ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 23-05-2024 17:26

Karabiber Ağaçları / Hakan Cucunel

Yazan: Hakan Cucunel -KARABİBER AĞAÇLARI

Karabiber Ağaçları / Hakan Cucunel

KARABİBER AĞAÇLARI

Hep öyle söylenir ya da yazılır. Şehre yeni biri gelir ya da şehirden biri gider. Şair ve yazar milletinin uydurmasıdır. İki milleti de sevmem. Onlar uydurmayı, yakıştırmayı severler. Sıradan insanların hayatlarında böyle şeyler olmaz. Öyküler böyle başlamaz. Öyküler yaşanır bazen unutulup gider bazen de ara ara anlatılır. Olan biten budur.

Ben, her ay yaptığım gibi İzmir’e gidip gelmiştim. İşimin başındaydım. Personelin kaldığı yerler, otelden biraz uzaktaydı. Terminalden lojmana kadar bir şey düşünememeye çalıştım. Odaya girdim. Alt ranzada yatıyordum. Öğrenciyken yurtta, askerdeyken koğuşta da alt ranzada yatmıştım. Coşkun, odayı havalandırmıştı ama yine de içerideki hava bayat ve ağırdı. Yün battaniye kokusu da vardı. Camı kapattım.

Odanın camının önünde iki büyük karabiber ağacı vardı. Sütlü yapışkan yapraklarının naneyi andıran ama bence naneden daha güzel olan kokusunu hep sevmişimdir. Bu odaya geçmemin nedeni ağaçlardı. Ben geçince Coşkun da peşimden geldi. Düğmeye bastım. Hâlâ floresan lambalar takılıydı tavanlarda. Onlar, inatla bozulmaya direniyordu. Sırt çantamı dolabımın önüne koydum ve ışıkları kapattım. Üzerimdekileri çıkarmadan ranzama uzandım. İki saat sonra mesaime başlayacaktım.

O güne kadar acıdığım insanlar olmuştu. Ama bu defa yani hiç bir farklılığı olmayan o gün, nedense kendime acıdım. Bu duygu çok yeniydi. O zamana kadar kendime acımaya zamanım olmamıştı anlaşılan. İnsan hayatında bazı zaman aralıkları vardır. Bu zamanı yaşayan bir başkasıymış gibidir. Bir şeyler olur ve hiç bir şey hissedemez insan. Evden çıkarken babamın yüzünde gördüğüm ve benim, hayal kırıklığı olduğundan emin olduğum o anlam yüzünden olmuştu, ne olduysa. Daha doğrusu o hayal kırıklığına sebep olduğum için aklım, bulanık bir suya batmıştı. Evden çıkarken, babam kaldığım yeri, tam olarak ne iş yaptığımı sormuştu ayak üstü. Oysa iki seneden beri aynı yerde çalışıyordum. Daha önce anlatmıştım. Sonra babamın kahverengi olmaları nedeniyle uzun ve kıvrık oldukları zor seçilen kirpikleri aşağı eğilmişti. Bu işi, yakıştıramıyordu bana. İlk defa belli ediyordu bunu. Babalar bütün duygularını belli etmemeliydi belki de. Bilemiyorum. Henüz bir baba değildim ama baba olsaydım sanırım her duygumu belli etmekten kaçınırdım.

Daha güzel meslekler yakıştırırdı babam bana. Daha iyi bir üniversite, daha güzel bir iş. Sözde elektrikçi olmuştum. Ama elektrik işleri dışında bir sürü başka işi de yapıyordum. Aklımın içine damla damla dolan kendime acıma duygusunun nedeni buydu. Yapacak bir şey yoktu. Bir işim vardı, çalışıyordum. Kendime yetiyordum. O zamanlar, babaların bazen seni senden daha iyi tanıyabileceklerini, anlayabileceklerini bilmiyordum.  Babalar bazen, senin adına senden daha doğru kararlar da verebilirlermiş.  Kendime acıma gücümün bu kadar çok olmasına şaşırdım. Evime gitmek, bir süredir tuhaf geliyordu bana. Artık benim evim değilmiş gibiydi. Eskiden benim olan odaya, evin nadir kullanılan eşyaları yerleşmeye başlamıştı. Salondaki halı rulo haline gelmiş ve kitaplığımın yanına yerleşmişti. Katalanabilir çamaşırlık da artık odamdaydı. İki çamaşır selesi ve bir kaç ayakkabı kutusu da vardı.

Babama mı üzülmüştüm kendime mi bunu da tam ayıramıyordum. Ama üzülecek, can sıkacak bir şeyler, sonradan ortaya çıkıyordu babam böyle davrandığında. Bunları düşünerek sırtüstü yattım, çok kısa uyuyup uyandım. Az sonra saat geldi. Odadan çıktım. Dışarının havası serin ve taptaze. Karanlıkta ezbere bildiğim bahçeden yola çıktım. Otoparkın yanındaki personel girişinden otele geçtim. Her yer tertemiz. Personel jilet. Hâlâ sersem gibi yürüyordum.

Serap Hanım’a selam verdim. Saçlarıyla beraber muhasebeden çıkıyordu. Sanki saçları onun varlığından bağımsız olarak vardı. O, bir kucak dolusu saçı taşıması için yaratılmıştı galiba. Sokakta böylesi yürüyor mu? Asıl yaptığı, o saçları şöyle bir gezdirmek, güneşle ısıtmaktır. Saçlarını dolaştırmaktır. Saçları, kendisinden daha fazla vardır. Saçları ona ait değildir de ince boynu, seyrek kirpikleri ve kocaman gözleri ve ayrıntılarını bilmediğim bedeni, saçlarına aittir.

Şöyle bir baktı yüzüme. Yalnızca onda gördüğüm bir gülümsesi var. Gülümsemek her insana bu kadar yakışmaz. Geçen sene annesi öldü. O zaman yanındaydım. Bilgisayarına format atıyordum. Telefonda görüştüğü kişi küçük kardeşiymiş. Bana döndü. Elindeki çay bardağını yavaşça masaya bıraktı. Üstelik de yine bardak altlığına bıraktı. Böyle bir haber aldığında bile  bu ayrıntıya dikkat etmesine şaşırmıştım. “Annem ölmüş” deyip ağlamıştı ama nasıl bir ağlama? İçini çekmeden, hıçkırmadan, yüzündeki durgun suyu kırıştırmadan sessizce. Hayret etmiştim.

İnsanların ağlamalarına hiç dikkat etmemiştim o zamana kadar. Gözlerinden sanki bir toplar damardan akan kanın yavaşlığında sular iniyordu boynuna. Elimde, bilgisayarının eski belleği ile kaldım. Annesi ölen bir insana söylenebilecek bir kaç cümleden biri olan “Başınız sağ olsun” cümlesini aklımdan çıkarıp söyleyemedim. Üzücü bir olaydı elbette yaşadığı ama beni asıl şaşırtan bu türlü ağlayışıydı. Sehpada duran kağıt havludan bir yaprak çekip uzattım. Teşekkür etti. Ben hâlâ sessiz ve durgun ağlayışına bakıyordum. “Hiç bir şeyi yoktu biliyor musun?” dedi. Ne cevap vereceğimi bilemedim. Derin bir nefes aldı. Sonra sanırım yüzümdeki hayret ve hayranlık arasında gidip gelen ifadeye bakıp; “Başınız sağ olsun demeyecek misin?” dedi. “Evet, başınız sağ olsun Serap Hanım” dedim. O ağlamanın üzerine bir küçük gülümsedi. “Ben Hamit Beye söyleyeyim de İzmir’e gideyim” dedi. Hem ağlayışı hem gülüşü güzel olabiliyormuş demek ki insanın, diye düşünmüştüm.

“Hoşgeldin. Dur bi dakika, odamda kaldı senin kağıdın” dedi. Odasına yöneldi. Arkasından yürüdüm. Odasının kapısında bekledim. Çekinirim odasına girmekten. “Gelsene Hakan’cığım” dedi. Hemen dediğini yaptım. Masasında her zaman olduğu gibi yine bir kitap duruyordu. Ama üzerinde bir zarf vardı adını okuyamadım.

Serap Hanımı iki senedir bir kere bile kambur dururken, eğik yürürken görmedim. Her zaman dimdik yürür. Erkekler onu çok güzel bulmuyorlar ama ben çok beğeniyorum. O, kendisini güzel buluyor ki bu kadar özgüvenli davranıyor. Kendi havasını kendisi yaratıyor. Gülümsedi. Beni sever. “Coşkun’la Ömer kapışmışlar, müdürün kulağına gitti mi bilmiyorum. Bir konuş istersen” dedi. Kâğıdımı uzattı. Keyfim kaçtı. Coşkun’u uyarmıştım bu konuda.

Arıza kayıt kâğıdını aldım. B asansörünün servis ışığı, 461 numaranın kliması, ikinci katın tavan apliklerinden biri, 519 numaranın klozet tıkalı. Şimdilik bunlar var. B Asansörü de bir huzur vermedi bana iki aydır. Kuyuya inmem gerekecekti. Zaten ya asansör kuyusundaydık ya da arıtma tesisinde. Önce panoya bakacaktım. Coşkun, Ömer’le kavga etmiş. Hamit Bey aslında atar mı atar Coşkun’u ama haziran oldu. Adam bulamaz.

ÖMER  
İnsanlardan uzak olmaya çalıştığımı bir kaç aydır fark ediyorum. Bu, güven veren bir seçim. İşimi yapıyorum. En az temasla yaşıyorum. Buna alıştılar. Konuşmayı ve anlatmayı severim aslında. Ama önce ilgi ve merak hissetmek gerekiyor demek ki. Ben otele geldiğimde Ömer burada çalışıyordu zaten. Daha ilk karşılaştığım an sevmemiştim onu. Ağzı büyük ve çirkindi. İri dişlerini zorlukla örten ağzı da büyük ve biçimsizdi. Konuşmadığı zamanlarda bile simetrik olarak kapanmayan dudakları sanki önce yaratılmış ardından yetersiz bulunarak çekiştirilip yırtılmış gibi biçimsizdi.

Otel müşterilerinden birinin cüce kızı ile ilgili konuştuklarından  sonra benim için selam verilecek bir adam olmaktan çıkmıştı. Ağzı çok bozuk, sürekli küfür eder. Çalışan kızların hepsi hakkında çirkin hayaller kurup anlatır.

İlk defa kimden nefret etmiştim diye düşündüm geçenlerde. Bu kişi Ömer’di. Bir kere karşı karşıya geldik.

İşte o cüce kızla ilgili konuştuğunda; “Efendi ol, terbiyeli konuş” dedim.

“Cüce değil mi” dedi.

Plastik sandalyede, tam karşımda kaykılarak oturuyordu. Yavşak bir gülüşü vardı. Evet, kız cüceydi ama konuştukları bundan ibaret değildi. Alay etmişti. “Sana mı soracam lan” dedi bir de ayağa kalktı. Yemekhanenin fanını indirmiştim. Elimde uzun bir demir çubuk vardı. Onu yere bıraktım yavaşça. Sakince ona doğru yürüdüm, karşı karşıya geldik. Elim boynunu yakaladı ama sertçe yapmıştı bu işi. Ben de tam olarak ne yaptığımı bilmiyordum. Rengi morardı, uğraştı ama kendini kurtaramadı. Gözlerindeki korkuyu gördüm. Bana yetti. Fazlasını yapmadım. Bir süre sıkıp ittim. Kıçının üstüne düştü. Onun adına utandırıcı bir sahneydi. Araya girdiler. Yarım saat nefesini toplayamamış. O zamandan beri de selamım sabahım yok. Bana doğrudan bakmıyor. Ben bakınca da çekiyor bakışlarını.

Erkekler  birbirlerini tartmadan kavga etmezler. Kavgadan her erkek korkar aslında. Bir yumruk yemek, gözün şişmesi, burnun kanaması, dudağın patlaması, bunlar çok çirkin duygular yaşatır insana. Ömer bunu anladı.

Arıtma katına indim. Kapıya omuz vermezsen açılmaz. Ağır ve yalıtımlı. Kokuya alışmışım demek iyice. Ekşi, ağır çirkin bir hava var içeride her zaman olduğu gibi. “Hoş geldin ustam.” Yüzüne baktım. Kaygılı.  “Izgara 1’i temizlesene”, dedi. Kaykılıp yerleştiği yerden isteksizce kalktı. Arkada, elektrik panosunun yanındaki büyük bir kevgire benzeyen küreği uzattı. Aldım. Az önce uzanır vaziyette oturduğu yere milimetrik yerleşti. Gazoz şişesinin ağzını avucunun içiyle sildi sanki elleri temizmiş gibi. Bir yudum daha çekti.

Demek kavga etmişler. Diğer çocuklar ayırmış. Bilmiyormuş gibi mi davranmalıydım kavga meselesini acaba karar veremedim. Gerçi anlar, çakaldır. Coşkun da sevmez küfürlü konuşulmasını. Öbürlerinin hoşuna gitmiştir. Ömer sevilmez. Bizimki bayağı eskitmiştir ağzı bozuğu. Eskidir. Müdür duymuştur da duymazlığa vermiştir. Haziran sonu gelmiş nereden bulacak Coşkun’un yerine elektrikçi. Zaten iki kişiyiz. Karşımda oturmuş, elinde bir şişe gazoz. Küçük yudumlarla içiyor. Sonra da dudaklarını yalıyor. Yüzüne göre fazla büyük gözleri var. Ağzı da gözlerine ve yüzüne inat çok küçük. Konuşurken dişleri görünmeyen cinsten. İlk gören buna çocuk der. O kadar şirin görünüyor.  Ben bazen yanağına şaka yolu bir tokat atarım. Ses çıkarmaz. Arada bir yüzümü yokluyor. Kavga konusunu açıp kızacağımı düşündü herhalde. Öfkelendikleri zaman yüzleri kararan adamlar olur. Coşkun onlardandı. Hâlâ karaydı yüzü. Bir şey demedim.

Izgara 1’in önünde birikmiş kadın pedlerini, sigara izmaritlerini, kullanılmış ve erimeye yüz tutmuş tuvalet kağıtlarını, ıslak mendilleri ve daha başka bir sürü pisliği, küreğin ucuyla yakaladım. Kürek daha da ağırlaştı. Yanımda duran büyük mavi bidonun ağzından içeri bıraktım. Daha önce kovaya atılanların üzerine dalıverdi bütün birikenler. Çirkin bir ses çıktı. Bu sesten daha çirkinini henüz duymadım. Islak artıkların suları havuzun yanına damladı. Çizmelerime sıçradı. Coşkun, kendisine göre daha beceriksizce yaptığım bu işi izledi. Kafasını salladı. İştahla, bu defa büyük bir yudum aldı. Her iki tarafta da çok büyük fanlar vardı. İçerideki yapış yapış pis havayı on dakikada bir dışarı atıyordu. Fanlar çalışırken konuşmak mümkün değil. Çalışmayınca koku dayanılmaz. “Şunları bir kapat gözünü seveyim” dedi. Bir kere çarpıldı diye buradaki elektrik panosuna yaklaşmıyor. Küreği, yerine dayadım. Fanların şalterini indirdim. Büyük ve metal pervaneler bir zaman daha dönmeye devam ettiler.

Dinlenebildiğimiz ya da rahatça oturabildiğimiz tek yer burasıydı. Beş yıldızlı otelin en alt katındaki biyolojik arıtma tesisi. Ama alışmıştık. Üç büyük havuzun ilki, en pis olandı. İkinci havuzda sadece henüz parçalanmamış boklar kalıyordu. Farklı renk ve boyutlarda. Bunları da ikinci havuzdaki basınçlı hava motorlarının baloncukları parçalıyordu ama bu zaman alıyordu. Geniş ağızlı mavi kovayı birinci ızgaranın yanına çektim. Coşkun’a baktım. Gazozundan bir fırt daha alıp dudaklarını yaladı. Burada bulunmak bile iğrençken biz burada sohbet ediyorduk.

Motorların ayarını dörde çıkarsana be ustam, dedi. Artık havuzların dibinden daha yüksek basınçlı çıkacaktı hava kabarcıkları. Yüzeyde patlayacaklar ve daha çok su sıçratacaklardı. Dert etmiyordu. Havuz 2’deki su bulanmaya başladı. Kalkıp iki kürek şeker attım. Bakteriler hızlıca çoğalacak ve artıkları parçalamaya başlayacaklardı.

“Ne diyon, postalar mı Hamit beni?” dedi.

Güldüm.

“Ben sana bulaşma demedim mi şu ite?” dedim.

“Atar mı diyon yani?”

Hamit’in bu nedenle işten atacağını zannediyor denyo. “Konuşurum ben onunla” dedim.

“Konuş, dinler seni” dedi.

“Git, bana da getir bi gazoz” dedim.

Sıçrayıp kalktı. Kınayan bir yüzle bakıyordum.

“Ne bakıyon usta, sen de geçen sene patlatmışsın ağzını” dedi.

Öyle bir şey olmamıştı. Ama şu an inanmayacaktı. “Daha duruyor” diyip ensesine vurdum. Fanları açtım.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi