ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 07-10-2023 22:50

Karagöz / Mehmet Engin Ayatar

Mehmet Engin Ayatar -KARAGÖZ

Karagöz / Mehmet Engin Ayatar

KARAGÖZ

Saat altı otuz sularıydı. Şafak sökmüş, mayıs ayının gülümseyen sıcaklığı yavaş yavaş sokaklara yayılmaktaydı. Orhan Veli’den habersiz bir adam, İstanbul’u dinliyordu gözleri kapalı. Bütünüyle bitkindi, gene uyuyamamış sabah seherinde kısa bir yürüyüşle Kasımpaşa’dan Haliç’e inmişti. Bize düşmez ama bir duyabilsek Kasımpaşalı Hafız’ın yüreğinden geçenleri, sıla dar gelirdi bize.

Doğma büyüme İstanbulluydu. Bir öykü İstanbul’da geçer de onu anmamak olur mu? Her bahar sabahı gibi, Haliç dile gelmez güzellikte bir kadın gibi uyumaktaydı. Saçlarını Pier Loti sırtlarına dağıtmış, elleri Bizans mülkünde usul usul kayıkları oynatır, kazara rüzgâr tenine değse uykusu büsbütün dağılır, kokusunu verir mercan pullu balıkların. Mavidir rengi gözlerinin, ışık ışık dağılır tepelerine İstanbul’un. Kim bilir ne zaman uzanmıştır Dersaadet’in koynuna. Aşığı da çoktur, benden söylemesi! Sevdalılar, şairler, terk edenler, terk edilenler, şarapçılar, balıkçılar… Minareler bile martı martı öper eteklerinden. Âşıklar, hacı olsa İstanbul’a gelirlerdi herhâlde. Bu tasvir bitmez ya biz bitirelim.

Hafız’ı sahilde unuttuk o da evinin yolunu tuttu usulca. İki gün önceki oyundan yorgundu besbelli… Hayalidir kendisi Hafız’ın ve zamanının (18. yüzyılın sonları) en büyük Karagöz ustasıdır. Yüzlerce yılı sırtlayıp getirse de perde önünde gölgeler kadar hafiftir yüreği. Babası da karagözcüdür.

Kasımpaşalının, sanatını ondan öğrenmiştir. Bu arada öğlen uykusundan kalkmış, taze çekilmiş kahvesini yudumlamaktadır. Kahve Yemen’den gelse de tadında sakladığı anılar kadar yakındır bizlere.

Babasının kahve içişi aklına geldi birden. Babası perde arkasında olmadığı zamanlar nüktedan hâlinden apayrı ağır bir adamdı. İşini ciddiye alır, titizlenirdi. Oğlunu da her işe koşturur canını çıkartırdı ya daha on beşinde tasvir yapımından, perde kurmaya, tabaklamadan tef çalmaya her şeyi öğrenmişti.

Bir gün akşamdan bir zenne tasviri yapmaya koyulmuş ama sonunda uykusuna yenilmişti. Sabah gözlerini araladığında, babasının şefkatli tebessümü karşılamıştı bakışlarını. Hiç bitmeyen, hep eksik kalan baba sevgisi dağılmıştı çocuk kalbine. “Hadi kalk haylaz, hazırlan.”

Derken iki gün önceki oyunu hatırlayıp keyifle gülümsedi. Oyun akşam başlamasına rağmen sabaha kadar sürmüş, dinleyenler doyasıya gülmüş, oyun bir türlü asıl oyun kısmına geçememişti.

Muhaverede Hacivat’la Karagöz’ün sohbeti uzamıştı da uzamıştı. Dinleyenlerin şikâyeti yoktu. İstanbul’u dolaşmışlar, kahvelerinde oturmuşlar, çalmışlar söylemişler, sabahı etmişlerdi. Derken Hafız’ın son sözleri yankılandı:

-Artık Karagöz senin ettiğin kusurlar için lazım gelen cezayı inşallah diğer bir cemiyette tertip edelim.
demesi üzerine ev sahibi derhal hafıza hücum ile…

- Ne demek efendim, seninle sabaha kadar üç oyun üzerine pazarlık etmiştik. Daha henüz birine başlamaksızın oyuna son vermek istiyorsun. Mukavelemizi tamamen yerine getirmeye mecbursun.

- Evet, efendim, mukavelemiz öyleydi fakat hayal, geceye mahsus bir eğlencedir. Gündüz kabil ise mukaveleyi icraya hazırım.

Bu sözlerin üstüne pencerenin perdesini kaldırır ve herkes sabah olduğunu görür.
Hafız babasından yadigâr bir tebessüm eşlik etti iki gün önceki konuşmalara.

Yapılacak işleri hatırladıkça, sorumluluklar anıları uzaklaştırdı. Bir süre tespihini tedirgin çevirdikten sonra, hızlıca kalktı ve işlere koyuldu. Hemen yardakçılara haber saldı. Bugün her oyun gününden farklı bir gündü. Oyun akşamüstü III. Selim’e oynanacaktı. Peşi sıra işleri düzenledi. Perdeyi kurmak üzere yardakçıları saraya gönderdi, çalgıcıları çağırttı, faytonu ayarladı… Gün boyu bir uğraştır sürdü gitti.

Bu oyun III. Selim’e oynadığı ilk oyun değildi. Kasımpaşalı Hafız bir saray karagözcüsüydü. Yeteneği, onu babasının yanından alıp sarayda en üst seviyeye kadar çıkartmıştı. Ne zaman babasını düşünse içinde bir azap dolanıp dururdu, kulaklarında hep o halk karagözcülerinin sesleri. Şimdi ne onlar kadar özgürdü ne de halkın sözüydü onlar kadar. Gene de sivri dilinden kimi saray sakinleri kurtulamamıştı. Kim bilir kaçıncı kez Sultan sayesinde sıyrılmıştı sonu bilinmez sürgünlerden. Saray koridorları bir padişah için bile güvenli değilken hayalci usul usul dolaştırıyordu gölgelerini ustura ağzı bıçaklar üstünde.

Artık Hafız hazırlıklarını tamamlamış ve yola çıkmıştı. Fayton bilmem hangi usulü tekrarlarcasına ilerliyordu tıkır tıkır. Gözleri, sokakları dolandı. İnsanları düşündü. Koca bir uğraşı her gün yeniden yorulmadan yürütmek nasıl bir döngüydü. Hangi intizamın diyalektiğiydi bu her gün dirilen, gelişen, yorulan ve ölen hayat? Bu halk dediğimiz derya tam olarak anlaşılamazdı. Belki sezilebilirdi o kadar. “Halkı bilmeden karagözcü olamazsın.” demişti babası. Karagöz kimdi? İnşaattaki amele, sokaktaki dilenci, elindeki tespihle kahvedeki yaşlı adam… Şimdi gözlerine akseden simalar gibi yansımıştı perdeye sayısız tasvir. Hafız, elli altı yılda İstanbul’un çilesinin çekmiş, kendi hayatını yaşamakla kalmamış, başka hayatlarda hırsızlama dolanmış, Boğaz’da bir dalga misali kabarmış, kırılmış, dağılmış, köpürmüş ve yeniden dirilmişti.

Nihayet bütün hazırlıklardan sonra oyun başladı. III. Selim’in huzurunda kuruldu Şeyh Küşteri Meydanı. Oyun Karagöz’ün Ağalığı’ydı. Kethüdası Hacivat, birtakım köleler ve cariyeler satın alarak onları Karagöz ağanın konağına getirmişti. Ağa, Selim adındaki kölelerden birine yüksek sesle bağırdı:

- Selim!
III. Selim latife olsun diye hemen cevap verdi.

- Buyurun.
Bunun üzerine Hacivat, Karagöz’ün karşısına geçip:
- Ey Karagöz, huzur-ı şahanede bir sürç-i lisan ettin ki hiçbir zaman affı kabil değildir. Şevket mehab efendimiz sana haccı ruhsat buyurdular. Artık tövbekâr olup hacca gideceksin. Der ve derhal perdenin arkasındaki mumu püf diye söndürür. III. Selim telaş edip:

- Hafız vallahi gücenmedim. Muradım bir latife idi, kesme oyuna devam eyle.

Derse de Hafız:
- Cenabı Hak, ömr-ü şevketinizi arttırsın. Efendimiz kusurumu af buyurunuz. Lakin sanat itibariyle bu hata benden çıkmamalı idi. Mademki çıktı artık benim asla meziyetim kalmadı.
Allah’ın evi de olsa gurbetliktir çekeceği Hafız’ın. Kulaklarında hep o Karagöz’ün haylaz sesi:

"Bülbül olsam kona da bilsem dallere
Akan çeşmim yaşı da döndü sellere
Alam da seni kaçan gurbet ellere
İnsafa gel be hey zalim insafa
Müptelayım o kaşları kemane"

1. Bu hikâyedeki diyaloglar Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nun “Türk Gölge Oyunu” adlı kitabından alınmıştır.
2. Ayatar, Mehmet Engin (2022), Yanlış Adamın Maceraları, Truva Yayınları, s.135

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi