SİNEMA / TİYATRO
Giriş Tarihi : 14-04-2025 23:26

Gilda / Serhan Poyraz

Yazan: Serhan Poyraz -GILDA

Gilda / Serhan Poyraz

GILDA

I. Dünya Savaşı, Avrupa sinemasını ciddi bir şekilde sarsıp, film çekimleri durunca bu, savaş alanından uzakta olan Amerikan film endüstrisine yaradı ve birbiri ardına çekilen filmlerle Hollywood adeta küllerinden doğan bir sinema devi gibi yükselmeye başladı.  

I. Dünya Savaşı sonrası bu yıllar, Hollywood için “sessiz sinema” döneminin altın çağıydı. Charlie Chaplin, Douglas Fairbanks, Mary Pickford ve Rudolph Valentino gibi büyük yıldızlar ortaya çıktı.

Charlie Chaplin hem komediyle güldürdü hem de savaş sonrasında toplumun acılarını konu edindi. Diğerleri de çoğunlukla romantik, dramatik ve epik filmlerle yıldızlarını parlattılar.

Bu dönemde, Hollywood’da MGM, Paramount Pictures, Warner Bros gibi büyük film stüdyoları şekillenmeye başladı.

Stüdyolar geliştikçe Hollywood, yalnızca bir üretim merkezi değil, aynı zamanda bir hayal fabrikası haline geldi. İmparatorlukları, devletleri yıkan dört yıllık bir savaşın yorgunu dünya, Amerika’nın sunduğu büyülü “rüya”ya ilgi gösteriyordu. Sinema artık sadece eğlence değil, bir kaçış alanı ve duygusal olarak yenilenme hissi sunuyordu. Çünkü bu filmlerde; kimlik bunalımları, göçmenlik ve aidiyet sorunu, ailevi yıkımlar gibi savaşın açtığı yaralar da konu ediniliyordu.  

Film yapıldıkça kamera teknikleri, kurgu ve ışık kullanımı ciddi şekilde gelişti. 1927 yılında çekilen ve bir müzikal olan “The Jazz Singer” filmi ile sesli sinemanın gelişi, “sessiz sinema” dönemin sonunu ve yeni bir devrin başlangıcını işaret etti.

1920’li yıllar, Hollywood’un büyüleyici yükselişinin yanı sıra, perde arkasında şok edici skandallarla da sarsıldığı bir dönemdi. Sessiz sinema döneminin yıldızları, film stüdyolarınca bir marka olarak pazarlanıp “süperstar” statüsüne ulaşırken; bunlardan bazıları da uyuşturucu, seks ve alkol skandallarıyla gazete manşetlerine taşındı.

Bazı filmler de, özellikle cinsellik, suç ve şiddet konularında “fazla cesur” bulunuyordu. Bir yandan da dini gruplar, muhafazakâr çevreler ve politikacılar sinemaya baskı yapmaya başladı.

Bunun üzerine bazı eyaletler, kendi sansür kurullarını kurmaya başladı. Hollywood ise merkezi bir sistemle sansürü kendi içinde uygulamak için “Hays Code” adlı ahlak kurallarını 1930’larda yürürlüğe sokup devlet müdahalesini önlemeyi tercih etti.

“Hays Code” kuralları ile çiftlerin aynı yatakta yatması ve sevişme sahneleri yasaklanırken, kadın vücudunun ve iç çamaşırların görülmesi ve öpüşme sahneleri sınırlandırıldı. “Homoseksüellik” ahlaki bir sapkınlık olarak görülerek yasaklandı.  

“Hays Code” kuralları ile getirilen bir diğer yasaklama da dini ve toplumsal değerlerle ilgiliydi. Dini figürlere, hükümet, polis ve mahkeme gibi otoritelere saygısızlık yasaklandı.

Bunların dışında, cinayet, tecavüz ve uyuşturucu kullanımı gibi suçların detaylı gösterimi yasaklandı. Suçun hiçbir zaman karşılıksız kalmaması gerekiyordu. Gangster filmlerindeki kötü karakterlerin filmin sonunda ölmesi ya da mutlaka cezalandırılması gerekiyordu.

Bu kuralları uygulamak için 1934 yılında Production Code Administration (PCA) kuruldu. Filmler, gösterime girmeden önce PCA’dan “onay mührü” almak zorundaydı.

1929 sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan ekonomik kriz, bilinen adıyla “Büyük Buhran”, bu yıllarda etkisini giderek arttırıyordu ve 1930’ların sonunda İkinci Dünya Savaşı başladı.
   
Sinemanın kitlesel propaganda gücünü fark eden Adolf Hitler ve Benito Mussolini gibi otoriter liderler Alman ve İtalyan sinemasını “ulus inşa etmek” için bir propaganda aracı olarak kullanıyorlardı. İtalyan Sineması‘ da “beyaz telefon” filmleri de vardı ama bu salon filmleri de dolaylı yoldan birer propaganda aracıydı.

Hollywood’da ise o dönemde “Hays Code” kuralları ile birlikte filmler, aile değerleri, aşk, başarı, iyi-kötü çatışması gibi evrensel temalarla çekilmeye başlanmıştı.

II. Dünya Savaşı sırasında Hollywood da propaganda filmleri yaptı ama bunlar “Casablanca” ve “Why We Fight” belgesel serisi gibi Nazizm ve Faşizme karşı filmlerdi.

1940’lar Hollywood için “Altın Çağ” oldu. Sinema, o dönemdeki halk için büyülü bir rüya gibiydi. Yaşama dair anlık bir umut, belki de bir kaçış ya da sığınaktı.

1940’larda Hollywood, MGM, Paramount, Warner Bros, 20th Century Fox ve RKO gibi film stüdyolarının kontrolündeydi. Bu stüdyolar birer hayal makinesi gibi film üretirken, aynı zamanda dağıtım ve gösterimi de kontrol ediyordu. Hatta, kendi sinema salonları vardı. Oyuncular, yönetmenler bu şirketlere sözleşmeli olarak bağlıydı.

“Ahlaki otosansür” olan Hays Code, yönetmen ve senaristleri sınırlandırmış olsa da, metaforlar, ima ve sembolik anlatımlarla sinemaya yeni bir dil kazandırmıştır. Özellikle klasik dönem “film noir” bu kodun gölgesinde şekillenip akım haline gelerek 1940’ların ortasında zirve yapmıştır.

Film Noir akımının filmlerinde görsel olarak; yüksek kontrastlı ışık-gölge oyunlarının olduğu, perdelerden sızan ışık ve silüetlere yağmur, sigara dumanı ve aynaların eşlik ettiği, çoğunluğu gece sahnelerinden oluşan karanlık atmosferler vardır.

Kamera açıları da dönemin bozuk psikolojileri ve kasvetli ortamını yansıtabilmek için genellikle eğik ve dardır.

Toplumunun psikolojisi bozuktu çünkü altı yıl süren yıkıcı İkinci Dünya Savaşı henüz bitmişti. Erkekler cepheden dönerken, kadınlar da savaş zamanı kazandıkları özgürlükleri kaybetmeye başlamıştı. Çünkü II. Dünya Savaşı sırasında kadınlar fabrikalarda, hastanelerde çalışmış, kamusal alanda daha aktif hale gelmişti. Ancak toplum yeniden şekilleniyordu. Savaş sonrası kadınlara “eski düzene dön” baskısı başlamıştı.

Neydi o eski düzen?

Kadınlar evde kalmalı, itaatkâr olmalıydı. Bunun sonucunda  bireysel bunalımlar ve kimlik arayışları ortaya çıktı ve toplumda bir sıkışmışlık hissi oluşmaya başladı.

Film Noir akımı filmlerin temaları; yabancılaşma, yalnızlık, suç, ahlaki belirsizliktir bu yüzden. Savaşın bıraktığı travma, bu akımda gölgelerle, yalnız karakterlerle, çıkışsız hikâyelerle anlatıldı. Geleneksel “mutlu son” anlayışı yerini karanlık, karamsar sonlara bıraktı.

Bu filmlerin erkek karakterleri, sert, yorgun, hayattan darbe yemiş anti-kahramanlardır genellikle. Kadın karakterleri ise “Femme Fatale”dir. Yani, güzel ama tehlikeli. Erkek karakteri baştan çıkarıp genellikle yıkıma neden olurlar.

Erkek ya da kadın fark etmeksizin tüm bu karakterler, polis, dedektif, suçlular ya da sıradan insanlardır ama hepsi de sistemin ya da arzularının kurbanıdırlar.

Oysa ki herkes kendi şansını kendisi yaratır, öyle değil mi?

Beyler, işte buyrun…

Şehrin geceye sustuğu, gölgelerin uzayıp aynaların yalan söylediği bir zamanda, perdede duman gibi beliren bir kadın…

Güzel, çekici, seksi…

Ve de akıllı…  

Kadınlığının tüm silahlarını ustalıkla kullanan biri…

Üstelik aşık…

Ama intikam peşinde…

En ölümcül halinde olan bir kadın. Tam bir “femme fatale”…

Gilda…

Ama yalnız değilsiniz! Kumarhane işletmeciliğinin gölgesinde büyük bir karteli yöneten zengin ve karizmatik bir adam da Gilda’yı istiyor. Kumarbaz, yakışıklı bir adam ise nefret ediyor ama şehvetin ateşiyle tutkunun derinliğinde kaybolacak bir şekilde…

Gözleri söylerken dudakları susan, gülüşüyle tüm zincirleri kıran ve her erkeğin kalbinde bir çatlak oluşturan Gilda kim?

Perdede bir duman misali beliren bu kadın kim?

Bir kayıp ruhun hayal midir perdesi?

Gilda…

Hollywood’un o güne kadar gördüğü en “femme fatale” karakter.

Yönetmenliğini Charles Vidor’un yaptığı, başrollerinde Rita Hayworth, Glenn Ford, George Macready’nin oynadığı ve 1946 yılında çekilen tutku ve ihanetin gölgesinde bir film, Gilda…

Gizemli, baştan çıkarıcı, başına buyruk ama bir o kadar da sistemin içine sıkışmış Rita Hayworth’un canlandırdığı “Gilda” karakteriyle, ihanet, tutku ve suç temasını işlemesiyle, yoğun ışık-gölge oyunlarıyla başyapıt bir noir filmi...

Özellikle femme fatale arketipinin en etkileyici temsillerinden biri olan Rita Hayworth’un “Gilda” performansıyla sinema tarihinin en önemli filmlerindendir.

Arjantin’in Buenos Aires şehrinde geçen bu film merkezine, Johnny Farrell (Glenn Ford) ve Gilda (Rita Hayworth) arasındaki tutkulu ama yıkıcı ilişkiyi alır. Johnny, çalıştığı kumarhane aracılığıyla yeraltı dünyasında yükselirken, Gilda’nın bir anda ortaya çıkışıyla geçmişin hayaletlerini yeniden gün yüzüne çıkarır. Sonrasında film boyunca, karakterler arasındaki güven, kıskançlık ve iktidar savaşı, klasik noir temaları olan ahlaki bulanıklık ve psikolojik gerilimle iç içe geçer.

Yanlış anlaşılmasın. Bu film, yalnızca bir aşk hikâyesi değildir; aynı zamanda iktidarın, cinselliğin ve sadakatin sorgulandığı karanlık bir psikolojik dramadır.

Ve bu film, savaş sonrası dünyada erkek egemen düzenin sarsıldığı bir dönemde, kadının sinema perdesindeki temsiline dair önemli bir tartışma başlatmıştır. Johnny’nin Gilda’yı kontrol etme arzusu, yalnızca kişisel bir çatışma değildir aynı zamanda ataerkil düzenin çöküşünü de sembolize eder.

Gilda’nın özgürlüğüne düşkün, baştan çıkarıcı ve asi duruşu, onu yalnızca Johnny için değil, seyirci için de gizemli ve tehlikeli kılar.

Rita Hayworth’un efsanevi “Put the Blame on Mame” şarkısını söylediği o unutulmaz sahne, Gilda filminin ikonik anlarından biridir. Bu sahne, erotizmin zarafetle sunularak Hays Code kurallarının nasıl aşılacağını gösteren yalnızca erotik bir performans değil aynı zamanda karakterin kendi bedenini bir silaha dönüştürmesidir.

Rita Hayworth’un güçlü oyunculuk performansı, Gilda’nın bir kurban mı yoksa manipülatif bir güç mü olduğu sorusunu sürekli sordurur ve bu yüzden Gilda karakteri, femme fatale arketipinin sınırlarını zorlayan, çok katmanlı bir figür haline gelir.

Bu da Rita Hayworth’un başarısıdır ki zaten Gilda karakteri, Rita Hayworth’un oyunculuk kariyerinin zirvesidir. Bu oyunculuk başarısının sırlarını onun gerçek hayatına baktığımızda görebiliriz.

Gilda filmiyle ölümsüzleşen Rita Hayworth, perdeye yansıyan baştan çıkarıcı güzelliğinin ardında, kendi benliğini arayan kırılgan bir ruh taşıyordu. Çünkü onun yaşamı, Hollywood’un yıldız yaratma makinesi olma özelliğinin hem bir zaferi hem de bir trajedisiydi.

İspanyol kökenli bir ailenin kızı Margarita Carmen Cansino olarak Hollywood’a adım attığında, o dönemin güzellik standartlarına uymadığı düşünüldü. Saç çizgisi değiştirildi, adı ve soyadı Amerikanlaştırılınca “Rita Hayworth” doğdu. Bu dönüşüm, onun kişisel kimliğiyle olan çatışmasının ilk adımıydı. Hollywood, onu kendi suretinde yeniden yaratmıştı ve o artık egzotik kökenlerini bastırması gereken bir Amerikan rüyasıydı.

Ve Rita Hayworth’un ekran personası, “baştan çıkarıcı ama ulaşılması zor kadın” imajı üzerine kuruldu. 1940’lı yılların Hollywood’unu tanımlayan simalardan biri olarak yalnızca bir film yıldızı değil, aynı zamanda bir çağın arzularını, çelişkilerini ve hayallerini temsil eden bir ikon haline getirilmişti.

Ama gelin görün ki, beyazperdenin tanrıçasının gerçek hayatı huzursuzluklarla doluydu. Beş evlilik yaptı ve çoğu hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Özellikle Orson Welles ile olan evliliği, hem sanat hem de aşk açısından büyük umutlar taşımasına rağmen, kısa sürede sönmüştü.

Rita’nın hayatındaki tüm bu ilişkiler, onun içsel boşluğunu dolduramamış, aksine daha da derinleştirmişti. Sinemanın tanrıçası olarak yüceltilen bu kadın, özel yaşamında hep anlaşılmayı, sevilmeyi ve görülmeyi beklemişti.

Rita Hayworth, yaşlandıkça Hollywood’un klasik “yıldız sisteminin” kurbanlarından biri haline geldi. Güzelliği solmaya başladığında, aldığı roller azaldı ve yavaş yavaş göz önünden çekildi. Hayatının son yıllarında Alzheimer hastalığıyla mücadele etti.

Bu hastalık, onun hem belleğini hem de bir zamanlar perdeyi aydınlatan ışığını silse de unutulmaz bir figür olarak hafızalarda kalmasını engelleyemedi.

Hem yaşarken hem de ölümünden sonra ortaya konulan birçok eserde Gilda karakterinin ve Rita Hayworth’un izlerini görmek mümkün.

Örneğin, Gilda filminin çekildiği yıllarda İtalyan Yeni Gerçekçilik Akımı yönetmenleri; amatör oyuncular, doğal ışık ve gerçek mekânlar kullanarak sinemayı bir hayal fabrikası olmaktan çıkarıp hayatın acımasızlığına bir ayna haline getirdiler. Onların sineması, güzellikten değil hakikatten besleniyordu. Bu açıdan bakıldığında, Vittorio De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” filminde Antonio Ricci karakterinin Rita Hayworth’un Gilda filminin afişini asarken bisikletini çaldırması İtalyan Sineması’ndan Hollywood Sineması’na anlamlı bir göndermedir.

Örneğin, 1994 yılında Frank Darabont’un çektiği “The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli)” filmi, Stephen King’in “Rita Hayworth ve Shawshank Kefareti” isimli kitabının uyarlamasıdır ve bir hapishaneden kaçış hikâyesidir. Kitabın kapağında da Rita Hayworth’un resmi yer alır. Bu kitap da Stephen King’in Rita Hayworth’un ruhunun esaretine yaptığı anlamlı bir göndermedir.

Veya, Rita Hayworth’un “Gilda” filminden yıllar sonra, kendi hayatının trajedisine dair acıyla söylediği “Erkekler Gilda ile yattıklarını sanıyorlar ama Rita ile uyanıyorlar” sözünü alıntılayan, Roger Michell’in 1999 yılı yapımı “Nothing Hill (Aşk Engel Tanımaz)” filminde Julia Roberts tarafından canlandırılan Anna Scott karakteri.

Ya da, David Lynch’in 2001 yılı yapımı “Mulholland Drive (Mulholland Çıkmazı)” filminde, Laura Harring'in canlandırdığı hafızasını kaybetmiş kahramanın, duvarda Gilda posterini gördükten sonra adını 'Rita' olarak ilan etmesi de Rita Hayworth ve yaşadıklarına dair kullanılan önemli bir detaydır.

Ve bunlar gibi diğer birçok eserde de Gilda ve Rita Hayworth’a göndermeler vardır, bundan sonra da kullanılmaya devam edecektir insanın gizemini anlamaya ve çözmeye çalıştıkça…

Gilda ve Rita Hayworth’un yıldız ışığı, savaş sonrası travmalarla baş etmeye çalışan Amerikan halkına bir teselli sundu; travmaların insan ruhlarında açtığı çatlağı bir hayal ile doldurdu.

Aynı yıllarda Hollywood Sineması’na karşı tez sunan İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı ise travmanın bizzat kendisiyle yüzleşmeyi önerdi.

Yani her iki yaklaşım da o dönemin ruhuna farklı şekillerde tercüman oldu.

Bu yüzden Rita Hayworth’un mitik varlığı ile Yeni Gerçekçilik’in yalın dili, sinema tarihinin iki ayrı uç noktasında yer alsa da, aslında aynı temel soruyu sorar:

İnsan kime bakar ve neyi görmek ister?

Belki de Gilda’ya bakarken gördüğümüz şey, kendi arzularımızın ve korkularımızın bir yansımasından başka bir şey değildir.

Yani, Gilda…

Yalnızca bir kadın değil; bakmakla görmek arasındaki o tehlikeli boşluğun kendisi...

***

TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE  KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...

Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi