DENEME
Giriş Tarihi : 04-12-2024 20:08   Güncelleme : 04-12-2024 20:42

Kapanmayan Sayfalar / Hamdiye Okudan

Hamdiye Okudan -KAPANMAYAN SAYFALAR

Kapanmayan Sayfalar / Hamdiye Okudan

KAPANMAYAN SAYFALAR

(İnsan ve Mekan Manzaralarından)

Bir elin parmakları gibi beş kardeştiler. İki kız, üç erkek. Babaları, dededen kalma köyün ağasıydı. Köyün sözü geçen zenginiydi. Havalı büyüyordu çocuklar. Gelecek kaygıları yoktu. Arkaları sağlamdı. Kızlar, zamanın kızları gibiydi işte. Yüksek okullarda okutulmaları akla bile gelmezdi. Kulaktan duyma bilgiler, dayatılan kurallar, iyi, hali vakti yerinde bir adamla evlendirilmek amacıyla koşullandırılıyor, bir takım kurallar empoze ediliyordu kendilerine.

En büyükleri; abla, durumu kabullenmiş, bu yola girmişti zorlanmadan. Onun küçüğü kız kardeş, biraz havalıydı, delişmendi. Biraz da dikkafalı dediklerinden çevresindekilerin. İçi enerji doluydu. Güler, koşar, ağaç tepelerinden inmezdi. Kuşlarla söyleşi, kedi köpek, taylarla sarmaş dolaş zaman geçirirdi.

Bahçe üç dönümlük bir yer ve baştan başa meyve ağaçlarıyla doluydu. Eriğin her çeşidi, armut, dut, kayısı, badem; ağaçlar karası beyazıyla, akasya, leylak.

Her çeşit gül ve binbir çeşit çiçek…

Baharda gül, sümbül, zambak kokuları sarardı her yanı. Bahçenin, evin önüne yakın yerinde derin bir kuyu vardı. Suyu acı ama çiçekler, bitkiler acı demeden içerdi bu suyu, içtikçe de coşarlardı. Çevresine sebze de ekilirdi taze taze yensin diye…

Bahçenin tam orta yerinde, büyük bir akasya ağcının altında, kocaman bir taş dibek vardı. İçinde tokmaklarıyla hep hazır dururdu. Çok uzun zaman boş kalmazdı. Köyün güçlü kadınları, kızları nevalesini sırtlanır, gelir burada dibek döverlerdi. Tokmaklar dibeğin içine ahenkli bir şekilde bir iner bir kalkardı. Sanki bir dansın uyumuydu.

Yıllık bulgur da burada kaynatılır, göce burada dövülür, nişasta, tarhana burada yapılırdı. Dibek mevsimi ki daha çok sonbahar aylarıydı; burası bayram yerine dönerdi. Şarkılar, türküler, maniler, fıkralar, atışmalar… Adeta iş değil, eğlence yeriydi burası. Muhabbetli, tatlı, zengin bir hayattı yaşanan ama ne yazık ki kahkahalarla çınlayan bu bahçe, sonraları acı olaylara sahne oldu.

Evin küçük kızı Sabiha, bir gün ağaçtan ağaca tırmanır, daldan dala atlarken; dal kırılıp sırtüstü yere çakıldı. Beli kırılmıştı. Yedi yıl yerinden kalkamadı. Annesi Hatice kadının kâbusları oldu. Yedi yıl sonra da onu kaybetti Hatice kadın ve çok üzüldü. Acı günler yaşadı. Ve bundan sonra da acılar, yıkımlar üst üste geldi.

Büyük kız kardeş komşu köye gelin gitti. Titiz bir adamdı kocası. Ara sıra şiddete bile başvurduğu duyulmuştu. Sırdı kız, öyle yetiştirilmişti. Kocaydı bu. Her şey ona mübahtı. Üç oğlandan büyük olan sessiz, sakin, ağır bir mizaca sahipti. Varlığı yokluğu pek hissedilmezdi. Diğer iki kardeş, duygusal ama biraz deli mizaçlıydı. İkisi birbirini çok sever, pek birbirlerinden ayrılmazlardı. Biraz da köyün sevimli kabadayılarındandılar. Her konuda birbirlerine destek olurlardı.

Osman, köyün güzel kızı Ayşe’ye aşıktı. İleride evlenme planları kurarken, köyün zorba delikanlısı yardıma gelen birileriyle onu kaçırmıştı. Osman deliye döndü. İki kardeş anlaşıp intikam planları kurdular. Onlar da yardım edenlerden birinin nişanlısını kaçırmaya karar verdiler. Planlarını uyguladılar. Kızı kaçırıp ertesi gün bıraktılar. Amaçları kıza zarar vermek değildi, adını çıkarmaktı. Böylece yardım edene bir ders vermiş olacaklardı. Öyle de oldu. Adı çıkan kızı nişanlısı almadı. Olan kıza olmuştu. Osman’la Ali yaptıklarının yanlış olduğunu biliyorlardı. Maddi manevi bedel ödediler. Altışar ay hapis yattılar. Köy ikiye ayrıldı. Taraflar arasında husumetin yatışması yıllar aldı.

1912- 1913 yılları arasındaki Balkan Savaşı yenilgisinden sonra, Trakya'yı işgal eden Bulgarlar, Edirne’den başlayıp Tekirdağ’a kadar işgal etmişler; buralarda halka çok zulüm yapmışlardı azınlıklarla işbirliğine giderek. O sıralarda bu köy de çok zarar görmüştü. Ahırlar, samanlıklar, evler ateşe verilmiş, insanlar buralara kapatılıp yakılmış, malları, paraları gasp edilmiş, çeşitli işkencelere maruz bırakılmıştı.

İşte o zamanlar bu ev, bu bahçe çok zarar görmüş, aile zenginlikten fakirliğe düşmüştü. İkinci bir darbeyi de Mondros Mütarekesi’nden sonra Yunan işgaliyle yaşamıştı. Zulümde Bulgarları bile geçtiler. Köy halkı ikinci kez maddi manevi yıkıma uğradı. Barış zamanı kardeş gibi görünüp sesleri çıkmayan o azınlık Rumlar, Bulgarlar kolayca dönüp ihanet ettiler. Yıllardır ekmek yedikleri vatana ihanet edip sırttan vurma hainliğini yaptılar.

Bir zamanlar şen kahkahaların doldurduğu bahçe, güzel günlerin yaşandığı ahşap mutlu bina; üstü yanmış tavanı, aşağı sarkmış simsiyah isli tabanıyla hüzün mabedine dönmüştü. Savaşlar kolay bitmedi. Daha çok canlar yakacak, insanları şaşkınlığa yoksulluğa götürecekti…

Trakya’nın orman kıyısındaki bu şirin köyün mutlu insanlarının da uzun süre yüzleri düşecekti.

Zamanla Ahmet’le Ali evlendi. Ali alt mahalleden sevdiği bir kızı aldı. Ali’nin yoksulluğu heveslerine engel olmadı. Çalışmayı sevmez ama iyi giyinip gezmeyi, tozmayı severdi. Aydın kafalı, akıllıydı ama akıl çalışmayla birleşemeyince pek de üretken olmaz. Durumu kurtaracak kadar bir memuriyet buldu. Kendini zor idare ediyordu. Dört çocuğun ve tüm ailenin geçimini karısının omuzlarına yükleyip atandığı köylerde yaşantısını dilediği gibi sürdürdü.

Osman sevdiği kızı alamamanın melankolisini uzun bir zaman yaşadı. Askerlik dönüşü eve gelemeden mikrobunu aldığı bir hastalığın kurbanı oldu.

Ali, çok sevdiği kardeşinin ölüm acısıyla yanıp kavrulduğu sırada, İhtiyat askerliğine çağrıldı. Kısa bir süre sonra onun da bir gün künyesiyle birlikte, özel eşyaları eşine teslim edildi. Ev harabe, içindeki aile taş taş, direk direk çöküyordu sanki. Ailede üç fidan evladını kaybetmiş, içi oyulmuş bir koca çınarla, dört küçük çocuklu genç, şaşkın bir kadın kalmıştı.

Hayat böyleydi işte… Dünya böyle mekânlar, böyle yaşantılar bu hallerden ibaretti…

Editör: Ümmügülsüm Hasyıldırım

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi