ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 19-07-2023 21:59   Güncelleme : 20-07-2023 14:24

Suya Anlatılan Rüya / Hakan Cucunel

Yazan: Hakan Cucunel -SUYA ANLATILAN RÜYA

Suya Anlatılan Rüya / Hakan Cucunel

SUYA ANLATILAN RÜYA

Bomboş bir sokağın ortasındayım. Dikiliyorum. Bekliyorum. Başımı kaldırıp
pencerende görmeyi umduğum ışığına bakıyorum. Işık orda. Tül perdenin ardından süzülerek karanlığa bulaşıyor. Işık önemli. Terk ettiğimiz karanlıktan beri hep ışık. O kutsal kandırmaca, yalancı huzur. Ama senin ışığın öyle değil. Huzurun yalancı değil. Ya da böyle inanmanın güzelliği ile doluyum. Doya doya bakıyorum. Sonra soğuk bir rüzgâr esiyor. Her seferinde esiyor. Esrarlı bir düzenle. Sonra bir rüzgâr… Bunu söylemiştim. Hayır. Yazmıştım.

Yazmış mıydım? Evet rüzgâr. Üzerine cam parçaları yapışmış yumuşak bir battaniye gibi
yüzüme sürtünerek geçiyor. Yanıltıyor beni, kandırıyor.

Başımı kaldırıp yeniden bakıyorum. Sana dair bir şey görmeyi umuyorum belki.
Pencerendeki ışıktan emin oluyorum. Sokakta başka ışık yok. Bir süre dikiliyorum. Bu anı
yaşattığı için var olan ve unutulmuş bütün dinlerin tanrılarına tek tek şükranlarımı sunuyorum.

Bu, zaman alıyor biraz. Yüzüme delice bir gülüş ekliyorum. Bir yabancı aynadan aldığım.
Aklımda sakladığım. Yüzüm. Az önce rüzgârın kestiği. Aynalarda görmeye katlanamadığım.

Hani cam kırıklarıyla. O ışığa tutunuyorum. Aşağıdan baktığımda görünen. Kim bilir kaç yıl önce annemin rahmine tutunduğum gibi. Canını acıtarak, kanatarak, inatla, ısrarla, o ışığa.

Tutunmasam ölürdüm, ölüyorum. Işığa tutunuyorum. Işığına. Yalnızca senin ışığına.
Derin bir nefes alıyorum sonra. Geçen bunca zaman, hep bu an içindi. Bunu biliyorum.
Başka da bir şey bilmiyorum. Bir başka evrende bir başka zamanda seninleydim mutlaka.

Benimleydin. Hani bir ayna çatlayınca kayan ve artık eski yerine oturmayacak olan yüzüm.
İki aynı yüz, birbirinden ayrı ve ama yan yana. Başka bir zamanın da olabileceği olasılığı.
Şimdiki dertlerim yok. Yaşıyor, yaşlanıyor ve ölüyordum. Huzur içinde ölüyordum. Ne
yaparsam yapayım zaman kaybı olmuyordu. Bir şeylere geç kaldığımdan korkmuyordum.
Seninleydim o başka evrende.

Oysa ayrı görülmüş iki rüyaydık. Bizi, tanımadığımız birileri görüyor ve bir anlam
veremiyorlardı. Uyanıp belki suya anlatıyor ve “hayır olsun” diyorlardı. Sonra unutuyorlardı.
Yani biz hiç yaşamamış oluyorduk. Hani biz doğmadan önce, hiç yokmuşuz ya öyle
inanıyoruz hani. Levh-i mahfuzumuz bile yokmuş. Bir rüya zamanında ikimiz. O süre ne
kadardır sence? Bir ömür kaç rüyadır? Bir rüya bazen birkaç ömür oluyor içinde sen
olduğunda.

Var olmamış olmak durumunu anlamaya çalışmak ve anlatamamak bana kalıyordu.
Kalabalık kirpiklerini, kasıklarının beyaz ve sonsuz ovalarını, bedeninin bütün kokularını,
ağzındaki tadı anlatamıyorum.

Gecenin kuytularında alnıma damlayan parmak uçlarını, zulmet derler eskiler, saçlarını, dudaklarının iyi eden dokunuşlarını, yer yatağını ve daha birçok günahı anlatabileceğim kimselerim olmuyor. Günahların, insan ruhunu şefkatli bir el gibi nasıl iyi ettiğini, ruhun evcil olamayacağını ve aslında yaşayan tek gerçek parçamız olduğunu anlatacak kimsem de olmuyor ve olmayacak. Uyanıp beni izleyen yüzünü gördüğümü, o kısacık uykuların da yine seni gördüğüm rüyalarla dolu olduğunu kime anlatayım?

Yüzüm üşüyor. Kanıyor mu yoksa. Işık orada, ben sokağın ortasında oluyorum.
Yaşıyorum. Artık yaşıyorum. Çünkü oradasın. Çünkü yalnızca senin yanındayken kendi
sesimle konuşuyor ve kendi sesimi sevebiliyorum ben. Işık orada. Birazdan ben kendi sesimle senin yanında olacağım. O ışığın içinde olacağım. Dizine koyduğum başımı, onu dolduran aklımı, iç özlemlerimi, yasaklarımı unutup, ılık ve durgun bir göle adım adım dalar gibi huzurun içine dalacağım.

Bir ölsen. Keşke ölsen. Acısız ama. Bir uykuya geçer gibi. Ölsen. O zaman delirmem
ne kadar da kolay olacak. Koşa koşa mutsuzluğumun ortasında oturacağım. Yas için ne büyük bir gerekçe. Yarım sonsuzluk ederindeki bir erkek ömrü boyunca bitmeyecek bir yas. Kopan bir uzvun ağlatıcı yokluğu gibi kalsan aklımın içinde. Ağrısan, ağrıtsan ama ölsen. Ya da gizeminden ve varlığından emin olamadığım o, başka zaman aralığında yanında olsam, yanındayken ölsem. Aynı zamanı paylaşsak. O zaman, yarattığı bu gezegenin ilk sabahını bekleyen bir Tanrı sabrı ve huzuruyla ufuklara bakacağım.

Bir ölsen. Ya da ben mi öldürsem seni. Dizinin dibinde olamadığım için, bana geç
kaldığın için, tarih öncesi bir yer yatağında seni bekletmek zorunda bıraktığın için beni; ben seni öldürsem. Aynı delice gülüş. O, çatlayan aynadan almıştım bu yüzü de. Rüzgârın cam kırıklarıyla kestiği yüzümde, o deli gülüşü. Yöntemde bile kararsızım yıllardır. Nasıl olacak?

Delice gülebilmekten fazlası gerekli. Bende olmayan bir şeyler gerekli.
Sonra rüzgâr geçiyor. Uzaklaşıyor. Yukarıda bir pencere, pencerede ışık, aşağıda yol,
yolun ortasında dikilen ben. Ruhum yanıyor. Su topluyor yanan yerleri. Şaşırarak ve
hayranlıkla toplanan ve kabaran suya bakıyorum. Ruhumun gerilen derisine. Hemen bir iğne. Yar, bana, aman bana bir iğne.

Bedenimin vaz geçtiği ve artık hissetmeyen derimin üzerine bir iğne. Ve buluyorum. Şehirler değişiyor. Bir ıhlamur ağacı daha buluyorum. Sabah akşam kokusuyla kanıyor.

Bazen rüzgâr götürüyor çiçek çiçek, bazen toprağa akıyor. Yeniden toprağa. O kaç yaşında. Neyse ki bir incir ağacıyım. Aklım, dallarımca karmakarışık. Çiçeğim yok, dallarım aranır cinsten değil. Ama gövdem, bütün dikenlere, kaktüslere; yaradılıştan alışık. İncir ağacıyım.

Kaç yaşımdayım? Sen kaç yaşındasın? İnsan, ne zaman dikkat etmeye başlar yaşına?
Zaman daralıyor. O, su kabarcığı… Kan ılıklığında ve kanar gibi, ardında anlamını yitirmiş bir boşluk, çiğ ve çirkin bir pembelik… Tuzlu mu? Tadını eski çağlarımdan hatırlıyorum.

Eski çağlarımdan bana, tadını anımsadığım kanımla, arkadaşsız bir gençlik kalmıştı öyle ya.
Eski çağlarımdan bana bitimsiz bir vefasızlık. İhanet de var. Zamansız geçen, koşarak geçen bir gençlik. Alnımdan öpüp kaçan bir gençlik, bir kaç şairane dize, kimsenin inanmayacağı anlatılar kaldı. Eski çağlarımdan bana… Senin adını bağırdığım, hayran kaldığım dağlar…

Ben senin adını dağlara da söylettim. Bunları düşündüğümde kendime acıyorum. İnsanın
kendine acımasında tuhaf bir tat buluyorum. Gizemleri ardındaki nedenler, önemlerini
yitiriyor. Çaba harcamanın verdiği yorgunluğu azaltıyor.

O, su kabarcığı bir duman gibi ama dağılmayan. Ruhum. İşte ruhum derimden,
gözeneklerimden telaşsız sızıyor, genişliyor. Ruhum taş… Taş gibi ağır ruhum taşıyor
benden. Köpük köpük. Kızılırmak ve kasıklarımın öldürmeyen ağrısı. Ruhum yeni bir beden için, onu aramak için kopuyor. Sana bilenen açlığım nasıl da bitmiyor.

Koltukaltlarında bir çağ daha düşlüyorum. Ovaların. Senin ovalarında az gidiyorum. Uz gitmenin düşlerini kuruyorum. Zamanın evveli içinde, kalbur ve saman kısmı yok. Zamanın evveli, düşünsene ne vardı? Senden önce ne vardı benim evrenimde ve evrende zamandan önce.

Sen. Sen ölsene. Pişmanlıklarım, tuzlu, soğuk ve karanlık ve acemi bir okyanus
olmayacak ve gözlerimi yakmayacak. Ama yakıyor. Sen ölmüyorsun. Ben de öldüremem
seni. Bunu yazmıştım. Kendini bile öldüremeyen biri nasıl öldürebilir seni? Bu iş olmaz.

Olmaz. Öldürmek, vazgeçmek gibi acıtıyor canımı. Edirne’den de böyle ayrılmıştım. Közde mısır satan çingene kızları vardı hani.
Onlardan mısır almıştın sen. Yavaşça yürümüştün. Çınar ağacının altında beklemiştin.

Durmuştun. İnsanlara mı, yola mı, geçen zamana mı bakmıştın? Meriç boyuna gider senin adını sesli söylerdim. Meriç dinlerdi. Selimiye dinlerdi. Sinan. Belki duyardı sesimi.

Senin yanında ben yokken, seni anlatan yalanlar söylüyorum. Masalların bazı yerlerinde sen geçiyorsun. Edirne’nin bazı sokaklarında sesini düşlerdim. İzmir’de nergiz satılırdı, seni düşünerek alırdım. Bir dizeye eklerdim adının baş harfini, bir şiirde daha kendi adınla olamazdın işte. Güneşte sararmış tüllerine bakardım saçlarının. Saçlarınla ısınır mıydım? Ben ne yaparım derdin olmadığında? Sen, o çınar ağacının altında hangi kederleri, gözlerinle başka bir dilin şiirine çevirdin de bakışların evrenler boyunca durdu. Edirne, Timur’un Semerkant’ından güzel oldu.

Oysa ne öldüm ne de öldürebildim seni. Damla damla şiir oldun. Hurufi dervişlere
anlattım, başka kim anlardı ki? Kaşların bir duanın girişi miydi? Bir ayet miydi kirpiklerin?
Seni öz nurundan mı yaratmıştı Allah? Kendi fermanımla meğer kendimi mi sürmüştüm ben, seninle dopdolu o Edirne’den?

Düzyazıya çeviriyorum seni. Çevirmeliyim. Şiir oldun ama şiirde kalamazsın.
Kalınmaz. Çünkü herkesin bir devri vardır. Olmalı. Şiir devrin bitiyor. Bitmeli.

Ortaçağlarımın bitmesine benziyor. Düzyazı olmalısın artık. Cümleleri, aciz aklımın üzerine gürültüyle devrilecek olsa da düzyazı olmalısın sen de. Şiirlerden akmalısın. Sözcükler, serçe ölüleri gibi kalmalı düştükleri yerlerde. Bütün güzelliklerini kaybederek. Seni anlatan sözcükler ölünce… Sen de mi ölmüş olursun biraz? Öldürmüş olur muyum seni? Yoksa devam mı edersin benden sonra da.

Yakarlar beni. Beni yakarlar. İnkârımın ateşlerinde. Yetişmez karıncaların taşıdığı su.
Onlar yakmasa ben atlarım peygamber ateşlerine. Gül bahçesi olmaz her seferinde korların kucağı. Buna katlanamam. Zor çünkü. Kutsal metinler gibi zor oluyor seni anmak. Anlatmak zaten olmuyor. Anlaşılmak ise rüyalarda bile görülmüyor. Dert işte. Ne demişler dertliler dünyada yarım peygamber, dertsizler dünyada yarım insandır, böyle demişler.

Artık tenini kavramalı ellerim. Bu ellerim tenine geçmeli zamanın yavaşlığında.
Doyasıya kanatmalı sıcacık. Çünkü erkek, aklındaki kadının koynunda ölmeden önce, o kadın gibi kokmalı. Bir kadın taşımalı erkeği kutsal metinlerde anlatılan sonsuzluğa. Erkek, kadından toprağa akmalı. Kendi yavaşlığında ve ama çok da geç kalmadan. Ellerim heybetli kanatlara dönüşüyor. Yüzüm kanıyor mu hâlâ?

Denizlerin üzerinden uçuyorum, o denizlere düşüyorum. Sırılsıklamım ve beni kurutacak güneşim… O, ne kadar gönülsüz doğmaya.
Karanlık. Soğuk. Senin canın yanmalı ama ölen ben olmalıyım. Parmak uçlarımda senin kanın olmalı. Senin kanın bulaşmalı parmaklarıma. Tuzlarına kanmalı dudaklarım, sularına, kokularına doymalı.

Aynaya baktım. Babamın omuzları taşıyor, bu karışık kafamı. Annemin gözleri
bakıyor merdivenlere. Merdivenler Arap sabunu ve onları yıkayıp ovan kadının teri kokuyor.

Yoldaydım az önce. Şimdi artık kapının önündeyim. Ruhum ateşler içinde, sözlerim Hurufi dizeleri. Senin kapının önünde ve benim dünyamın sonunda. Yere bakıyorum. Yüzüm acıyor.

Kesti mi o rüzgâr gerçekten? Kesmiş olmalı. Paspasın yanında ayakkabıların. Senin yumuşak tenli beyaz ayaklarını saran ayakkabıların. Senin kapının önünde ve benim dünyamın ucundayım. Kimsenin henüz bilmediği bir kıtanın kumsalındayım. Akşam oluyor.

Kapının önündeyim. Elvedalarda, bir çiçek gibi susuyorum. İpek yolunda kaybolan
son kervandayım. Sarı yıldıza bakmışız. Yitmişiz.

Yedi uyuyanlardan çok uyumaya geldim belki de. Bir gün uyanmak umuduyla değil. Sana uyumaya, senin uykularında yok olmaya geldim. Bir delinin düşlerinden taştım.

Kemikten duvarlarının içinde sıkıntıdan patlayan, sözlerden düşler yapan, gerçekler yıkan, ezberler bozan bir delinin rüyasıyım. Suya anlatılıyorum. Sen de varsın yanımda. Su var, Toprak var. Anlatırken azalan o rüya var. Ona taşıyorsun beni. Kapının önündeyim. Biraz bekledim, nefeslendim. Senin rüyan olmaya, suya anlatılmaya geldim.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi