TULPAR
Gece, zifiri karanlıktı. Ay aydınlık yüzünü gösterememiş; önüne çarşaf gibi gerilen bulutlarla savaş halindeydi. Yaren Nine’nin görüş mesafesi göz kapaklarından ileri gidemiyordu. Baykuşların bile kendi sesinden korktuğu, kurtların sustuğu, yılanların zehirli dillerini yutmuş gibi ağzında toplayıp yuvalarına çekildiği efsunlu bir geceydi.
Yaren Nine paslanmış makas gibi bacaklarını açtı, acil ihtiyacına zar zor gidip gelebilmişti. Günlerdir mesken edindiği yer yatağına kendini bırakıverdi. Ormanın derinliklerindeki kulübesinde eşinin ölümünden sonra yalnız yaşamaya başlamıştı. Bacaklarındaki sancılar yüreğine, oradan da göz bebeklerine vuruyordu. Dizlerini ovuşturmaktan başka bir çare bulamıyordu.
Yaren Nine, zihnini meşgul etmek için küçük odasının içindeki birkaç parça eşyaya göz atıyordu. Kapının açılmayışının verdiği hüzünle en son kaç gün önce süpürdüğünü unuttuğu süpürgeye baktı; bacanın yanındaki çivide asılı duruyordu. Ocağın yanındaki boş tencere, işlevini yitirmiş gibi mahzun görünüyordu.
Yaren Nine’nin tenini zaman bir nakış gibi işlemiş, güçsüz elleri takatten kesilmişti. Göz rengini zaman soldurmuştu; kuyunun içindeki bir damla su gibi fersiz bakıyordu. Evin dışında köpeği sanki Yaren Nine’nin acısını paylaşır gibi huysuzlanıp mızıldanıyordu. Ay, henüz şefkatli yüzünü gösterememişti. Bulutlarla olan savaşını kazanmalıydı. Zar zor bertaraf ettiği bulutlardan fırsat bulunca gökyüzüne bir kandil gibi ilişivermişti.
Kadın, en sevdiği dostuna kavuşmuş gibi sevindi. Takılmadan da duramadı; “Bu gece geciktin, yüz görümlüğü mü istiyorsun?”
Güldüğünde inci gibi parlayan dişlerinin yokluğunda ağzı alevi sönmüş ocak gibi bomboştu. Dudakları ağzını kapattığında zorlanmadan sarmaş dolaş oluvermişlerdi. Bakışlar manalı; “Sen iyi hoş da benim bacakların sabrı kalmadı.” dercesine, masum bir çocuk gibi dizlerine bakıp sonra derdini anladı mı diye aya bakıyordu.
Nihayet tan yeri ağarmış, günü muştuluyordu. Uyku yaşlı kadının gözlerine yasaklıymış gibi uzak duruyor, yalnızca ara ara ve kısa zaman için kalabiliyordu. Anlık iç geçmeleri gözlerini yokluyordu. Tam da o kısa ziyaretlerin birinde gördüğü bir rüyayla umutlanmaya başladı.
“Ama o yamaçlardan kim dereye iner de tehlikeyi göze alır ve dizlerime şifa olacak o hodan otunu getirir?” diye düşünmeden edemedi.
Serçeler evinin saçaklarından özgürlüğünü kanıtlarcasına uçup gidiyorlardı. Dualar, dualar… Bildiği bütün duaları yüreğinden akıtıp mecalsiz dudaklarından bırakıyordu.
Bütün gece sahibinin çektiklerini hisseden köpeği Argus, kulübesinden çıkıp sabahın ilk ışığıyla dağın eteklerindeki köye yola çıktı. Acelesi olan köpek bir tazı gibi koşuyordu.
Bu koşunun sonunda karşılığı olmayan bir ödül vardı: Sahibi Yaren Nine’nin şifalanması...
Yüreği en temiz, zorda olana yardım edebilecek kişinin kapısını bile isteye seçmiş gibi patileriyle tıklattı.
“Tak tak!”
Yusuf her ne kadar uykuya minnet etmese de “ Bu saatte kim olabilir?” diye merak etmişti. Kapıyı açtığında Yaren Nine’nin köpeğinden başka kimseyi göremedi.
“Hayırdır Argus, ne istiyorsun? Yaren Nine’ye bir şey mi oldu?”
Köpek havladı, zıpladı, bir şey anlatmak istediğini fark ettirerek başıyla “Hadi gel!” der gibi Yusuf’u peşine takmıştı. Yedek anahtarını nereye koyduğunu bilen delikanlı, kapıyı açıverdi hemen.
Yaren Nine, Allah’ın lütfunu tebessümle karşıladı. Peşi sıra soru yağmuruna tutan delikanlıyı; “Oğul, gel otur şöyle.” diye karşısına oturttu.
Yaşlı kadının derdini bir an önce öğrenebilmek için sabırla dinliyordu. Yılların yüzüne nakşettiği izler, gülümsediğinde sanki bir araya toplanıp geçen zamanı anlatır gibi duruyordu. Dizlerini ovuşturan kadın; “Evladım, kaç gündür hareket edemez, yürüyemez oldum. Ne gecem belli ne gündüzüm, ağrılar canıma tak etti. Önce sana dün gece gördüğüm rüyamı anlatayım.”
Gözü, pencereden bakan Argus’a takıldı. Evet, rüyasında gördüğü kahraman da bir hayvan değil miydi? O, bir uçan attı.
“Aman Allah’ım, bu olsa olsa bir düş olabilir.” Köpeğine bakarken hâlâ gördüğü rüyanın etkisindeydi.
“Bak sen Allah’ın işine, bana iyi gelecek otu nasıl malum ediyor.”
Sanki bir düşten uyanır gibi delikanlıya döndü.
“Dinle bak, acımı savuşturmak isterken Tanrı’nın yarattığı uçsuz bucaksız mavi gökyüzüne gözüm takıldı. Dev bir kartopu uçarak yaklaşıyordu sanki! Buraya ait olmayan bir şeydi. Alemler arasında açılan berzah kapısından geçmiş gibi, yaklaştıkça kocaman kanatlarını fark ettim. Bu bir uçan attı, ağzında bir tutam hodan bitkisiyle yanıma kondu. Sanki şifayı bu otta bulacakmışım gibi bana uzattı. İlahi ya Rabbi, ben çarpıldım mı acaba? Cinlere, perilere mi karıştım? Gözlerime inanamıyorum; ama yanımda uçan bir at vardı.”
“Hayır olsun Yaren Nine, müjdeli bir haber olsa gerek.”
“Müjdeli olmasına müjdeli bir haber, evladım. Senden isteyeceğim şey zor ve tehlikeli de olabilir. Biliyorsun, Yar Deresi’nde hodan bitkisi çok bulunur. Nasıl olur bilmiyorum ama senden İlahi’nin mesajı olan bitkiden isteyecektim. Mümkünse tabii.” diye mahcup bir şekilde gözlerini önünde topladığı eline düşürüverdi.
“Tabii ki senin için o dereye iner, zor olsa da sana şifa olacaksa alıp getiririm. O yamaçlar bir hazine gibi saklıyor bu bitkileri.”
Görevini bilen Argus, konuğu bahçe kapısına kadar yolcu etti. Delikanlı sevgiyle elini uzatıp başını okşadı, “Merak etme, uzun sürmez; toplayıp getiririm.” Bir kurtarıcının ardından bakar gibi baktı Argus, Yusuf’un ardından.
Yusuf uçurumun kenarına gelmişti. Nasıl inerse daha kolay olur, diye bakıyordu. Keskin bakışlarıyla aradığını görmüştü. “Bekleyin, geliyorum.” diye bağırdı. Günlerce yağmur yağmıştı. Suya doyan toprak tehlikeli olabilirdi. Yağmurdan yumuşamış toprak, ayağının altından parçalanınca kendini boşlukta bulan delikanlı, keçi yolunun kenarındaki bir ağacın üstüne düşmüştü. Her zaman dostu olan ağaçların, kendisini koruyacağını düşünerek dalına tutundu. “Bekle Yaren Nine, sana şifa olacak bitkiyi hemen alıp geliyorum.” dedi, düşmüş olduğuna aldırmadan. Bir kedi gibi tırmanıp inebilirdi. Onun için çocuk oyuncağıydı. Tutunduğu daldan bir çatırtı geldi. Aşağıya baktı, düşerse tutunabileceği bir şey göremedi. İkinci bir çatırtı sesiyle dal sallanmaya başladı. Asılı kaldığı dalda ne yapması gerektiğini düşünürken bir ses duydu.
Gökyüzünü ikiye yararcasına şimşek çakmıştı. Yağmurdan görünmeyen gökyüzüne baktı. Dev gibi bir beyaz bulut kümesi yaklaşıyordu sanki. Bu sefer daldan olmasa da gökyüzünden sesler geliyordu. Mavi arşın kumaşını bir şey biçiyor veya yırtıyor gibiydi. O beyaz küme canlanmıştı ve kanat çırpıyor gibi yaklaşıyordu. Sanki bir fırtına topu gelip konmuştu uçurumun başına. Kendisiyle sürüklenen bulutun içinden kanatlı bembeyaz bir at çıktı.
“Düştüm öldüm de ben boyut mu değiştirdim?” diye düşünürken büyülenmiş gibi baktığı bu yaratıktan korkmalı mıydı? Yüreği bir davulcunun acımasızca vurduğu davul gibi gümbürdüyordu. Gözleri ata kitlenmiş bakarken yüreğinin sesi dalın son kırılma sesini duymasını engellemişti. Kanatlarını açan at, dalın altına süzülüvermişti. Kendini atın üzerine oturmuş buldu.
Yusuf’un ne istediğini bilircesine mor mor görünen hodanların yanına indirmişti. Cebinden çıkardığı poşeti dolduracak şekilde topladı; ama bir gözü de attaydı.
Dedesi bir masal anlatmıştı. Bu masalda tıpkı bu at gibi uçan iyi yürekli, hisleri kuvvetli bir at vardı. Adı, Tulpar’dı. Kurtarıcısına baktı, kendi masalının ne kadarı gerçekti, öğrenmek istedi.
“Tulpar!” diye seslendi. At yanına yürüdü, başını eğdi ve sırtına tırmanmasını sağladı. Uçmaya başlayan at, yukarı tepeye hemen çıkıvermişti.
Yusuf, kendisini her ne kadar burada indireceğini düşünse de sanki yıllardır Yaren Nine’nin evinin yolunu biliyormuş gibi devam ediyordu. Yeşilliklerin arasında yol alırken Tulpar’ın rüzgârıyla ağaçlar başı dönmüş gibi sallanmaya başladı ve bütün orman canlıları yuvalarından veya saklandıkları yerden başlarını çıkarıp korksalar da hayranlıkla izliyorlardı. Yaren Nine “Bu fırtına da nereden çıktı? Allah korusun, Yusuf’un başına Allah vermeye bir şey gelmesin!” dedi.
Sanki bütün inleme sesi, duyduğu endişeden içine kaçmış gibi, dudaklarına mühür vurulmuştu. Argus, havlamaya başladı. Sabırsızlanıyor, zıplıyordu; gözlerini gökyüzüne çevirmişti, rüzgârdan tüyleri delirmiş gibi uçuşuyordu.
Savrulmaktan korkan köpek, kulübesine girdi ama misafiri de bekliyordu. Bahçeye uzak mesafede yere inen at, eşkin adımlarla bahçeye girdi. Kraliyet bahçesi gibi şenlendi, yaşlı kadının bahçesi. Zarif, bir o kadar da vakur duruşu gösterişli ve devasa görünüyordu. Pencerenin önüne bembeyaz bir gemi gibi yanaştı. Kadın inanamayan gözlerle bakıyor, “Ben yine uyuyakaldım ve aynı rüyayı görüyorum. Bu ağrılar beni takatten düşürüp yağsız kapı menteşesi gibi gıcırdıya gıcırdıya yürüyemez hale getirdi. Korkarım aklımı da kaybediyorum.” dedi kendi kendine…
Bildiği bütün dualar, gevşeyen dudağından dökülüyordu. Yusuf da atın yanında göründü. Kadının şaşkınlıktan ağzı açık kaldı. “Yusuf’a bir şey oldu da bana yine haberi rüyamdaki at mı getirdi? Allah’ım sen koru, benim canımı henüz hayatını yaşayamamış Yusuf’a ver.” dedi.
Yusuf, elinde hodanla dolu poşetle içeri girdi. “Yaren Nine, bak senin rüyandaki Tulpar geldi. Onun sayesinde poşetteki hodanı toplayabildim.”
Yaren Nine, Yusuf’tan gözlerini ata çevirdi: “Tulpar… Demek Tulpar sensin.”
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz.