SİNEMA / TİYATRO
Giriş Tarihi : 28-12-2024 21:34   Güncelleme : 28-12-2024 22:38

Zabrinskie Noktası / Serhan Poyraz

Serhan Poyraz -ZABRINSKIE NOKTASI 

Zabrinskie Noktası / Serhan Poyraz

ZABRINSKIE NOKTASI

- Bir anlamı var mı sence yaşamanın? Bazen her şey o kadar anlamsız geliyor ki…
- Bazen ben de böyle düşünyorum. Tüm bu dünya gerçekten var mı, yoksa sadece bizim algılarımızla mı var oluyor acaba? Belki de hiçbir şey gerçek değil dostum.
- Evet belki de. Her şeyin geçici olduğunu fark ettiğimizde, tüm bu gerçeklik de aslında bir illüzyon gibi gözüküyor. Herkes bir şeylerin peşinden koşuyor ama aslında hiçbir şey gerçekte var olmayacak. Bu yüzden belki de hiç çaba sarf etmemek en doğrusu.
- Ama ben birşey yapmak zorunda hissediyorum. Hiçbir şey yapmamak… Hmm.. Çok da rahatlatıcı değil.

Nihilist diyaloglar işte…

Nihilizme göre, toplumsal, ahlaki ve kültürel değerler insan yapımıdır ve mutlak bir gerçeklik taşımazlar. Nihilizm, 19. yüzyılda Ivan Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar” kitabındaki Bazarov karakterinin tanımlamasında kullanıldıktan sonra popülerleşerek Rusya’nın özellikle genç ve entellektüel kesimi arasında yükselip kendine felsefe tarihinde yer bulan düşünsel bir akımdır.

Hiç şüphe yok ki Nihilizm, Sanayi Devrimi ve modernitenin yozlaştırdığı 19. yüzyılın ortalarında filizlenen “Varoluşçu Felsefe”yi de etkilemiş bir akım. Dostoyevski, Nietzsche, Kafka, Heidegger, Sartre, Camus gibi isimler düşünsel alanda bu fikirleri ilk işleyenler oldular.

20. yüzyıla gelindiğinde ise dinmek bilmeyen bunalımlar ve iki dünya savaşı, adı koyulamayan bir şeyin ortaya çıkmasına neden olmuştu. "yabancılaşma", "özgürleşme" ve "bulantı" gibi sözcüklerle tanımlanabilecek bu şey, özünü varoluşçu felsefeden alan Beat Kuşağı'nın yaratacağı düşünsel akımda sonsuz "yaşam coşkusu" olarak vücut bulacaktı.

Beat Kuşağı akımının ilham kaynağı 1929 Büyük Buhran’ıdır. Diğer bir ifade ile; 20.yüzyılın hemen başındaki salgın ve hemen arkasından yaşanan Birinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin “Kükreyen Yirmi”lerindeki tüketim çılgınlığı ve modernitenin yükselişinin ardından gelen çorak yıllar…

1929 yılının Ekim ayında Amerika Birleşik Devletleri borsasında başlayan hızlı çöküş, bankaların ve şirketlerin iflası ile devam edince birçok Amerikalı parasız, işsiz ve evsiz kalmıştı. Sanayiden tarıma birçok sektörde üretim durma noktasına gelmişti. Kısa sürede tüm dünyayı etkisi altına alan Büyük Buhran yaklaşık on yıl boyunca yoksulluğu Amerikan halkı için yaşam biçimi haline getirmişti.

Sanayi tamamen çökmüştü, fabrikalar kapanmıştı. O yıllarda demiryolu inşaatlarında çalışan işçiler, demiryolları bittikten sonra işsiz kalmışlardı. Geçici ve karın tokluğuna çiftliklerde iş bulabiliyorlardı. Bu yüzden sürekli eyalet değiştirerek farklı hasat dönemlerine yetişmeleri gerekiyordu. Bu işçiler,  
yeni işler bulma amacıyla kaçak olarak bindikleri trenlerle Amerika'yı bir uçtan uca dolaşmaya başladılar.

Mevsimlik işçilerin sonu gelmeyen bu demiryolu yolculukları ve yer değiştirmeleri, 1940’larda, New York’taki Columbia Üniversite’sindeki bir edebi toplulukta tanışan bir grup öğrenciye ilham kaynağı oldu ve bu öğrenciler de tıpkı Büyük Buhran döneminin işsizleri gibi amaçsızca otostopla Amerika’yı dolaşmaya başladı.

“Beat Kuşağı” adı verilen bu genç öğrenciler gittikleri her eyalette yeni insanlarla tanıştılar ve adı henüz konulmasa da sisteme, geleneğe ve alışıldık yaşam biçimlerine muhalif bir kitle oluşmaya başladı. New York merkez olmak üzere, Denver ve San Francisco'da toplandılar. Grup içerisinde sanatın çok farklı dallarıyla ilgilenenler varsa da, Beat Kuşağı en çok edebiyat alanındaki çalışmalarıyla öne çıktı. Jack Kerouac'ın “Yolda” romanı ve Allen Ginsberg'in “Uluma” şiiri Beat Kuşağı’nın en çok tanınan başucu eserleri oldu.

Beat Kuşağı, edebiyatta ve sanatta hiçbir akıma doğrudan bağlanmadı. Sanatsal üretim teknikleri olarak, popüler biçimleri kullanmadılar, aksine popüler olana karşı çıktılar. Bu yüzden Beat romanları yayınlanır yayınlanmaz büyük tepkiyle karşılanıp sansürlendi. 1950'li yıllarda haklarında onlarca dava açıldı, birçok eser ancak büyük oranda sansürlendikten sonra yayımlanabildi.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, 1950’li yıllarda Amerika’da Kapitalizm yeniden yükselişe geçmiş ve tüketim çılgınlığı bir kez daha yaşanmaya başlamıştı. Hayatın monotonlaştığı ve bireyin üretim ilişkilerinin devamlılığını sağlama adına bir araç haline getirildiği bir sistemde, psikolojik anlamda büyük yıkımların görülmesi kaçınılmazdı. Zenginleşen Amerika'da alım gücü ne denli yükselse de Amerikalılar, pembe bir düşün parçası olmadıklarını; maddi alım gücünün mutluluğu satın almaya yetmediğini anlamaya başlamışlardı.

1960'lara gelindiğinde Beat akımı, Amerikan yeraltı gençliğinin öncüsü haline gelmiş ve müzikten sinemaya, şiirden romana her alanda etkisini göstermeye başlamıştı. Örneğin 60'ların öne çıkan “The Doors”, “Bob Dylan”, “The Rolling Stones”, “The Beatles” ve “Pink Floyd” gibi müzisyenleri Beat Kuşağı'ndan ciddi anlamda etkilendiler ve bu kuşağın gelenek yıkıcı-muhalif karakterinin müzikteki temsilcileri oldular.

1950’lerin ve 60’ların başlarındaki Beat akımını benimseyenler, gençliği özgürleştirdiler ve insanları kurgulanmış yaşam biçimlerinin ötesine davet ettiler. Bu yıllarda Jim Morrison; "Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi istiyoruz!" diyerek, arayışın ne denli büyük olduğunu göstermekte ve daha fazla beklenemeyeceğini ifade etmekteydi ve bunun için “yolda” olmak gerekiyordu.

Yol, sonu gelmeyen arayışın simgesidir ve Beat Kuşağı’nın felsefi özü olan “Zen”, dinamik meditasyon yöntemleriyle bu anlamı bulma üzerine kuruludur. Oysa anlam bir hedef olamaz. Anlam arayışın kendisindedir. Bu coşku onları Kuzey Afrika'ya, Viyana'ya, İstanbul'a, Uzakdoğu'ya, Paris'e ve dünyanın en uç köşelerine dek götürdü ki, zaten Beat Kuşağı’nın gençlik üzerindeki büyük etkisi bu arayıştan doğmaktadır.

Nitekim, 60'ların ikinci yarısında on binlerce gencin akın akın Hindistan'a doğru yola çıkması, Batı'nın “sıkıcı” sınırlarından topluca kaçış anlamına geliyordu ve başkaldırının doğrudan eyleme dönüşmüş biçimiydi.

Mülkiyetsizlik-aidiyetsizlik gibi değerleri merkezine koyan “hippiler” de doğrudan Beat Kuşağı'nın derin etkisi altındaydılar. Budizm’i, Budha’yı ve meditasyonu Amerika'ya tanıttılar.

Sosyokültürel fırtınaların yaşandığı 1960’larda, modern toplumun duygusal sıkışmışlığını irdeleyen filmleri ile dikkat çeken İtalyan bir yönetmen olan Michelangelo Antonioni, bu kez de Amerika’da 1966 yılında Metro Golden Mayer (MGM) için “Blow Up (Cinayeti Gördüm)” filmini çekmiş ve bu bir buçuk milyon Amerikan Dolarlık bütçeye sahip film, yirmi milyon Amerikan Doları gişe hasılatı elde etmişti.

Michelangelo Antonioni, 1967 yılında “Blow Up (Cinayeti Gördüm)” filminin tanıtım turu için Amerika’yı baştan başa dolaşırken, Arizona’da özel bir uçağı çalan ve iade etmek için geri götürdüğünde polis tarafından öldürülen genç bir adam hakkındaki haberi okur ve yeni filminin senaryosu zihninde şekillenmeye başlar.

MGM yeni filmi için bu kez Michelangelo Antonioni’ye yedi milyon Amerikan Dolarlık dev bir bütçe verir ve İtalyan yönetmen, iki Amerikalı genci senaryosunun merkezine alarak altmışlı yılların sonlarındaki toplumsal ve bireysel çatışmaları, kültürel değişimleri ve modern dünyanın yabancılaşmasını derinlemesine işleyen ve görsel açıdan da destansı olan bir film olan “Zabriskie Point (Zabriskie Noktası)”nı 1970 yılında çeker.  

Filmin adından da anlaşılacağı üzere, mekan Kaliforniya’da bulunan “Ölüm Vadisi” nde yer alan “Zabrinskie Noktası”dır.

Deniz seviyesinin 86 metre altında olmasıyla dünyanın en alçak yeri ünvanına sahip Ölüm Vadisi, sıradağlarla çevrili dar bir havza. Nem oranının çok düşük olduğu, seyrek bitki örtülü bu alanda çöl yüzeyi, güneş ışınlarıyla aşırı ısınıyor. Kayalar ve toprağın geri yansıttığı ısı, vadinin derinliklerinde hapsolduğu için güneş battıktan sonra bile sıcaklık fazla düşmüyor.

Las Vegas'ın batısında, Nevada-California sınırında bulunan Ölüm Vadisi'ni her yıl 1 milyon 100 bin kişi ziyaret ediyor. 13 bin 848 kilometrekarelik alanı kaplayan park, Amerika'nın Alaska eyaletindekiler hariç en büyük milli parkı. Yıllık ziyaretçilerinin beşte biri parka haziran, temmuz ve ağustos aylarında geliyor.

Ölüm Vadisi Milli Parkı, tehlikeli durumlarda ziyaretçilerin yetkililer tarafından kurtarılması beklentisi yerine “kendi başının çaresine bakmayı” öne çıkarıyor. Park görevlileri zorluklarla karşılaşan sürücülere yardım etmek için devriye gezse de kaybolan turistlere zamanında yardım ulaştırılacağının garantisi verilmiyor.

Zabriskie Noktası ise, görsel açıdan olağanüstü güzellikler sunduğu için turistlerin ve fotoğrafçıların gün batımını izlemek için tercih ettikleri bölgedir.

Zabriskie Noktası’nda, Avrupalı Markist bir yönetmen olarak Amerikan toplumunun fotoğrafını çekmek isteyen Michelangelo Antonioni, filminin temasını Markist bakış açısıyla 1968 sonrası rüzgârlarının getirdiği düzen karşıtlığı ve Amerikan karşıtlığı kültürüne, hippi felsefesi ve nihilizmine dayandırarak bu filmi Amerikan üniversitelerinden birinde bir grup siyah (Kara Panterler) ve beyaz eylemci öğrencinin katıldığı uzun "forum" sahnesiyle sanki bir belgesel film gibi başlatır.

Bu sahne, filmin en başında eleştirmenleri ikiye böler. Bir grup eleştirmen bu sahneyi beğenirken bir grup da, o yıllardaki “Öğrenci Hareketi” ile “Kara Panterler” arasında, bu sahnenin aksine gerçek hayatta çok az temas olduğunu belirtirler ki, haklıdırlar.

O yılların “Öğrenci Hareketi” esasen savaş karşıtı olan beyaz bir hareketti. “Kara Panterler” ise geçmişin radikal kölelik karşıtı hareketleri ile “Sivil Haklar Hareketleri”nin içinde kısmen Markist devrimci bir hareketti.

Michelangelo Antonioni’nin düşünen, sorgulayan ve deneyen bir yönetmen olduğunu göz önüne alırsak, bu sahnede Öğrenci Hareketi’ne ince bir eleştiri olduğunu söylebiliriz.

Sonraki sahnede, filmin erkek başrol karakteri Mark ve bir arkadaşı araçlarıyla yoldayken Antonioni sert kamera geçişleri ile reklam tabelalarını, hızlı kamera hareketleri ile fabrikaları ve gökdelenleri, Pink Floyd’un ruhları geren “psikedelik rock” müziği eşliğinde kadrajda görürüz. Diğer bir ifade ile, bu sahnedeki görseller ve müzik eşleşmesi, tüketim kültürünün ve kentsel yaşamın insan ruhunda yarattığı duygusal sıkışmışlığı alabildiğine hissettirir.

Filmin ilerleyen sahnelerinde şehrin fakir kesimleri ile finans merkezi arasındaki tezatlıklar da belirgin şekilde gözler önüne serilir. Şehrin ekonomik yelpazesinin her iki yanı aynı mekanda ve birbirine çok yakındır ancak onları birbirinden ayıran finansal ve sosyal engeller çok derin olduğundan bu yakınlık anlamını kaybetmiştir ve “yabancılaşma” vardır. Bu yabancılaşma, filmde toplumun materyalist değerlerine, iş hayatının monotonluğuna ve sistemin bireyi ezici yapısına karşı bir tepki olarak ortaya çıkar.

Filmin kadın başrol karakteri Daria, Sunny Dunes’ta çalışmaktadır. Sunny Dunes, yapay doğa ortamları içerisinde tenis kortları, yüzme havuzlarıyla inşa edilen emlakları pazarlayan yani aslında modern dünya içinde bireylerin çöküşü ve yabancılaşmadan beslenen bir gayrimenkul şirketidir.

Dış cephe duvarları cam olan Sunny Dunes  ofisinin her yerinde güvenlik kameralarının olması, odalarını kaplamış olan bilgisayar sistemleri ve bina girişindeki güvenlik görevlisinin oturduğu yerin ekranlarla dolu olması yani tüm bu cihazların bu kadar göz önünde olması, makinelerin asıl unsur, insanların ise anonim, geçici, kolayca değiştirebilecek çalışanlar olduğunu vurgular.

Gerçek hayatında profesyonel bir dansçı olan Daria’nın naif tavırları ve yumuşak yürüyüşü, bilgisayarlarla ve monitörlerle dolu bu binadaki modern alanın insanla olan karşıtlığını göstermesi açısından etkileyicidir.

Filmin içerisinde dikkat çeken bir diğer unsur da şehrin her yerinde kol gezen polislerdir. Üniversiteleri ve şirketlerin içerisindeki güvenlik görevlileri insanların özgürlüğünü tehdit eder gibidirler. Polisler, işlerine kayıtsızlıkla devam eden, toplumdan uzaklaşmış insanlık veya mizah duygusundan yoksun kişiler olarak dikkati çeker.

Örneğin, Mark bir arkadaşını kurtarmak için karakola gittiğinde kendisine ismi sorulduğunda; “Karl Marx” olarak yanıt verir ve ismini polise kodlayarak tekrarlar ancak polis memuru ismi “Carl Marx” olarak kaydeder. Michelangelo Antonioni bu karakol sahnesinde, polislerin sert tutumunu eleştirirken cahilliklerine de vurgu yapmaktadır.

Geleneksel sinemada oyuncu rolünü dramatize eder, belirli düşünceleri ve duyguları belirgin bir şekilde hissedilir hale getirir. Mark ve Daria bu filmin başrol oyuncuları ama sinemaya dair hiçbir profesyonel deneyimleri yok. Filmde, gerçek hayattaki isimlerini kullanıyorlar. Bu ikilinin diyalogları tereddütlü ve biraz zorlama. Ancak bunu da kasıtlı yapmış Michalengelo Antonioni. Başrol verdiği iki gencin diyaloglarındaki tereddütü kullanarak filmin ruhundaki huzursuzluğu ve belirsizliği izleyiciye geçirmeye çalışmış. Tabii ki filmde profesyonel oyuncular da var. İş adamları ve polis karakterleri profesyonel aktörlere verilmiş.

Film, Mark ve Daria’nın tanışma sahnesi ile başka bir boyuta geçer. O ana kadar tüketim toplumunu iliklerimize kadar hissettiren Antonioni, başrol oyuncuları iki genç üzerinden toplumun içindeki bireyin duygusal ve ruhsal sıkışmışlığına yönelir.

Özel bir uçağı çalan Mark ve patronunun arabasını alarak nerede olduğunu bilmediği bir yere doğru yola koyulur ve bu ikili çölde karşılaşırlar ki çöl metaforu önemlidir. Çünkü çöl, bir yandan özgürlüğü, diğer yandan yalnızlığı ve çaresizliği simgeler. Çöl, toplumsal yapıdan ve modern yaşamdan uzaklaşmanın bir yeri olarak filme dahil edilmiştir. Bu sahne, Daria ve Mark’ın sistemin dışındaki “doğal” bir alan arayışının bir parçası olarak görülebilir. Çölde yaşadıkları anlar, kapitalizm ve tüketim kültürünün yarattığı yabancılaşmaya karşı bir başkaldırıdır.

Filmin çöldeki oldukça estetik ve sanatsal sevişme sahnesi, bu temalarla doğrudan bağlantılıdır. Bu sahne, sadece cinsel bir eylemi temsil etmekle kalmaz, aynı zamanda kapitalist toplumun ve modern yaşamın baskılarından kaçışın sembolik bir yansımadır. İlk başlarda sözlü iletişimleri kusurlu olan Mark ve Daria, birbirleriyle ve doğayla fiziksel temas kurduktan sonra ancak net bir iletişimleri olur.

Ancak yine de, çölde geçen bu sahne, filmdeki diğer temalarla birleşerek, özgürlük ve kaçış arzusunun, toplumsal düzenin baskılarından kurtulma çabasının yalnızca geçici bir çözüm sunduğunu gösterir. Karakterlerin bu sahnede yaşadığı anlık zevk ve özgürlük, sonrasında çölün ortasında bile bir anlam kaybı ve boşlukla karşılaşır. Antonioni’nin amacı, bu tür bir kaçışın aslında nihai bir çözüm sunmadığını, sistemin ve toplumsal baskıların kalıcı bir şekilde insanları biçimlendirdiğini izleyiciye hissettirmektir.

Nitekim, Mark çaldığı uçağı geri götürür ve dramatik sonuyla karşılaşır. Filmlerinde kadınları ön plana çıkaran Michelangelo Antonioni, bu filmde de son anda “kahraman” rolünü Daria’ya verir.

Filmin sonundaki ironik patlamalar Daira’nın zihninde gerçekleşmektedir ve bu patlamalar onun bakış açısındaki değişime bağlı duygularının yoğunluğuna dair bir metafordur. Bireyin varoluşsal özgürlüğe ulaşabilmesi için toplumsal normları yok etmesi, toplumun konforlarından uzaklaşıp bir bilinmezliğe doğru gitmesi gerekir.

Filmin sonunda “The End” yerine sadece “End” yazması da bunu destekler ve tek bir son yerine bilinmeyen başka sonlar olduğunu gösterir ki, bunun için de “yolda” olmak gerekir.

Dünyanın deniz seviyesinden en alçak karasal noktası olan Zabrieski Noktası’nda gün batımının muhteşem görselliği eşliğinde yoldadır Daria…

Özgürlüğün büyüsüyle, mutlulukla…

Mutluluk demişken…

Küçük bir çocukken John Lennon’ın öğretmeni bir gün ona şöyle sorar,

- Büyüyünce ne olacaksın?
- Mutlu olacağım.
- Sen soruyu anlamadın sanırım?
- Bence siz hayatı yanlış anladınız.

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi