ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 29-01-2023 19:07   Güncelleme : 26-02-2023 00:01

Aktan Çıktı Turna Kuşu

Yazan: Şeyma Aktepe -AKTAN ÇIKTI TURNA KUŞU

Aktan Çıktı Turna Kuşu

AKTAN ÇIKTI TURNA KUŞU

Köy kahvehanesinde her zamanki kalabalık, hep bir ağızdan çıkan sesler ve çay kaşığının şıngırdayan sesi birbirine karışıyordu. Çaycı Reşat, köylünün sevip saydığı, bilinen biriydi bu köy yerinde. Sabahın erken saatlerinde camiden çıkar kahvehanesini açardı. Boynunda sallanan gözlükleri ve asla çıkarmadığı kasketi ile yüzü yıllanmış, elleri buruşmuş olsa da hâlâ işe gidip gelirdi. Ekmek tekmesiydi en nihayetinde, ekmeğinin çıktığı yeri terk edemezdi. Titrek elleri ocaktaki çay demliğini alıp bardaklara boşalttı.

O esnada köşe başından tıfıl, yeşil süveterli, beş altı yaşlarında bir çocuk koşarak kalabalığa bağırdı.

‘’Rıza emmi vefat etmiş!’’
Gürültülü kalabalığın sesi bir anda kesildi, hepsi can havliyle kendilerine koşan çocuğa baktı. Ufak tefek çocuk canı oracıkta çıkacakmış gibi nefes nefese kalmış, kahvehane kapısına tutunmuştu.

‘’Ne oldu Bekir? De hele!’’ dedi çaycı Reşat kalabalığın arasından sıyrılıp.
‘’Rıza emmi...’’ dedi çocuk. ‘’Bu sabah hakkın rahmetine kavuşmuş.’’ 

Kalabalıktan hayret sesleri yükselince hepsi birden ayaklanıp dışarı çıktı. Rıza Bey, nam-ı diğer ayakkabıcı Rıza köy eşrafında ileri gelen adamlardan biriydi. Geçimini ayakkabı tamir ederek sağlardı. Yaşı çok da ileri değildi, gencecik adam bu yaşında ölüp gitmişti. 

Rıza Bey ardında hanımını, oğlunu ve iki kızını da bırakıp göçmüştü bu dünyadan. Oğlunun eli ekmek tutmazdı, amiyâne tabirle hayta söz dinlemez biriydi Ahmet. Büyük kızı Firuze tüm gün tarlada çalışarak ekmeğini sudan çıkaran bir kızcağızdı. Diğer kardeşleri henüz on yaşındaydı. Hele hanımı Emine Hanım daha kırk beş yaşında dul kalmıştı. 

Yas evine ilk günden tüm köy halkı akın etmişti. Herkes Rıza Bey’in ailesine baş sağlığı diliyor, bazıları içeri geçip saatlerce kalkmak bilmiyordu. Ocağı yıkılan ev yaslarını unutup köylülere hizmet etmek zorunda kalmıştı. İlk gün yoğunlukla geçti, sonraki günler Rıza Bey’in yokluğunu derinden hissettiler. 

Babaları gitmişti, evlerinin direkleri kuş olup uçmuştu yuvalarından.

Aylar su olup aktı, Emine Hanımın yıllarını verdiği birikimi de azaldıkça azaldı. Büyük kız Firuze’nin tarladan kazandığı para da yetmiyordu artık. Ahmet desen hiç işe yarar mı o hayta oğlan!

‘’Gidelim.’’ dedi Emine Hanım. 
Böylece köy yerinden çıktılar ellerinde bohçalarla bilmedikleri şehire.

Firuze ilk kez şehire gitmenin heyecanını yaşıyordu içten içe. Kırmızı bohçasına sımsıkı sarılmış, arada yemenisi düzeltiyor trenin İstanbul’a varmasını bekliyordu.

Hep duyduğu, meraktan ölüp tükendiği yere gitmek için sabırsızlanıyordu. Aklı başında bir kızdı Firuze. Oraya para kazanmak için gittiklerini biliyordu. Ailesine destek olmak için bir ipin ucundan da o tutacaktı. Yol yolak bilmezdi belki ama her şeyi hemen öğreniverirdi. Nasıl olsa Firuzeydi o, yapamayacağı hiçbir şey yoktu.

Vardılar en sonunda İstanbul’a, hepsi dili tutulmuş gibi baktı bu efsunkar şehire. Adına şiirler, türküler okunan memleketin her bir köşesine bakındılar. İlk kez denizi gören gözleri hayretle bakakaldı.

‘’Ne büyük dere!’’ dedi en küçük kardeş. ‘’Bizim köydeki dereden büyük valla.’’
Heyecanla annesine döndü, minik gözlerini kocaman açmıştı.

‘’Anne kıyafetlerimizi burada yıkarız artık.’’ dedi sevinçle. ‘’Bende yardım ederim büyüdüm artık.’’
Gururla kollarını beline bağladı. Onun bu sözleri Firuzeyi güldürmüştü. Masalsı maviliğe iç çekip buradan ayrılmaları gerektiğini kendine hatırlattı. Bir an evvel bir yuva bulmaları lazımdı, bilmedikleri yerde sokakta kalamazlardı. İstanbul’da ki tek tanıdıkları Rıza Bey’in teyzesinin kızıydı. En nihayetinde onun kapısını çalmaya karar verdiler. Nazan Hanım pek bir konuk severdi, Rıza Bey’in kaybı onu da çok üzmüştü. Onun emanetlerine gözü gibi bakacaktı.

Nazan Hanım, İstanbul sosyetesinden bir hanımdı. Bilindik, zengin, adı sanı bilinen biriydi. Firuzelerin hayran olduğu o denize bakan bir yalıda yaşıyordu. Firuze için orası saraydan farksızdı fakat Nazan Hanımın eşi Fikret Bey onları evlerinde görmekten rahatsızlık duyuyordu. Onları gördüğünde alttan alta iğneliyor, tiksintiyle göz süzüyordu.

Firuze köylü olmanın ne demek olduğunu şehirde daha iyi öğrenmişti. Nazan Hanımın parasını kabul etmemişlerdi. Annesi ile birlikte gündeliğe gider para kazanırdı. 

Günler geçtikçe Fikret Bey’in hakaretleri de artmıştı. Kaldıramıyordu Firuze, o cevval, her işe yatkın kız gitmiş yorgun biri çıkagelmişti ama aynı zamanda bu sürede etrafına merakla bakıyor, öğrenebildiği kadar çok şey öğreniyordu. Kendisindeki değişim unutturuyordu geçmişini ona.

Yine bahçedeki ıhlamur ağacının altında oturduğu bir vakit kardeşi Ayşe koşa koşa geldi yanına, heyecanla kızaran yüzü birazdan bir müjde vereceğinin habercisiydi.

‘’Abla köye dönüyoruz.’’ dedi kıpır kıpır sesiyle. Burun kıvırdı Firuze, bu göğü berrak memleketi bırakıp da hiçbir yere gitmezdi. Ayşe’yi yanından gönderip ıhlamur ağacıyla yalnız kalmak ve bu ağacın gölgesinde yıllanmak istedi.

Ihlamur ağacına derdini döker, yaşadığı zorlukları anlatırdı. Bu ağaç bir nevi babasının yerini almıştı onun için. Gövdesine yaslandığında aynı huzuru buluyordu. Şimdi bu huzuru bırakıp köye dönemezdi. 

Şehire alışmıştı Firuze, insanların hakaretlerini artık kulak arkası ediyordu.  

Gündeliğe gitmeyi de bırakmıştı. Batı kültürüyle yoğrulan şehrin adetlerini öğrenmiş, onlara uygun yaşıyordu. Oturması kalkması çok farklıydı artık. 
Turna kuşu gibi göç ettiği bu şehir onu topyekûn değiştirmişti.

Mücevherlere, eşyalara, kıyafetlere ağzı açık kalıyor, bu şehre adım atmadaki amacını tamamen unutuyordu. 

Sanki gözlerini kapıyorlar, ardına bakmasını engelliyorlardı. Ardında ise köyü, ailesi ve çok sevdiği babası vardı. 

Onu o yapan her şey İstanbul’un tozlu rüzgârına kapılıp gitmişti çoktan.

Çok geçmeden kara haber fısıldandı kulağına, ailesini kaybetti elim bir araba kazasında sonra ise bulduğu huzuru. Açtığı çiçeği kırağı vurmuş, geriye saf acısını bırakmıştı. Yüzü günden güne tıpkı bir kandilin ışığı gibi söndü, duman olup karıştı canhıraş çığlıklarına.

Ihlamur ağacı bile veremedi aradığı huzuru Firuzeye, bu efsunlu şehir başladı ona dar gelmeye.
Yalnızlığı dile gelse turna kuşları ağlardı üzerine, yağmur yağıyordu bardaktan boşalırcasına. Gökyüzü yaktığı ağıtı gözyaşı olup akıtıyordu Firuzenin üstüne. 

Yağmur yağıyordu, o trenin kara dumanını bekliyordu. Ağladı haline, gökyüzü de ağladı, turna kuşları da…

Ihlamur ağacını terk edip gitti, zaman geçti, kim olduğunu hatırladı. Turna kuşu aktan çıktı, yardan ayrıldı, dilhun olup uçtu geldiği yere.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi