SÖYLEŞİ
Giriş Tarihi : 22-10-2024 19:04   Güncelleme : 22-10-2024 20:34

Alanya'da Sabah / Necati Küçük

Necati Küçük -ALANYA'DA SABAH

Alanya'da Sabah / Necati Küçük

ALANYA’DA SABAH

Sabah ezanıyla birlikte uyandım. Lavaboya gidip geldikten sonra tekrar yattım. Uykum kaçmasın diye de çok susadığım halde su içmedim, cep telefonuma bakmadım. Uykumu kaçıracak bir şey düşünmemeye çalışarak gözlerimi sıkı sıkı yumdum. Tam dalmak üzereyken paldır küldür açılıp kapanan araç kapıları, bir metre yukarıdan yere bırakılan kasaların gürültüsü dört kat aşağıdaki marketin dolabına ekmek geldiğini bildiriyordu.

Fırıncının şoförü, o saatte çalışmak zorunda oluşunun acısını sanki bizlerden çıkarmak istiyordu. Üstelik fırın, fırıncı, ekmek falan derken eşeğin aklına da karpuz kabuğu düşürdü. Artık uyuyabilirsen uyu! Bu arada ortalık ağarmış, sokaktan insanlar ve araçlar geçmeye başlamıştı.

Ekim ortaları olmasına rağmen hava soğuk değildi. Yüzümü yıkadıktan sonra likralı ince tişörtümü ve lacivert kısa pantolonumu giyip parmaklarımın ucuna basarak kapıdan çıktım. Kapının dış tarafındaki eski timberlandları ayağıma geçirip sokağa indim. Timberland ayakkabıların tabanları zaten ince ve yumuşak olurdu. Benimkiler ise iyice aşınmış kâğıt kadar kalmıştı. Görme engelli kardeşlerimiz gibi, ayak tabanlarımla kaldırım bloklarının neredeyse bütün kıvrımlarını hissedebiliyorum. Akıllı kaldırımlardaki işaretleri anlayabilsinler diye görme engellilerin ayakkabıları öyle ince tabanlı olurmuş. Allah hepsinin yardımcısı olsun.

Ana caddeye çıkınca sağa döndüm. Bazı esnaflar yavaş yavaş dükkânlarını açmaya başlamışlardı. Bir kumru, marketin önündeki kaldırım taşları arasına dökülmüş susam ve ekmek kırıntıları ile kahvaltı ediyordu. Ben yaklaşınca beslenmeyi bırakıp kanatlarını hareketlendirerek uçmak için hazırlık yaptı. Sağ tarafımda, başını ileriye doğru uzata uzata benimle birlikte yürüyor, yan gözle beni süzerek, dost olduğumdan ve kendisine zarar vermeyeceğimden emin olmak istiyordu. Onun derdini çoktan anlamış, öbür taraflara bakarak yürümeye devam ediyordum. Güvende olduğundan emin olunca, geri dönüp kaldığı yerden kahvaltısına devam etti.

Hacet Meydanı’na gelince ışıklardan caddenin karşısına geçtim. Hacet Meydanı’nda her zaman yüzlerce güvercin olurdu. Ancak güvercinlere yem atan hayırseverler henüz meydana teşrif etmemişlerdi. Üstelik, avcı bir kedi meydanın bir köşesinde yerde bulduğu bir güvercin tüyünü kokluyor, güvercinler yere inince içlerinden bir tanesini yakalayıp yemenin hayallerini kuruyordu. Zaten her eşeğin aklında bir karpuz kabuğu olurdu. Bunun farkında olan güvercinler meydanın üzerinde turlar atıyor, bazen trafik lambalarına, bazen de meydanın en güzel yerindeki,  elinde “Bugünden sonra hiç kimse sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk dilinden başka dil kullanmaya!” fermanı bulunan Karamanoğlu Mehmet Bey anıtının üzerine konuyorlardı.

Tarihin her devrinde barış simgesi olarak bilinen güvercinleri herhalde çok seven Karamanoğlu Mehmet Bey, kavuğunun ve kaftanının kirlenmesine pek aldırış etmeden fermanını duyurmaya devam ediyordu.

Sabah yürüyüşüne çıkan yaşlı bir teyze yorulmuş, meydanın üst tarafındaki Doğu Çınarı’nın (Platanus Orientalis) dibinde soluklanıyordu. Alanya Kalesi’ni kışlak olarak kullanan Selçuklular zamanında toprağa düştüğü tahmin edilen bu çınar ağacı, yaklaşık sekiz yüz yıldır gölgesine oturan Alanyalılara nefes aldırıyordu. Meydana adını veren “hacet”tanrıdan veya kutsal sayılan kişiden beklenen dilek anlamına geliyordu. Özellikle mevsimin çok kurak gittiği zamanlarda buradan geçen Hacet Deresi çevresinde toplanan halkın, kendilerine uğurlu geldiğine inandıkları bir kemiği suya atıp yağmur duasında bulundukları söylenirdi. Bu bilgiler ulu çınarın altındaki mermer kitabede yazıyordu.

Yolumu biraz değiştirerek uzun yıllar çalıştığım bir apart otelin yakınından geçtim. Amacım orada bıraktığım ayak izlerini görmekti. Otelde kış aylarında üniversite öğrencileri kalıyordu. Bazı balkon korkuluklarına gerdirilmiş eğreti iplerde yine öğrenci çamaşırları asılıydı. Bu otelde çalışırken yemek için memleketten getirdiğim bademlerden bir tanesini, bıçakla dilimleyerek yediğim kocaman bir anjelik eriğin çekirdeğini ve kahvaltı ederken tükettiğim avokado çekirdeklerinden bazılarını bahçenin kenarındaki toprak alanlara gömmüştüm. Hatta avokado çekirdeklerinden bir tanesini de, ağaç sevgisi gelişsin diye o zamanlar yedi-sekiz yaşlarında olan küçük oğluma diktirmiştim. Şimdi hepsi büyümüş, kocaman birer ağaç olmuşlardı. Ancak ilgisizlikten ve bakımsızlıktan şekilsiz ve kötü görünüyorlardı. Çekirdeğinden biten aşılanmamış fidanlara bizim oralarda yoz veya delice, buralarda da harap deniyordu. Benim diktiğim fidanlar da zamanında aşılanmadıkları için muhtemelen meyve vermiyorlardı.

Caddeden yukarıya, Toroslar’a doğru yürümeye devam ettim. Alaiye Caddesi’ne çıkınca yine sola döndüm. Alaiye Caddesi ile Yayla Yolu Caddesi’nin kesiştiği köşede bir simit fırını vardı. Eşeğin aklına düşen karpuz kabuğu, işte o fırında sıcak sıcak satılan meşhur Devrek simitleriydi. Fırıncı, uzun fırın küreğinin üzerindeki çıtır Devrek simitlerini mermer tezgâhın üzerine boşaltıyor, başka bir görevli de üzerinde dumanları tüten çıtır simitleri bir ambalaj kâğıdına sarıp poşete koyuyor, poşetin saplarını bağlamadan sıradaki müşterisine uzatıyordu. Yan taraftaki karton kutunun içerisinde yeteri kadar bozuk para olduğundan insanlar fazla sıra beklemiyorlardı. Yeterli parası çıkışmayanlara “sonra verirsiniz” denilerek istedikleri sayıda simit veriliyordu.

Alanya’da sade, sıradan, iddiasız bir gün daha başlıyordu. Gününüz aydın olsun. Sevgilerimle…

Editör: Deniz İmre

EditörEditör