DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Advert
Demet Mannaş Kervan
Demet Mannaş Kervan
Giriş Tarihi : 25-08-2022 03:27

Anı İle Öykü Karşılaştırması / Anının Öyküye Çevrilmesi (Uygulamalı)

Anı ve öykü arasında gerek anlatım biçimi, gerekse konu edilen olayın olma olasılığı açısından farklar vardır.     

Anı; yaşanmış olan olayları üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra anlatan yazılardır. Anıda anlatıcı; söz konusu olayı bizzat yaşayan ya da duyan, şahit olan kişidir ve mutlaka birinci kişi ağzından anlatılır. Yani anılarda “Ben” dili kullanılır. Anılarda, yaşanmış olan olay, içine kurgu katmadan, olduğu gibi anlatılır. Ancak, karşımızda oturan birine anlatır gibi değil, edebi bir üslupla kaleme alınır.   

Öykü ise; eskiden yaşanmış olayları konu edinebileceği gibi, günümüzde yaşanan ya da gelecekte yaşanacak olan olayları da anlatabilir. İlaveten, ele alınan konunun yaşanmış olma zorunluluğu da yoktur. Hiç yaşanmamış, hatta yaşanma olasılığı olmayan olayları bile konu edebilir. Anı yazılarında olaylar, olduğu gibi anlatılırken, öykülerde; yaşanmış bir olay dahi olsa kurgulanarak anlatılır. Zaman, mekan ve olay örgüsü kurulmalı, ana olay; serim, düğüm ve çözüm bölümleri içerisinde geliştirilerek anlatılmalı ve edebi üsluba uygun şekilde yazılmalıdır. Öyküler; roman kadar uzun olmadan, ana olay çevresinden kopmadan, en fazla bir iki yan olay eklenerek, karakterleri her yönüyle (fiziksel, zihinsel, kişilik özellikleri, duygusal) değil, sadece anlatılan olayda ele alınan yönüyle vermelidir.     

Bu kısa özetden sonra anı ve öykü arasındaki farkı daha iyi incelemek için bir uygulama yapalım. Aşağıya küçük bir anı bırakıyorum. Sonrasında bu anının öyküleştirdiğim halini okuyacağız. Ancak unutulmamalıdır ki; aynı anı pekçok farklı şekilde de öyküleştirilebilir. Aynı anıyı bambaşka bir zamana ya da mekana taşıyarak, içerisine farklı karakterler katıp, hatta anlatıcıyı ve anlatım dilini ( ben, sen, o dili) bile değiştirerek ya da kronolojik anlatım yerine zaman sekmelerinden yararlanarak pek çok farklı öykü yaratabilirim, yaratabilirsiniz. Başlayalım!

MUSTAFA HAKKINDA ANI:    

Küçük bir kızken, mahallemizde yaşayan Mustafa adında küçük bir çocuk vardı. Benden dört yaş küçktü. Hemen bitişiğimizdeki apartmanda otururlardı. Çok yaramaz bir çocuktu Mustafa, cin gibi de akıllıydı. En büyük zevki, mavi üzerine kırmızı çizgili topuyla oynamaktı. Annesi ne zaman arkasını dönse, topunu alıp evden kaçar, bizim apartmanın önündeki kaldırım boyunca oynamaya başlardı. O topu akşama kadar hoplatsa, zıplatsa yine de bıkmazdı.   

Hiç unutmam, Ramazanın başlamasından bir gün önceydi. Mustafa ile annesi bize gelmişler, salonda oturuyorlardı. Bense odama kapanmış, bebeklerimle oynuyordum. Annem ile Mustafa’nın annesi, ertesi gün iftar için ne yemekler yapacakları üzerine koyu bir sohbete dalmışlardı. Bunu fırsat bilen Mustafa da, yine topuyla birlikte evden sıvışmış, penceremin altındaki kaldırımda oynamaya başlamıştı.   

Bebeklerimle evcilik oynamaya dalmışken, açık penceremden odama dolan acı bir fren sesiyle irkildim. Hemen pencereye koşup dışarı baktım. Yolun ortasında duran sarı mersedesin sürücüsü arabadan çıkmış, feryat figan bağırıyordu. Gözüm, arabanın biraz ilerisinde duran mavi üzerine kırmızı çizgili topa takıldı bir an, ama Mustafa’yı görememiştim. Günler sonra annem anlattığı zaman anlamıştım; neden göremediğimi...   Zavallı Mustafa, yola kaçan topunun ardından koşunca arabanın altında kalmış, ön tekerlekleri Mustafa’nın üzerinden geçtikten sonra anca durabilen araba, küçük bedenin üzerini örtüp görüşümü engellemişti.

MUSTAFA HAKKINDA ÖYKÜ:     

Arabaların süratle ve kesintisiz bir şekilde aktığı ana caddenin kenarında donup kaldım. Yanımdaki, üniversiteden arkadaşım Nalan; “Hadi kızım, yürüsene! Daha çok işimiz var,” dese de, kıpırdayamıyorum. İteklemeye kalkıyor beni. Büyük hata! Kolumu tutup öne doğru hamle yapmasıyla birlikte öyle şiddetli bağırıyorum ki;   

“Yapmaaaa!”  

Donup kalma sırası Nalan’a geçiyor. Zavallı kız, sebebini nereden bilecek ki? Nasıl bilebilir ki?     

Ne zaman bir yolu karşıdan karşıya geçecek olsam içimi bir panik, az sonra kötü bir şey olacağına dair bir korku kaplar. Elim ayağıma dolaşır, öylece dikilir kalırım bir süre. Annem, küçük bir kızken yaşadığım o olaydan sonra o kadar sıkı sıkıya tembihlerdi ki beni; “Sakın yola atılma! Sağını solunu iyice kontrol et! Dikkatli ol! Bak, gördün değil mi Mustafa’ya olanları?” Yaşanan her bir an, içime yer edip kalmış, annem de ihtarlarıyla bunu iyice perçinlemişti.

Görmüştüm evet. Mustafa’ya olanları görmüş ve unutamamıştım. Koskoca bir kız olduğum halde, karşıdan karşıya geçmekten ödümün kopması bundandı işte!    

Aradan yirmi yıl geçmesine rağmen hala düşünürüm; yan komşumuz olan annesiyle birlikte bizim eve geldikleri o gün, “Ben küçük bir çocuka oynamam,” diye tutturup odama kapanmasaydım, bebeklerimle oynamak yerine Mustafa ile oynasaydım, ne olurdu? Acaba kim, kimi ikna ederdi? Onu odama gelip oynamaya ikna edebilir ve hayatını kurtarabilir miydim? Yoksa, sokakta top oynamaya ikna edilen ben mi olur, o kazaya ben mi kurban giderdim? Cevabı bilinmeyen sorular...     

Çok severdi Mustafa, mavi üzerine kırmızı çizgili topunu. Her fırsatta, kaşla göz arasında annesinin yanından sıvışır, soluğu apartmanımızın önündeki kaldırımda alırdı. Merak ederdim; “Ne anlıyor bu çocuk topla oynamaktan? At, tut...Vur, koş, tekrar vur... Çok saçma!”   

O gün de top oynuyordu Mustafa. Kısacık bacaklarıyla vuruyor, ileriye doğru giden topun ardından koşup tekrar basıyordu tekmeyi. Koştu, vurdu. Koştu, vurdu...   

Yolun elli metre aşağısından gelen sarı Mercedesin içindeki adam; nasıl oldu bilinmez, fark etmedi yola fırlayan topu. Oysa her sürücü yola fırlayan bir top gördüğünde durması gerektiğini, ardı sıra bir çocuğun çıkabileceğini bilirdi. O gün de çıkmıştı! Ama sürücü görmedi, göremedi. Odamın kaldırım tarafına bakan penceresinden gelen o kara haber gibi fren sesinin sebebi buydu işte!   

Hemen fırlayıp pencereye koşmuş, gördüklerimi bir daha unutmamak üzere zihnime kazımıştım. Kopan feryatlar bir sürücüden, bir komşumuzdan yükseliyor, dövülen dizler ve çaresizliğin acısı bütün mahalleyi sarıyordu. Tabi bir de görmediklerim vardı... Mustafa’nın, arabanın altında kalan, o sarı metal yığını tarafından örtülen küçük bedenini görememiştim mesela! Ama görmemek, hiç bir şeyi değiştirmedi. Ne de olsa insan hayal edebilen, göremediği şeyleri bile zihninde canlandırabilen bir varlıktı.   

O günden sonra her gece, Mustafa’nın, arabanın altında kalan bedeninin olası görüntüleriyle daldım uykuya. Bazen kanlar içinde olurdu, bazen parçalanmış... Bazen de az sonra uyanacak gibi yerde yatan küçük bir bedendi sadece.  

O gün tanışmıştım ben ölümle. Küçük çocukların da ölebileceğini o gün öğrenmiştim. Şimdi düşününce anlıyorum ki; galiba biraz da büyümüştüm o gün.    

O gün işte! Hani, Mustafa’nın annesiyle bize geldiği, odamda tek başıma bebeklerimle oynadığım o gün... Hani iki kadının, ertesi gün başlayacak Ramazan için iftarda ne hazırlayacakları konusuna dalıp gittikleri, başıboş kalan Mustafa’nın da topunu alıp kaldırıma koştuğu o gün... Acı bir fren sesinin, bugün bile geceleri haykırarak uyanmamın sebebi olduğu o gün... 1984 model sarı Mercedesin üzerine vuran güneş ışığı gözlerimi kamaştırırken, yolun içinde sahipsiz yuvarlanan mavi üzerine kırmızı çizgili topu gördüğümde, aklımdan geçen ilk düşüncenin; “Bu top şimdi kimin olacak? Bana verirler mi acaba?” olduğu o gün...Bugün durduğum yol kenarından çok çok gerilerde kalmış o gün... Hadi artık, geçmeliyim.

NELER SÖYLENDİ?
@
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
Advert
Yol Durumu
ARŞİV ARAMA