ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 04-06-2023 18:11

Kundakta Bebe / Ümit Ahmet Duman

Yazan: Ümit Ahmet Duman -KUNDAKTA BEBE

Kundakta Bebe / Ümit Ahmet Duman

KUNDAKTA  BEBE

Temmuz sıcağının kasıp kavurduğu, nefes almakta zorlandıkları günlerden sonra gelen, şiddetli yağmur huzuru getirmişti. Kurumuş sarı yapraklar , çatlamış toprak suya hasretlerini dolu dolu giderdiler. Dallara can yürüdü. Umut  en güzel günlerine açılıyordu. Yeni çıkan güneş yapraklardaki damlalara kristal görünümü verecek biçimde yansıyordu.

Sofraya, ölenler dışında yaşayan iki çocuğa bir boğaz daha eklendi. İlk üç çocuklarını üstlerine çökmüş kadersizlik sonucu yitirdiklerinden, bu müjde eksilenler üzerine tazelikti. Minik ayakların ev haragüresine kıpırtıları canlılık katıyordu. Görünmez ama hisleri kabartan minicik kalp, ritm tutarak atışlarıyla havayı yönetiyordu. İlk aldığı nefesten karı koca ağlayarak geçiyorlardı. Sesi sıradan zamanlarda kulakları tırmalarken o an huzur vericiydi. Ses yüreklerinin gizli köşelerinde kendine yer açıyordu. Şirin dudaklarından çıkardığı viyaklamaları aileyi mest ediyordu.

Evin içine mutluluk topu düşmüş gibiydi. Bir onun eline, bir ötekinin; elden elden dolaştı. Zambak çiçeğinin kokusunun beyinlerdeki etkisi neyse onun kokusu da aynıydı. Sabahlar, taşlığı sulanmış evlerin sofalarına mutluluğa çıkıyordu. Yumurtanın tavuğun altından alırkenki sıcaklığını hissederek hasretle yüreklerine bastırıyorlardı.  

Açtılar bağırlarını minik ellerin tensel dokunuşuna, anne kokan kokusuna. Şevkat gözlerde ışıldarken sinelerine kartopları pamuk pamuk düşüyordu.

Güzel mi güzel, kış kışlığını yaptı dedikleri bir sekiz ayı ağızları kulaklarında geçirdiler. Baharın müjdecisi ağaçlar yavaş yavaş rengarenk çiçekleriyle gelin duvağına bürünme telaşındaydılar.

Geceden sabaha şimşek, gök gürültüsü, bardaktan boşanırcasına yağan yağmura eşlik ediyordu. Yokuş aşağı minik selcikler gibi akan dereleri iki günün yorgunluğundan gözü görmüyordu. İki bebeğini, biri dokuz aylık diğeri on bir, şiddetli ishalden kaybeden anne , kızının en ufak şikâyetinde helak oluyordu. Dili yoktu ki neresi ağrıyor söylesin zavallının. Tek bildiği ağlamak, geceymiş gündüzmüş ayırdına varmadan. Biraz nane limon, biraz papatya çayları sakinlik sularına taşıdı bebeciği. Bugün biraz toparlar gibi. Ansızın başlayıp elde pış pışlansa da susmak bilmeyen ağlama periyodları azaldı. Dünden alacaklı uykusuna bitkin, yorgun kısa molalarla dalmakta. Anne de iki üç gündür gözü görmediği ev işlerine el atmakta. Kolay değil, biri dokuz diğeri üç yaşında iki çocuk, bir de koca başında. Yemek, temizlik, bahçe düzeni, çamaşır, bulaşık hepsi onun sorumluluğunda. Ağıldaki taze ottan başka yemek beğenmeyen keçiler ayrı hizmet beklerler.

Akşam yemeğinden sonra radyoda ailece programlar dinlendi, çocukların didişmelerine hakemliğin ardından ailece huzurun çekici mekânı yataklarına gömüldüler. Miniğin biberonunu hazırlayıp, salıncağından alana değin kocanın evi deviren horultuları başlamıştı. Sigaralı pis nefes kokusu odayı oksijensiz boğucu cehenneme çeviriyordu. Sadece nefesi değil odaya girdiğinde vücudundan yüzlerce kültablası yağar gibiydi.

Anne önce memesini araladı, sütünü denedi. Kısacık bir emişten sonra ağzını kenara atıyordu, emmeye can atmıyordu. Nedense üretken memeleri bu bebeğinde doyuracak verimde değildi. Alışkanlık haline getirdikleri biberonla hazır mamadan da biraz vererek, iştahla emişini seyretti. İçinden, ‘’Saldır şimdi memeye saldır da büyü Seboş bebe’’ sözünü tekrarlıyordu.

Yarı uyanık, yarı uykuda keyfi yüzündeki nurdan fışkıran minik Seboş gazını da saldıktan sonra anne kucağından kundaktaki yerini buldu. Gündüz yağmur etkisiyle biraz serinlemiş ortam, gece nemin de etkisiyle yine çekilmez olmuştu. Elleri yumuş yumuş yukarıdan elma toplayacak gibi açılıp kapanırken kendi kendine söylediği ‘’auu auuu auuuuu ‘’ ninnisi ile annesini uyutma çabasındaydı sanki. Hacışakir beyaz sabun kokulu yastığı, ince uğurböceği motifli beyaz pikesi, uyumaya yenik düşmeme savaşındaki annenin salıncağı sallamasıyla ileri geri hareket halindeydi. Anne uykuya davet için ‘’Dan dini dandini dasdanayı" acele, duygulu, diğerlerini uyandırmaktan korkan kısık sesiyle her akşamki gibi tekrarlıyordu. İçerideki birkaç sivrisinek, pusuda savaşa başlama anını iple çekiyordu. Ailenin incecik iğnelerle vücutlarının en hassas, en tatlı yerlerinden ısırılmaktan serzenişlerini sabah muzipçe seyredeceklerdi.

Seboş gündüz güzel uyumuş, yemeğini, doğal ihtiyaçlarını halletmiş, sivrisineklerden izole rahat yatağında, eliyle kenarı pembe oyalı tülbentine bir ucundan dokundu. Çok sıkı tutturulmasına rağmen nasıl olduğu hala anlaşılmayan, kar beyazı bez tutulduğu yerden kısa sürede kurtuldu. Oyunla elinde sağa sola geçiriyor, auuu ları keyfini taçlandırıyordu. Anne bir elinde salıncak kundağın ipi, kendine çeke çeke "uyusa da, huzura ersem“ derken uykunun sihirli çengeline takılmadan edemedi.

Rüya safhasına çabucak geçti. Rem uykusuna geçtiği gece yarısında, rüya değil sanki gerçeği yaşıyordu. Seboş ağlıyor, ne yapsa susturamıyor, çok yorgun uyku gözünde mühür, akmıyor rahatlayamıyor göz kapakları, ağırlıklarına  teslim oldu olacak. Rahat bırakmıyor çığlıklar, açlığın ortama yaydığı iç gıcırdatan ağlamalar. Sarkmış, uçları çekilmekten eprimiş memeleri istekli minik dudaklara buluşturmasıyla içinin geçişi saniyeleri almıyor. Bedeni direniyor ama göğsü yıkılıyor çocuğun güneş görmemiş pembe yüzüne. Sessizlik derin bir yarık gibi, karanlık uykusunu zifiri kör kuyulara çeviriyor. Sağ omzunda uyandırmaktan ürkercesine hafif hafif bir el vuruşu hissediyor. Rüyasında rüyaya uyanıyor. Kucağında mos mor kararmış minicik bir surat. Çaresiz atamadığı çığlıkların baskısında.  ‘‘Rüya olsun Allah'ım, rüya olsun Allah'ım‘‘  tekrarlayarak, boğazında düğümlenen yumrukla , gerçek dünyaya uyanıyor.

Şu kısacık rüya aralığında, yürekler attı cılız ışıkların kıpraştığı karanlık oda da. Yeme içgüdüsüyle eline geleni ağzına atan Seboş, tülbenti boğum boğum ağzına çekti. Auuular düzensiz aralıklara döndü. Mırıltılar yerini sezsizliğe bırakırken, sessizlik mırıltıyı emdi. Pudra kokulu, süt kokulu pembe minicik surat, mora dönüyordu.  Gaz lambası aydınlığında, rüzgar dışarıdan metallerin birbirine sürtme gıcırtısını insafsızca içeri dolduruyordu.

Tavanın beyaz kirecinden düşen yirmibeş kuruş çapında parça bebek pikesini daha da beyazladı. Oda gevşedi, yürekler senkronize atıyordu biri hariç. Seboşun başı sivrilmiyor, gözleri anlamını yitirmişti. Bu odada havanın kararacağını kim düşünebilirdi. Seboşun kasları, günleri eridi yok oldu.

Ocağın sağında solunda geceye ışık katan gaz lambaları titrek ışıkları ile ölüm sessizliği sinmiş odayı uyandırmak çabasındaydılar. Bir melek daha sessizce bulutlara ulaşıyordu.
 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi