ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 15-01-2024 23:33   Güncelleme : 16-01-2024 02:44

Aşure / Ahmet Keskin

Yazan: Ahmet Keskin -AŞURE

Aşure / Ahmet Keskin

AŞURE

- Nasıl geleyim anne? Hafta içi çalışıyorum. Bir tatil günüm var. O da ev işi, çamaşır, temizlik derken bana yetmiyor. Sen de “Gelmiyorsun.” diye sitem ediyorsun.

- Özledim kızım sizleri. Faik’i, Fadik’i özledim. Koklamak, sarmak, sarmalamak istiyorum.
- Of anne of! Ben ne diyorum? Sen ne diyorsun?
-Tamam, kızım tamam.
- Hemen alınganlık yapma, ilk fırsatta geliriz. Şimdi telefonu kapatmak zorundayım. Müsait olunca tekrar ararım.

Biricik kızı kapatmıştı işte telefonu. İçine torunların ateşi düşmüş, yakıp duruyordu.
Faik, dedesine benziyor. Gözleri, alnı, burnu, gıdığı… Her bir yeri, o. Konuşması da… Ya laflaması, ardından “Anlaşıldı mı?” diye pekiştirmesi… Fadik, babaannesine çekmiş. Huyu, aksiliği… Durduk yerde dünürünün günahını da alıyordu…

Elindeki telefonu pencereye bıraktı. “Ev sıktı. Dışarı çıkıp hava alayım. Yakında içeri tıkılıp, kalacağız. Kış kapıda…” diye içinden geçirdi.

Kapı ardındaki bastonunu alıp, dışarı attı kendini. Ortalık güneşe kesmiş, damı aşan güneş, ta merdivenlere kadar gelmişti. Bastondan güç ala ala, karşı duvar dibindeki divansı tahtadan sekiye ulaşıp oturdu. Elma ağacının dalları, aşağıya doğru meyvelerin ağırlığı ile sarkmıştı. Dallara bakıp; “Bu sene meyvesi bol… Gelseler toplardık. Şimdi ben nasıl toplarım bu yaşlılıkla. Zebil olacak hepsi.” diye söylendi.

Elmalar, al al kızarmıştı. Her biri “Kopar da ye.” diyordu sanki… Rahmetli kocasına Çivril’den asker arkadaşı getirmişti fidesini. İki elma, biri kırmızı, diğeri beyaz… Birlikte dikmişlerdi. Her elma yediklerinde rahmetle anardı arkadaşı Sadık’ı. “Bir Fatiha okuyalım, hanım.” derdi. Erinmez okurlardı...

Ellerini açarak, her ikisi için dua edip, rahmet diledi. “Giden gelmiyor, yapayalnız kaldım. Oğlun, kızın olsa ne fayda. Herkes kendi derdinde… Oğlan iyice boşladı. Tarlayı sattırdıktan sonra, yüzünü gören cennetlik… Kız, hiç olmazsa telefonla arayıp soruyor.” diye düşündü.

Oturduğu yerde ruhu yoruldu. Bükülen belinin üstündeki başı ağırlaştı. Bastona çenesini dayayıp, daldı gitti… Boş boş gözlerle avluya bakıyor; ortalıkta koşuşan tavukları, ayakları dibine uzanan kediyi görmüyor, uzaktan gelen köpek havlamalarını duymuyordu.

Ayak sesleriyle irkildi. Başını kaldırıp baktı. Yan evin gelini Fatma seslendi:
- Koca ninem.
- Gel Fatma gel, sen bari gel kızım.
Fatma sesteki sitemi hissederek:
- Hayırdır ninem?
- Hayır kızım hayır, oturuyorum tek başıma.
- Ninem sana aşure getirdim.
- Ne ara yaptın hamarat?
- Canım çekti, sabahtan vurdum ocağa. Sana da nasip olsun.
- İyi yapmışsın, elma da koysaydın içine.
- Sabah sana seslendim. Duyuramadım. Ağacından üç beş tane kopardım. Koydum içine. Elması senden oldu.
- İyi etmişsin iyi.
- Nereye koyam, ninem bunu?
- Üşenmezsen mutfaktan iki kaşık kap gel, beraber yiyelim.

Fatma tabağı yanına bırakıp içeri geçti. Kendi evi gibi her bir şeyin yerini biliyordu. Bir kaşıkla çıktı geldi.
- Hani kendine kaşık?
- Sen ye ninem, afiyetle.
- Birlikte yeseydik.
- Ben yedim... Ninem elmaların toplanma zamanı geçiyor.
- Geçiyor da kızım, bu kocamış halimle nasıl toplayam? Kıza dedim, onlar da gelemiyor…
- Ben Seyfi’ye diyem, toplayıverelim.
- A benim düşünceli Fatma’m. Rabbim senden razı olsun. Her işime, üşenmeden koşuyorsun.
- Elime mi yapışacak ninem?
Kaşıkla aşureden alıp, ağzına kattıktan sonra:
‐ Hım… Tadı güzel olmuş, kıvamında. Eline sağlık.
- Sen ye ninem. Ben gideyim. Sonra gene gelirim. Beğendinse daha getiririm.
- Güzel olmuş güzel. Sen dağıtcek yerlerin varsa ver. Bu, bana yeter.

Fatma, şalvarını savura savura uzaklaşırken, o da arkasından bakakaldı… “İnsanın Fatma gibi bir kızı, bilemedin gelini olmalı.” diye kurdu kafasında…

Eski yılgın halinden silkinip, kurtuldu. Aşure mi yoksa Fatma mı? Nedir bilinmez, kendisine iyi gelmişti. Belki ikisi birden iyi gelmişti. Yaşamı anlam bulmuştu yeniden...

Editör: Hamit Gözümoğlu 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi