ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 10-07-2024 20:14

Terzi Muhlis / Yusuf Yıldız

Yazan: Yusuf Yıldız -TERZİ MUHLİS

Terzi Muhlis / Yusuf Yıldız

TERZİ MUHLİS

Terzi Muhlis’in yanında yıllarca yamak olarak çalıştıktan sonra, Balat’ta bir dükkan açtım. Bakkal Rumi’den Allah bin kere razı olsun, Muhlis Usta’mın bacanağıydı. Ustam, rahmete kavuşunca dükkandaki makineyi, alet edevatları rahmetlinin kıymetli eşi Letafet Hanım’dan almama sebep olmuş, üç yüz gaymaya pazarlığımızı yapmış, bana da kefil olmuştu.

Letafet Hanım’ın rahmetli babası da, dedemin Balkan Harbi’nden asker arkadaşıymış, Onu da sonradan öğrendim.

Bir gece dükkanın kepenklerini indirirken, yanıma yaklaşan pehlivan gibi gücü kudreti yerinde, biraz sersem bakan bir delikanlı, içinde ne olduğu belli olmayan kara bir poşetle, yanaştı. Öyle ki, ensemde o kokulu nefesini hissettim. Döner dönmez boğazıma kamayı dayadı.

‘’Terzi, hadi bakalım sökül paraları’’ dedi demesine ama sadece paraları almak olsa, derdi, boğazımdaki kama soluğumu kesecek gibi olmazdı. Öyle bastırıyordu ki, elim kolum bağlanmış, gözlerim yere düşecek gibiydi. Peki der gibi, kafamı sallayınca biraz nefes almaya fırsat bulmuştum.

Babam rahmetli olduğunda daha beş yaşında bile değildim. Anam bizi demir yollarından aldığı beş on kuruşluk nafaka ile büyütmeye çalışsa da, bunda pek de başarılı olamamıştı aslında. Sinoplu Yorgancı Rahmi ile ikinci izdivacını yapmış, beni de yanına, tay geldi götürmüştü. Anamdan duydum bu tay geldi sözünü, hep yanına gelen kolu komşusuna tay geldi der, komşularıda ne demek o diye sorarlardı. Anam da; “Benim atım yanımda, yavrum da tay öyle anlayın komşular” derdi.

Kadınlar bu lafına; “İlahi Letafet, ömürsün” diye gülerken, ben kimsenin görmediği yerde, bir köşede sessiz sakin ağlardım.

Muhacirlerin yoğun olarak çocuklarını gönderdiği Fransız Lape Hastanesi’nin yanındaki Necip Fazıl Kısakürek İlkokulu’nda okudum, Okuldaki arkadaşlarımın bana ismimle hitap ettiklerini hiç duymadım. Bir kaç seferinde, sırf bu tay yüzünden, kulaklarımda yırtıklar, yüzümde morluklar ile idare odalarını boyladım. Kulağıma aşina eserlerin çoğunu müdürün odadaki eski radyoya borçluyum.

Çocuk yaştan itibaren hep ekmeğinin peşinde koşan, öksüz geçen bir çocukluktan,Balat’ta dükkan açacak, iyi kötü bir yuva kuracak kadar olduysam, bunu ilk evvela Terzi Muhlis’e, sonra da Bakkal Rumi'ye borçluyum.

Kamalıyı tanımam bilmem, can borcumu da ona değil Allah’a ödemeliydim aksi takdirde evde iki çocuk benim gibi olacaktı, eşim Zeliha, anam gibi gidip bir yorgancıyla mı ikinci baharını yaşayacaktı?

“Peki” dedim; “peki”. Elimi cebime bile atmama izin vermiyordu. Dükkana girelim der gibi beni kapıya zorluyor ve bundan da vazgeçecek gibi görünmüyordu. Ona da eyvallah dedim.

Beni zapt eder gibi, girer girmez kumaş toplarının üstüne yıkmış ve kamayı, bir kurbanlık koçun boynunu kesecek gibi konumlandırmıştı.

Dedim ki; “Kasa boş, cebimde onluklar var, onları al ve çek git.”

Cebime öylesine elini soktu ki, tırnakları jilet çalmış gibi pantolonun astarını yırtmıştı. Bacaklarımda o günden kalma izi hala taşırım. Cebimden onlukları aldı ama bir kısmını yere düşürdü. Elindekileri gömleğinin cebine koydu. Sonra yerdekileri topladı, avuçlarının arasında nasıl sıktı ise artık, hepsini kaybetti. Beni iteleyerek kumaş toplarının arasına düşürdü; ‘’Terzi, bu iş burada bitmedi’’ dedi.

Ben, yerde yatar vaziyette, ne hamle yapacağımı düşünür iken, ettiği lafları küfürleri artık duyamayacak hale geldim. Kama boynumda iken sergilediğim tavır ona güç vermiş olacaktı ki, kasaya doğru yöneldi.

Marangoz atölyesinde, rahmetli dedemin başına gelenleri dayımdan duymuştum ve çok etkilenmiştim. Dedemin, Keresteci Namık'ı neden kalaslar arasına serdiğini hep merak ederdim. O küçük aklımla türlü türlü senaryolar kurardım. Kah dedeme hak verir, kah Namık’a acır, üzülürdüm.

Dedemin o zaman yaşadığı cinnet acaba şimdi bana da bulaşacak mıydı?

Muğla’da güneşin yere indiği  Fethiye kazasındaki Baba Dağları'nın zirvesinden getirmişsin bin bir emekle kestiğin ve katar ettiğin keresteyi dingilli bir kamyonla. kamyonla,

Terin kamyonun tekerine yol olmuş, keresteye vurulan her bir balta darbesi de, altısı kendinden, iki de ebemin yanında tay gelen beslemenin boğazlarına giren aş olmuş.

Sen tut her gün adamı şu gün gel, bugün gel diye dolap beygiri gibi dolandır adamcağızı, yetmedi sinkaflı sözler. İşte, böyle bir anında gelmiş cinnet kafaya demek ki.

“Bir tas çorba, kaynamasın mı ocakta? Takatim kalmadı, gel etme eyleme, versen şu parayı“ diye yalvarışına; “Bilmem ne yaparım senin kazanında kaynayan çorbanı’’ demesi, Namık'ı bir tas çorba gibi devirmişti kalasların arasına.

Rahmetli anam hep derdi bana; “Senin gözlerinde babamı görüyorum.” diye. Ben bu lafı pek yoramaz, bir şey de sormazdım. Şimdi anladım.

Kasada, defter arasına dürülü epey yüklü miktarda top kumaşların parası vardı, Kumaşçı İshak'ın kibirli bedeni, şimşek gibi çaktı gözlerimin önüne.

Cihana para saymaya gelmiş. Ayak ayak üstüne atmış, önünde envai çeşit yemek, homurdata homurdata yumulurdu tabağa. Üşenmez, kalkar yerinden ve tekme savururdu mırlayan kediye, dinsiz.

Yeşil onlukları kadar değer vermezdi karısına ve biri koyu esmer, öteki parlak sarışın çocuklarına..

Ayaklar altında paspas olmuş bezi bile sıkarlar asarlar, koyarlar bir köşeye.

“Ayağa kalk, yeter at üstünden, çürümeye yüz tutmuş paspası terzi” dedim kendi kendime. Ne ile vurdum başına bilmiyorum. İnan Allah'a, mahkeme salonunda hakim beyden öğrendim yaşlı ütüden yere dökülen ala bulanmış kömürleri.

Otuz yıl yedim geceli, gündüzlü. Katıksız olsaydı keşke.

Geçenlerde rüyamda gördüm. Uzuyordu, Haliç’i yara yara geçti kolum.Balat tarafına doğru yöneldi ve krem renkli pencere arasından girdi mutfağa. Tahta masanın üstündeki üç gözlü, buğusu hala üstünde olan melamin tabağa, dökmeden koyuyordu elim. Uyuyorlardı çocuklar, sessiz çok derin uykudaydılar. Elimle okşadım, yorganın altından o sırma saçlarını, sanki, miski amber tadındaydı odadaki koku. İnsan kokunun tadını alır mı? Çocukları olunca,bu kokuyu da tadıyor insan.
Bir anda irkildim, gardiyanın; “koğuş sayıma” diye seslenen sesini duyunca, uyandırmıştı beni rüyadan.

“Alemde herkesi bir yana koysunlar ve bir tek beni yok saysınlar” dedim içimden.

Yaşamayan ölü beden sayılır mıydı? Hakikaten sayıyorlardı işte.

Kandıralı Mahmut, Bilecikli Selahattin, Dalamanlı Kör Kemal... Sıra bana gelince; Terzi.

Ustalığım önüne geçmişti memleketimin. Onlar ne kadar unuttursa da, unutamazdım Fethiye’nin  o engin dağlarında koşuştuğum, suyunda çimdiğim köyümün altındaki derenin, kurbağa yeşili rengini!

Hele de, böyle beden hapsolunca, düşünce daha da özgürleşiyor herhalde. Balat’ta ceketin iliğinden, gömleğin deliğinden bakmaya benzemiyordu bu delikler. Delinen, insanın ciğeri olunca, nefes almak da zorlaşıyordu, çoğu zamanlar.

Bir iki kafa dengi dam arkadaşı yanında olunca, arada da keyiflendiği zamanlarda olmuyor değildi. Hele o Kandıralı Mahmut'un, öğleden sonra avluda çaldığı oyun havası, dikenli telleri bile halaya dizerdi, Tam bir usta zanaatkar gibi anlardı kadersizlerin dilinden. Arada bir hınzırlık ettiği de olur, isteklere boyun eğmezdi. E, biraz naz onun da hakkıydı ama pek de uzun sürmezdi bu nazı.

Bilecikli ile alt üst yatardı Kandıralı, Demir ranzanın korkuluğuna, Selahattin’in parmaklarıda eşlik ederdi, arada bir.

Tavşan kanı çaylar tepsilerden taşardı. Cefakardı Ağrılı çaycı Fikret.  Çay, onun işiydi. Yıllar geçse de, hala anlamış değilim neden Rizeli Rıfat’ı ekmeğinden etmişti koğuşta?

Sen, çayın içinde doğan çocuğu madara et, olacak iş değildi.

Bunlar, kendi aralarında; “sen iyi yapardın, ben iyi yapardım” diye ağız dalaşına girmişler. Olay ta müdüre kadar intikal etmiş, Ağrılının demliği galip gelmişti.

Bana galip gelemeyen yoksulluk, Zeliha'ya galip gelmesin istedim.

Her ne kadar zor da olsa; “Dükkan boşalt, kiraya ver” dediysem de, lafım pek kar etmedi. Evde iki çocuk, harmanın yeline muhtaç tavuk gibi beklerken, eli kolu bağlı oturamayacak kadar da maharetliydi bizimki.

Eyüp hükümet konağının yolunu tutmuş bir şekilde Kaymakam beye ulaşmıştı. Kaymakam, hemşerisi ile gelen hatunun derdini bir babaya yakışır şekilde dinlemiş, baş köşede asılı bayrağın altında döner koltuğunda oturmayı hak etmişti.

Bizimkini yetiştirme yurduna hademe verdiği için demiyorum tabi bunları. Yükselecek ise devlet omuzlarda, esas olan kimsesizlerin yanında olmak, başsız kalanlara baş olmaktı, esas mesele.

Bayram görüşünde Nallıhanlı Nejla Teyze’nin kolunda bir sepet, bizimkinin böğrüne yasladığı, üstü kar gibi beyaz bir ödünç masa örtüsü ile sarılmış haşhaşlı çörek, biraz olsun çıkartıyordu beni mahpustan. Her bir dilimi sabahın seher yelinde çayımı yudumlarken, bacakları arasında işlemeli masama bile dar gelen bahçeme götürüyordu beni. Balat’ın mevsimine uymayan ağaçlarının altında didiklenerek yem bulan tavukların yumurtası sokağın gözle görünmeyen buğdaylarını taşırdı kabukların arasında.

Hal böyle olunca damda geçen onuncu yıldan sonra Kandıralı gibi bizimki de usanmış, bayramdan bayrama dönmüştü gelip gitmeleri. Öyle ya, ne kadar taşırdı daha sırtında, bu tel örgülerden ona bulaşan kahrı. İçinde yatan Sakaryalı Recep’i bile geri vermemişti memleketinin toprağına. Birkaç gardiyan, bir iki jandarma duvarın dışında ecnebilerin mezarlığına defnetmişlerdi rahmetliyi. Bir anası kalmış, çekilen telgrafın bile eline ulaşıp ulaşmadığı muallakta. Ulaşsada, o seksenlik dizlerin, mecali yoktu aslında.

Öğle namazında, alelacele gömülmüştü imamın duasıyla.

Yaşlı kadının memleketinden yolladığı fındığı, koğuşa sokmamıştı Refik. Daha sonra duyduk ki, sırtında çuvalla evine götürmüş bir ölçeğe yakın fındığı, aç gözlü gardiyan Şefik. O bile omuz vermemişti tabuta.

İşte dünya böyle bir dünya, pek de tasalanmıyor insan alışınca. Bari gelemiyorsun hınzırın kızı, üstü leylek pullu zarfla bi mektup yolla. Bir iki sene daha baktım yan taraftan göz ucuyla koğuşta okunan mektuplara.

Tek okuduğum mektup Zileli Metin"e gelen mektuplara döndü artık umudum. Zileliye okuduğum satırlarda arardım Zeliha'yı. Zileli her mektubunu alışında sevinirdim, belki bir yerden bir söz benzerse yakalarım gözlerini Zeliha’mın, o hamarat ellerini derdim, derdim demesine de, içten içe de artık bundan da sıkılmaya başlamıştım.

Zileli’nin okuması yazması olmasa, elimi bile sürmezdim aslında ama ne çare ki Metin Dayı ile yirmi seneyi devirmiştik o küf kokulu ranzalarda. Dilim kopsaydı demeseydim iki çocuk yaşları küçük Sen onlara de Zeliha’m babanız yaban ellerde, dönecek Allah izin verirse en kısa zamanda. Yine de iyi ettim boşuna değil ki  daha beş altı yaşlarında, o dik durası dik olası başlarını eğmelerini istememiştim. Nereden bilecek o yaşta çocuk, ekmeğin kana bulandığını, nasıl anlatılırdı ki ona.

Hadi geçti yıllar, artık fısılda be Zeliha’m kulaklarıma. Koca delikanlı olmuştur Yasin’im, evlenecek çağa gelmiş sırma saçlı Zeynep’im. Sen el kızısın, beni doğuran olmayınca o kadar da koymuyordur sana ama çocuklarım bilmemesi mahpustan daha da ağır geliyor bana.

Tam da Kandıralıyı kaybettiğimiz günün sabahında, bir mektup geldi koğuşa. Sessizlik duyuyordu kulaklar, klarnet çalışıyor gibi herkes put gibi kala kalmıştı yatağında, saatin tık tık sesini bile yutmuştu doymak bilmeyen ölüm. Arasıra dar aralı parmaklıklara konan serçeler, yuvasından aşağı düşmüş küçük kırık yumurta, camlara dalga dalga vuran avludaki ağacının gölgesi bile kıpırdamıyordu. Gelen zarfın kapağını açma der gibiydi sanki beyaz zarfın üstüne kapıdaki sürgülü büyük kilit çekilmişti.

Hep iyi niyetli idi Ramazan, tek duyduğu kem söz hakimin ağzından çıkan hükmüydü belki de.

“Oku terzi, epeydir hasretsin o beyaz kağıda, hele de Metin Dayı’dan sonra hepten okumayı unuttun diye aklıma da gelmiyor değil ha’’diye hayıflandı.

Zarfın üstündeki pul kapkara bir karanfildi, tesadüftür belki de diye düşündüm. Yollayan muhtar olunca pek de heyecanım kalmadı esasında.

“Terzi, senin o Balat’taki dükkana müşteri var, onca yıldır kapısı bacası kırık viraneye dönmüş, çatı oluklarından sızan su dalga dalga, dalga duvarda yol olmuş, Üsküdar’dan Haham Moşe Kapsallı’nın büyük oğlu Moshe geldi.  İyi de para verdi. Kaç yıldır hapistesin boşu boşuna duracağına, sat burayı, hem sen kazan, hemi de biz kazanalım. Bir sakal da  bize atarsın artık. Bu yaştan sonra çağın yok, çocuğun yok, tekrar yuva kuracak da değilsin ya. Bak bu sözlerimi unutma, karın Zeliha nasıl ellerin olduysa sen de bir gün toprağın olacaksın, son demlerini de biraz bolluk içinde yaşa Terzi Sefa. Aman ha dediklerimi yabana atma, tez haber yollayasın ha.’’
Muhtar Hüsrev Kasacı. 21 Aralık 1969’
***

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi