen tarihi taş surlar vardır. Üstünden tramvay geçiyor şimdilerde. Surların altına, zamanında ne amaca hizmet ettiğini bilmediğim geniş oyuntular bırakmışlar. Bu oyuntular belki yağmura yağışa karşı örülmüş nöbetçi sığınaklarıdır. Şimdilerde bu oyuntuların çoğunun arkasını önünü kapatarak dükkâna çevirmişler. Bazılarına da Viyana'nın başka evsizleri sahiplenmiş. Kartonlardan kendilerine yatak edinmişler. Buz gibi taş duvarların girintisinde kat kat giydikleri kirli elbiselerini, kışın kendilerine yorgan etmişler. Viyana'nın ayaz gecelerinde elbiselerine kırağı tutmuş, hatta sırf bu nedenle ölmüş insanlardan hiç bahsetmeyeyim.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi