İSYAN (BURN, QUEIMADA)
Özgürlük verilmez, alınır…
Gerçekten böyle mi acaba?
Tarihe baktığımızda kölelik, insanlık tarihinin en eski ve en karmaşık toplumsal kurumlarından biri. İnsanların diğer insanlar üzerinde ekonomik, politik, sosyal ve fiziksel egemenlik kurarak emeklerini sömürmesi, insanlık tarihi boyunca farklı toplumlarda çeşitli biçimlerde görülmüştür.
Kölelik ilk olarak Mezopotamya, Antik Mısır, Hindistan, Çin gibi erken tarım toplumlarında, savaş esirlerinin çalışma gücünden faydalanılmasıyla başlamıştır.
Mezopotamya’da, Hammurabi Kanunları’nda kölelikle ilgili düzenlemelere rastlanır. O dönemin köleleri genellikle borçlarını ödeyemeyenler veya savaş esirleridir.
Antik Mısır’da piramitlerin inşasında köle emeği kullanıldığı düşünülür. Ve köleler de genellikle esir alınmış yabancılar ya da borç köleleridir.
Antik Yunan’da kölelik, ekonomik sistemin temel bir parçasıydı. Köleler, tarım, ev işleri ve madencilikte çalıştırılırdı. Köleler, savaş esirlerinden veya köle ticaretinden elde edilirdi.
Antik Roma’nın ekonomisi büyük ölçüde köle emeğine dayanıyordu. Savaş esirleri, kölelerin başlıca kaynağıydı. Romalı köleler, hem ağır işlerde hem de eğitimli işler için kullanılıyordu.
Orta Çağ’a gelindiğinde kölelik, Avrupa’da yerini genellikle serflik sistemine bıraktı ama tamamen de ortadan kalkmadı. Örneğin Vikingler, Doğu Avrupa’dan köle alıp satarlardı. Slavlar, Batı Avrupa için önemli bir köle kaynağıydı. Orta Doğu, Afrika ve Asya’da da kölelik yaygınlığını korudu.
On altıncı ve on dokuzuncu yüzyıl arasında kölelik, özellikle Avrupa’nın Amerika kıtasını sömürgeleştirmesiyle yeni bir boyut kazandı. 16. yüzyıldan itibaren milyonlarca Afrikalı köle, Avrupa ülkeleri tarafından Atlantik Okyanusu’nu geçerek Amerika’ya taşındı. Bu köleler, özellikle Karayipler ve Amerika’da şeker kamışı ve pamuk tarlalarında çalıştırıldı çünkü Atlantik’teki bu köle ticaretinin amacı Afrika’dan Amerika’ya köle taşınmasıyla Amerika’dan Avrupa’ya şeker, pamuk ve tütün gönderilmesiydi. Ve 1500-1800 yılları arasında 12 milyondan fazla Afrikalı, köle ticaretinin bir parçası olarak zorla Amerika’ya götürüldü. Ancak bu süreçte milyonlarca insan yolculuk sırasında öldü.
Özgürlük verilmez, alınır.
Sanırım bu söz on sekizinci yüzyılda “Aydınlanma Çağı” ve “İnsan Hakları” fikrinin ortaya çıkması ile daha çok anlam kazandı. Aydınlanma ile birlikte özgürlük ve eşitlik kavramları güç kazandı. Bu, köleliğe karşı hareketlerin temelini attı.
Haitili Kölelerin İsyanı (1791-1804) sonucu dünyanın ilk bağımsız siyah cumhuriyeti olan Haiti kuruldu.
İngiltere’de 1807 yılında köle ticareti yasaklandı, 1833 yılındaysa kölelik tamamen kaldırıldı.
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki “İç Savaş”ın ardından 1865 yılındaki 13. Anayasa değişikliği ile kölelik kaldırıldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda on dokuzuncu yüzyıl boyunca kölelik kademeli olarak yasaklandı ve 1890 yılında tamamen sona erdirildi.
1888 yılında ise köleliği kaldıran son ülke Brezilya oldu.
Kölelik resmi olarak dünya genelinde yasaklanmış olsa da acaba tam anlamıyla ortadan kalktı mı dersiniz? Elbette ki hayır. İnsan ticareti, zorla çalıştırma ve borç köleliği, özellikle yoksul ülkelerde ciddi bir problem olarak devam ediyor. Yani köleliğin mirası ve etkileri, sosyal, ekonomik ve politik eşitsizliklerde hâlâ hissedilmekte.
Bunun en önemli sebebi de şu anda tüm dünyaya hakim olan ekonomik sistem...
Kapitalizm…
Kökenleri antik döneme kadar izlenebilecek ekonomik faaliyetlere dayansa da, modern anlamda bir ekonomik sistem olarak on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Batı Avrupa’da, özellikle de İtalya’nın Venedik, Floransa ve Cenova gibi şehir devletleri ve ardından Hollanda ile İngiltere’de ortaya çıkmıştır.
Orta Çağ’ın sonlarına doğru, İtalya’nın şehir devletleri önemli ticaret merkezleri haline geldi. Bu şehirlerdeki tüccarlar, bankacılar ve zanaatkârlar, para odaklı bir ekonomik yapının temellerini attılar. Bu dönemde sermaye birikimi, ilk modern finansal kurumlar ve ticaret yollarının genişlemesi, kapitalizmin temelini oluşturdu.
Coğrafi keşifler, küresel ticaretin başlamasına neden oldu. Avrupalı devletler, Asya, Afrika ve Amerika’dan altın, gümüş ve diğer değerli malları Avrupa’ya taşıyarak sermaye birikimini artırdı. Bu süreç, kapitalist ekonominin ilk küresel yayılımını başlattı.
Özellikle Hollanda ve İngiltere, denizcilik ve sömürgecilik faaliyetleriyle kapitalizmin merkezi haline geldi.
On sekizinci yüzyılda İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi, kapitalizmin modernleşmesini hızlandırdı. Makineleşme, kitlesel üretim ve iş gücünün piyasalaşması, kapitalizmin sistematik bir ekonomik model haline gelmesini sağladı. Yani bu sistemin temelleri, ilk olarak İtalya, Hollanda ve İngiltere’de atılmış, Portekiz, özellikle de İspanya ve İngiltere tarafından geliştirilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen yeni sömürge kurumlarının temelleri de, sömürgecilikte deneyimli olan İspanya ve İngiltere tarafından yirminci yüzyılın başlarında, atılmıştır. Her iki sömürgeci devlet sömürdükleri ülkeleri kendilerine daha bağımlı hale getirmek için uzun vadeli borçlandırma yoluna gitmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik ve politik dengelerin değişmesi ve ABD’nin yeni güç odağı olarak ortaya çıkması küresel ekonomik sistemin yeniden yapılandırılmasını gündeme getirmiştir. İşte bu yeniden yapılanma döneminde Amerika Birleşik Devletleri ve onun öncülüğündeki gelişmiş ekonomilere sahip ülkeler günümüzün modern sömürge kurumlarını tesis etmişler ve tesis ederken de sömürgecilik tarihindeki uygulamaları örnek almışlardır.
John Perkins’in yazdığı “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” dört kitaptan oluşan serisini okudunuz mu bilmiyorum ama bu kitaplardaki itiraf ve tespitler 1950’li yıllardan itibaren küresel ekonominin ve politikanın işleyişini göstermesi bakımından önemli deliller sunar. Eğer okumadıysanız ve vaktiniz olursa bu kitapları da okumanızı öneririm.
Her ne kadar kapitalizmin temelleri İtalya’da atılmış olsa da, bir İtalyan yönetmen olan Gillo Pontercorvo 1969 yılında “Özgürlük verilmez, alınır” sözünün sinematografik açılımını yaptığı “Burn! (Queimada)” yani Türkçe adıyla “İsyan” filmini çekti.
Gillo Pontercorvo, sömürgecilik, devrim, ve toplumsal adalet gibi güçlü temaları ele alarak tarihsel ve politik bir bağlamda derinlikli mesajlar taşıyan bu filminin başrolünü Marlon Brando’ya vermesinin ise ne kadar anlamlı olduğunu kısa bir süre sonra tüm dünya anlayacaktı.
Bu filmden dört yıl sonra 1973 yılında “En İyi Erkek Oyuncu Oscar Ödülü’nü “Baba” filmiyle kazanan Marlon Brando bu ödülü redderek törene gelmedi. Ödülü neden reddettiğini Kızılderililerin karşılaştığı kötü muameleler ve genel olarak ırkçılık hakkında hazırladığı metin ile açıklayan Marlon Brando, bu metni okuması için Kızılderili oyuncu arkadaşı Sachsen Littlefeather’i kendisinin yerine törene gönderdi. Sahneye Apaçi kıyafeti ile çıkan Sacheen Littlefeather bir iki cümle söyledikten sonra kötü muameleye maruz kalarak sahneden indirilmesi Oscar ödül törenleri tarihine geçmiştir. Sacheen Littledeather’ın okuyamadığı metin daha sonra gazetelerde yayımlanmıştır.
O gece Oscar Ödül Töreni’nde bunlar olurken Marlon Brando'nun Kızılderili bölgesinde bir Kızılderili kayığı ve yerli arkadaşları ile balık tutuyor olması da oldukça anlamlı bir tutum...
Gerçekten de, hem harika bir adam hem de Hollywood’un gelmiş geçmiş en önemli oyuncularından biri Marlon Brando…
“İsyan” filminde; karizmatik, zeki ve manipülatif İngiliz ajanı Sir William Walker’ın hem soğukkanlı hesapçılığını hem de içsel çatışmalarını yansıtarak onun çelişkili kişiliğini detaylı bir şekilde sergileyen Marlon Brando’nun oyunculuğu, her filminde olduğu gibi yine olağanüstü.
İsyan filminde anlatılan hikâye kurgusal olmasına rağmen, Güney Amerika tarihini inceleyen herkesin aşina olduğu bir konu. On dokuzuncu yüzyılda geçen film, şeker plantasyonları üzerinde çalışmaya zorlanan siyah kölelerle doldurulmuş bir Portekiz kolonisi olan Quiemada adasını kendine mekân ediniyor.
Queimada adası Küçük Antiller’deki yüzlerce küçük adadan biridir. On bin metrekare yüzölçüme sahip bu adada iki yüz bin kişi yaşamaktadır. Nüfusun sadece beş bini beyaz ırk iken geri kalan nüfus siyah ve melez ırktan oluşmaktadır. Siyah ve melez ırk ya köle ya da sahipleri tarafından herhangi bir nedenle özgür bırakılmış eski kölelerdir.
Adaya ismini veren “Queimada”, kelime anlamıyla “yakılmış” demektir. Portekizliler 1520 yılında burayı aldıklarında direnişi kırmak için bütün adayı yakmışlar ve yerlilerin tümü öldürüldüğü için şeker kamışı tarlalarında çalıştırmak için Afrika’dan köleler getirmişlerdir. Adanın güvenli bir limanının bulunması, zaman içerisinde Quiemada’yı ticaret merkezi haline getirmiştir.
Filmin başında açıkladığı gibi, on dokuzuncu yüzyılda şeker, bugünün petrolü gibi ekonomik olarak oldukça değerliydi. Bu nedenle, Sir William Walker'ın İngiliz şeker şirketlerine avantaj sağlayabilmek için Portekiz sömürgesi hükümeti devirme göreviyle İngiliz hükümetince adaya gönderilmesi hiç şaşırtıcı değil aksine oldukça tanıdık bir durum.
Sir William Walker gizli görevini Quiemeda adasındaki kölelere “isyan” ve “devrim” fikirlerini aşılayarak yerine getirecektir. Adada planladığı devrimin lideri olması için hamal olarak çalışan Jose Dolores adında bir köle seçer. Walker’ın yönlendirmeleriyle Jose kısa bir süre içinde köleden siyahi köleleri örgütleyen güçlü bir generaline dönüşür.
Sonunda Portekizliler adayı terk ettiğinde, İngilizler yozlaşmış bir kukla hükümet kurar. Jose yeni hükümette siyahi kölelerin daha fazla rol üstlenmesi gerektiğini savunduğunda, Walker siyahi kölelerin hiçbirinin bir ülkeyi yönetmek için gerekli eğitime sahip olmadığını söylediğinde, Jose devrimin aslında İngilizlerin yararına yapıldığı anlar.
Görevini başarıyla tamamlayan Sir William Walker adayı terk eder ve Jose de kölelerin yanında şeker plantasyonlarında çalışmaya geri döner. Jose ve halkı artık köle olmayabilirler ama kesinlikle özgür değillerdir.
Özgürlük verilmez, alınır…
Bir insan diğeri için çalırsa ona işçi bile dense o köle olarak kalır. Ve hep öyle kalacaktır.
Ve Jose Dolores der ki; “Ülkemizde olan uygarlık beyaz adamın uygarlığı ise o zaman uygar olmasak daha iyi olur. Çünkü nereye gideceğini bilmek ve nasıl gideceğini bilmemek, nasıl gideceğini bilmek ve nereye gideceğini bilmemekten iyidir.”
10 yıl sonra…
Jose bu sefer İngiliz destekli kukla hükümete karşı başka bir devrime öncülük etmektedir. Ve Sir William Walker, Jose’nin isyanını bastırmak için yeni bir görevle bu adaya tekrar gönderilir.
Walker adaya ilk geldiğinde, daha önceki ihanetine rağmen Jose ile hâlâ arkadaş olduklarını ve onu yeniden yönlendirebileceğini varsaymaktadır. Ancak kısa sürede anlaşılır ki, Jose aynı şekilde hissetmemektedir...
Filmin devamı hem politik bir noktayı dile getirirken hem de ideolojinin sınırlarını aşacak kadar insanlık sergileyen oldukça güçlü diyaloglardan oluşan sahnelerle dolu…
Örneğin, devriminin hiçbir şey başaramadığını öğrendikten sonra Jose'nin diğer devrimciler tarafından bir kahraman olarak selamlandığı sahne...
Dakikalar içinde Jose, başarısızlıktan zafere ve tekrar başarısızlık hissine geçiş yapıyor çünkü özgürlüklerinin kısa ömürlü olacağını anlıyor.
Örneğin, William Wallace'ın bir ev hanımını bir fahişeyle karşılaştırarak ekonominin nasıl işlediğini kaba ama etkili bir şekilde açıkladığı sahne…
Ya da gördüğüm en güçlü sahnelerden biri olan filmin final sahnesi...
Özgürlük verilmez, alınır…
“İsyan” sadece bir devrim filmi değil, aynı zamanda sömürgecilik, emperyalizm ve insan doğası üzerine derin bir inceleme...
Marlon Brando’nun olağanüstü performansı ve Pontecorvo’nun ustalığı, filmi hem sinematik hem de ideolojik açıdan önemli bir eser haline getirir.
Bu film, izleyiciyi düşündürmek ve sorgulatmak için tasarlanmış bir başyapıttır…
Yaşlı bir Kızılderili der ki;
“Kendini kendin için ara. Başkalarının senin için yol çizmesine izin verme. Bu senin, yalnız senin yolun. Başkaları seninle beraber yürüyebilir ama senin için yürümez.”
“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak”
Sizce yaşlı bir Kızılderili yanılabilir mi?