ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 26-10-2023 20:28   Güncelleme : 04-11-2023 16:09

Rüya mı Gerçek mi? / Serhan Poyraz

Yazan: Serhan Poyraz -RÜYA MI GERÇEK Mİ? 

Rüya mı Gerçek mi? / Serhan Poyraz

RÜYA MI GERÇEK Mİ?

Asansör zemin katta durdu, kapı açıldı ve birer damla yaş süzüldü yanaklarına…

Bütün gece ağlamıştı ve kıpkırmızı olmuş gözlerinden akan yaşlar sessizce süzülüyordu hala yanaklarından ama içindeki yangının acısını bir türlü söndüremiyordu.

Evinin önündeki taksi durağına doğru yürürken güneş gözlüklerini taktı. Hava kapalıydı oysa, gece boyunca yağan yağmur hala çiselemekteydi.

Taksiye bindiğinde “Teşvikiye Cami” dedi şoföre, titrek bir sesle… Tanıyamadı ses tonunu kendisi de…

Trafik sıkışıktı, tıpkı kendi içinde hissettikleri gibi…

İçinde kanayan yarasına dokunmuştu “Ağabey, bir yakınını mı kaybettin?” sorusu şoförün…

“Evet” diyebildi sadece…

“Allah rahmet eylesin, ağabey! Mekanı cennet olsun!” dediğinde genç şöfor, “Sağol. Dostlar sağolsun” diyebildi bu kez de, kendini güçlükle tutarak..

Ne zaman nasıl indi taksiden hatırlamıyordu ama oradaydı işte…

Kalabalıktı cami avlusu...

Kalabalığın üzüntüsü türlü türlüydü; tanıdık yüzlerin bazıları donuk ifadelerle tabuta bakıyor, bazılarıysa cenaze namazını bekliyorken küçük kümeler halinde fısıltılı sohbetler ediyorlardı. Neredeyse herkes onun gibi güneş gözlüğü takmıştı o yağmurlu günde…

Acaba herkes onun gibi derinden mi hissediyordu acıyı? Tam kestiremedi.

Emin olduğu bir şey vardı ki, bu acı onun acısıydı…

Kendisinden başka kim anlayabilirdi, kim teselli edebilirdi ki yüreğindeki acıyı? Zaten kimsenin anlaması ve teselli etmesi de gerekmiyordu.

Tanıdık yüzler görüyor olsa da, hepsi de bir şeyler söylemeye çalışsa da, konuşmak gelmedi içinden...

El işareti ile susturdu herkesi, tenha bir köşeye gitti ve orada sessizce beklemeye başladı. O, bu acıyı da yaşamalıydı, onun sevgisini ve dostluğunu yaşadığı gibi…

Kaybettiği yirmi beş yıllık dostu, can yoldaşıydı…

Dile kolay çeyrek asır…

Film şeridi gibi geçti yıllar gözlerinin önünden… İyisiyle-kötüsüyle bir ömür gibiydi paylaşılanlar…

Yaşlar süzüldü sessizce, yanaklarına…

Bir sürü yaşanmışlık gizlenmişti gözyaşlarının içine. Nasıl da çabuk geçmişti zaman; sanki dün yaşanmış gibiydi her şey.

Mutluluklarını paylaştığı anları anımsadı birden… Sevincinden de ağlamıştı onun için, bir derdini ağlatarak anlattığında üzüntüsünden de. Sımsıkı sarıldı o anlara, kucakladı sevgi ve dostuluğun hayalini...

Peki ama, o hiç mutsuz etmiş miydi onu? Hiç acı çektirmiş miydi, bir tavrı ya da bir sözüyle...

Tuhaf ama gerçek. Hayır, hatırlayamadı…

Şimdi neydi bu yaşananlar öyleyse?

O an anladı; yaşamda bir denge vardı ve olsun, bu da yaşanmalıydı. Öyle kıymetliydi ki kaybettiği; her şey değerdi ona… Acı da çekerdi onun için. Zaten birlikte acı çektikleri anlar olmamış mıydı? İşte bu acı da, onunla yaşadıklarına ait bir şeydi.

Tabut musalla taşının üzerindeydi. Onu görebileceği bir mesafeden izliyordu olan biteni ve onun da kendisini izlediğini biliyordu.

Hey!! Nereye gidiyordu o şimdi?!

Hayat ne garipti…

Hayattayken ne de çok severdi seyahat etmeyi, şimdi de geri dönüşü olmayan bir başka seyahate mi çıkıyordu?

Ölüm bu muydu?

Doğru! Ölüm ayrılıktı, ayrılık gitmekti…

Kafası allak bullak olmuştu, ve bir şey düşünmekte zorlanıyordu şu an. Zihni, anılarla dolup taşıyordu sadece ama hangisi önceydi, hangisi sonraydı? Bilmiyordu; her şey birbirine girmişti. Tüm anılar hatırlanmak için öne çıkmaya çalışıyor gibiydiler. Meğer ne çok hatırlanacak anıları varmış birlikte biriktirdikleri…

Doğru! Ölüm ayrılıktı, ayrılık gitmekti ama gitmek, yitirmek değildi…

Şaşırdı…

Ama tuhaf bir sevinç duydu birden; ne şanslıydı ki, onlarca an ile birlikte onu hep içinde yaşatabilecekti. Onun geri dönüşü olmayan bir seyahate çıktığını düşünecek ve onu beklemeyecekti. Öyle ya, bazen dostlar ayrılır ve tekrar karşılaştıklarında bıraktıkları yerden hiç ayrılmamış gibi yeniden devam etmezler miydi? Bu da öyle bir şeydi ve belki artık bu yaşamda değil ama bir başka yaşamda yeniden bıraktıkları yerden başlayabilirlerdi. Hem onu nerede görse tanırdı!

Ya onu hiç tanımasaydı, ya hiç hayatına girmemiş olsaydı? İçindeki acının yerini büyük bir hüsran ve boşluk duygusu aldı birden… Evet, gerçek anlamda kaybetmek buydu kesinlikle; hiç tanımamak…

Oysa ki yirmi beş yıl önce tanımıştı onu...

İnsanın her ne yaşarsa yaşasın, yaşadıklarını özgürce birisiyle paylaşabilmesi ne hafifletici bir duyguydu, eleştirilmeyeceğini bilmek, her haliyle, doğrusuyla yanlışıyla, iyisiyle kötüsüyle her haliyle kabul görmek…

Ve her şeyden önemlisi, hep sevginin en saf haliyle sevildiğini hissetmek!

Hani bazen biri olur hayatınızda ve hiç bir gizli sır olmaz aranızda, maskeler yoktur, duyguların en derinine inersiniz birlikte ve o sizi dinler, bıkmadan usanmadan dinler. İşte böyle biriydi o, onun için…

Gecenin bir yarısı ihtiyacı olduğunda, uykunun ortasında bile o sıcacık sesini duyardı ne zaman ona ihtiyacı olsa. Ne kadındı, ne de erkek... O an neye ihtiyacı varsa o olurdu. Kocaman sevgi dolu bir yüreği vardı, aklından evvel gelirdi duyguları ve hissettikleri. Acıysa acıyı, sevinçse sevinci coşkuyla yaşardı benliğinde ve yansıtırdı cömertçe…

Peki bunca paylaşılmışlığın, yaşanmışlığın içinde o, ona sevgisini belli edebilmiş miydi acaba?

Bu kez de acısının yerine pişmanlık kapladı içini. Korktu bir an; “acaba?” diye düşündü. Niye böyle düşünüyordu şimdi?

Düşündüğünde tüm bunları; onunla her anı dolu dolu yaşadığını, onun varlığını hep hissettiğini ve ona da hissettirdiğini anımsadı. Bazen sevgi sözcükleri aynı anda çıkardı dudaklarından…

Sevgi ve saygı; sevgi ve saygıyı korumayı bırakın, her an çoğaltmayı başarabilmek, paha biçilmez en önemli erdemlerinden biriydi onlar için…

İmam cenaze namazı için göründüğünde, ayaklarının bağı çözüldü bulunduğu yerde… Ayakta durmakta zorlanıyordu, sendeledi. Kollarına girdi tanıdığı yüzler…

Namazın ardından tören bitmek üzereydi, tabuta baktı ve bıraktı kendini üstüne...

Düğümlenmişti boğazı, çıkamıyordu kelimeler...

“İyi ki vardın! İyi ki benimleydin! Seni seviyorum!” diye güçlükle, belli belirsiz fısıldayarak uğurladı onu son yolculuğuna...

Yirmi beş yıldır evliydi Rüya ile…

Yalnız başına uyumakta zorlanmıştı dün gece… Sabaha karşı uyuyakalmıştı yorgunluktan… İrkilerek uyandı, telaş içinde…

“Ohh!! Rüyaymış!” diye düşündüğünde içinde tuhaf bir burulma hissetti. “Hayatın bazen takındığı anlaşılmaz tavırlar ya da yaptığı acı sürprizler, kelimelere de bulaşabiliyor işte böyle” diye düşündü ve hızlıca hazırlanmaya başladı. Geç kalmıştı. Rüya, yurt dışındaki iş gezisinden dönecekti bu sabah. Havaalanına gitmesi gerekiyordu onu karşılamak için.

Rüya ile yaklaşık aynı saatlerde yirmi beş yıllık dostu Gerçek gelecekti yurtdışından. Onu da karşılayacaktı aynı anda.

Gerçek, tıpkı Rüya ile olduğu gibi, üniversitedeyken tanıştığı bir arkadaşıydı ve sonrasında Rüya, hayat arkadaşı olurken, Gerçek de her şeyini paylaştığı gerçek bir dost, can yoldaşı olmuştu onun için. Onunla tanışıp, ismini ilk duyduğunda çok ilginç gelmişti bir insanın adının “Gerçek” olması ama o ismiyle müsemma olanlardandı. Gerçek bir dost, gerçek bir insandı; sahtelik, olduğundan farklı görünme nedir bilmeyen…

Dairesinden çıkıp asansöre bindiğinde; “Ya rüya değil gerçek olsaydı?” düşüncesi belirdi bir anda zihninde. “Allah’ım yine mi bu serseri kelimeler?” diye düşünürken asansör zemin katta durdu, kapı açıldı.

Ve…

Gözlerinden birer damla gözyaşı süzüldü yanaklarına ve oradan da klavyesinin üzerine...

Ne zaman çok sevdikleri bir yolculuğa çıkacak olsa, içine bir korku düşerdi ve dün gece kükreyen gökyüzü, çakan şimşekler ve kesilen elektrik tetikte beklemekte olan duygularını ürpertiyle kabartmış ve bu öyküyü yazıyordu içindeki korkuyu ve endişeyi yok etmek için.

Toparlandı, giyindi. Dairesinden çıktığında Rüya’yı aradı, sonra da Gerçek’i… Her ikisinin de telefonu kapalıydı ve ulaşılamıyordu.

Asansöre bindi, üzerinde “G” yazan düğmeye bastı, içi ürpererek…

Her şey birbirine girmiş gibi hissediyordu; altüst olmuştu…

Zemin kata geldiğinde asansörün kapısı açılmasın istiyordu çünkü bilmiyordu o an; rüya mı, gerçek mi?..

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi