ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 06-12-2022 15:03   Güncelleme : 06-12-2022 15:33

Hüzünlü Mankenler Vitrini

Yazan: Nuray Ertığrak -HÜZÜNLÜ MANKENLER VİTRİNİ             

Hüzünlü Mankenler Vitrini

HÜZÜNLÜ MANKENLER VİTRİNİ 

(1)

Benim oturduğum evin sokağından yürüyüp ilk köşeden sağa dönerek ilerleyince sokağın yarısına denk gelen yerde, sağ kaldırımda bir giyim mağazası... Önünden ne zaman geçsem -hayır orada satılan kıyafetler vesaire değil- benim dikkatimi yalnızca vitrindeki mankenler çeker nedense.

Sanki bunları üreten fabrika ya da atölye, yalnızca bu dükkânın vitrinleri için beş tane özel manken üretmiş  ve onlara çok daha lüks mağazaların vitrinlerindeki mankenlerde bile rastlanmayan başka bir anlam; adeta bir duygu katmış. Sırf bunun için dolaşıp baksanız, diğer vitrinlerindeki mankenlerde böyle bir şey olduğunu göremezsiniz.

Bunların hepsinde de hep o garip hal ve hep o hüzünlü ifade sanki büyük umutlarla, uzun zaman birisini beklemiş, beklemiş, beklemişler de sonunda o bekledikleri kişi ya da kişiler gelmemiş gibi bir hüzün, bir dalgınlık, bir hayâl kırıklığı hali "Ne yapacağım ben şimdi?" der gibisinden bir hâl... Hay Allah! Ne zaman bu yoldan geçsem, bu iki vitrini bir süre durup seyretmeden  gidemiyorum.

Mankenlerin yüzelerindeki donuk kalmış  o hüzünlü dalgınlık hali beni kendisine çekiyor nedense... İki vitrinde de ikişer tane uzaklara dalıp gitmiş kadın manken. Yalnız birisinde camekâna yakın bir yerde duran bir tane de küçük kız çocuğu manken var. O da onlar gibi dalgın ve hüzünlü... Sanki epeyce bekledikten sonra uğradığı hayal kırıklığına rağmen, halâ son bir umutla beklemeye devam ediyor gibi.

Öğleye doğruydu evden çıktığımda. Nereden takılmışsa bilmem, kafamda  acıklı tonlarda ve gayet sade tınılarla, derinlerde bir yerde çalmakta olan küçük bir japon ezgisi habire tekrarlayıp duruyor. Ben de onu mırıldanarak yürüyorum, tın tın tın tın tın tın  tın tın tııın tın tııın.

Aslında bu sefer  o yoldan geçmeyecektim. Başka taraftan gidecektim ama yol ayrımına gelince -nedendir bilmem- ayaklarım beni yine o yola çekti. Tam vazgeçip dönecektim ki "Boşver. Yolu biraz uzatarak, dolaşıp da giderim." diyerek yola devam ettim. Meğerse burada görmem gereken bir şeyler varmış. Evet benim hüzünlü mankenlerin dükkânı boşaltılıyordu

(2)

Ya başka yere taşınıyorlardı  ya da sokak arası sapa bir yerde oldukları için iş yapamamışlar, dükkanı tamamen kapatıyorlardı. Yani öyle ya da böyle benim hüzünlü dostlarım gidiyorlardı artık. Sundukları elbiseler üzerlerinden çıkartılmış, bedenleri  kağıtlarla kapatılmıştı.

Daha önce hep içinde bulundukları vitrinlerin bu sefer dışında arabaya konulmak üzere kenarda bekliyorlardı ama küçük kız manken yoktu aralarında. Birkaç adım daha ilerleyince onun niye diğerleriyle bir arada olmadığını anladım. İşte karşımda!

Kaldırımdaki sıralı ağaçlardan birinin dibine atılmış, yan yatmış duruyordu. Vitrinden  çıkarırlarken belli ki bir kaza geçirmiş, bacaklarından biri kırılmış ve artık işe yaramaz diye ağacın dibine atılmıştı. İçim bir garip oldu nedense... Hem onları artık bir daha göremeyecektim hem de içlerinden birisi cansızların ölümü olan kırılmışlık hâli ile karşımda devrilmiş yatıyordu.

Yolu biraz uzatarak ana caddeye çıktım. Dükkânların önünden geçiyorum. Her yer kalabalık, insanların kimisi durmuş sohbet ediyor, kimisi alışverişte, kimisi gezintiye çıkmış, sağlı sollu  akıyorlar caddenin iki yönüne doğru.

Dükkâncılardan biri; "Semra! Semra!" diye bağırıyor kalabalığın içinde. Semracık  doğduğu günden bu yana hiç yıkanmamış gibi görüntüsü ile önce bir duraksıyor, sonra yerinde oynar gibi hareketler yapmaya başlıyor.

O semtimizin meczubu, Allah’ın bir garip kulu, geceleri nerelerde barındığını kimseler bilmez, çok az konuşur ve adını seslendiklerinde durup oynar gibi hareketler yapmaya başlar. İşte yine sesleniyorlar kendisine ve o  da yine o hareketleri  yapmaya başlıyor ve insanlar gülüyorlar. Sanki gülünecek bir şey varmış gibi. Sanki içimizden herhangi birinin de bir gün başına böyle bir şey gelmeyeceğinin bir garantisi varmış gibi.

Bu kadıncağızın acı bir hikayesi olduğu da söylenirdi hep ve çoğu da bunu bilirdi ama hiç akıllarına bile getirmeden yine de eğleniyorlar onunla. Zaten öyle bir hikâyesi olmasa bu durumda olmayacaktı büyük bir  ihtimal ama bu kimsenin pek umrunda değil; seslendiklerinde oynuyor, onlara eğlence oluyor ya, gerisi kimseyi pek ilgilendirmiyor herhalde.  Seslenip seslenip  oynatıyorlar biçareyi. Sonra da gülüyorlar. Onun hakkındaki söylentiler geliyor aklıma. Önce eşinin onu aldatması, sonra terk etmesi, sonra küçük kızının ölümü vs. biraz daha yürüyüp ara sokaklardan birine sapıyorum.

Bir süre sonra karşıma bir yerde birikmiş insanlar çıkıyor. Kalabalıktan hep "Vah! Vah!", "Tüh! Tüh!” gibi sesler  yükseliyor. Bakıyorum, yerde kırmızı gömlekli bir genç çırpınıp debelenip duruyor. İnsanlar bir şeyler yapmak istiyor ama ne yapacaklarını bilemiyorlar çünkü sara krizi mi? uyuşturucu mu? 

(3)

Ya da başka bir derdi mi var? Bilen kimse olmadığı için; "Yok, su verelim.”, “Yok başını yukarıya kaldıralım."  "Yakasını açarsak belki rahatlar." gibi laflarla insanlar bir şey yapamadan başında konuşup duruyorlar, genç de çırpındıkça çırpınıyor.

Sonra ben; "Bir doktor çağıralım." diyecek oluyorum. İşte o anda işin şekli birden değişiyor. Delikanlı ansızın çırpınmayı bırakıp birden yattığı yerde doğrulup oturuyor. Sonra etrafındaki insanların şaşkın bakışları arasında az önce yerde kıvrım kıvrım kıvranarak debelenen, hiç o değilmiş gibi üstünü başını silkeleyip kimseye bir şey söylemeden kalkıp gidiyor.

Demek ki anahtar cümle bu imiş; “Doktor çağırmak." Bu sefer de insanlar onun arkasından (haklı olarak) kendilerini aldatılmış hissetmek ve boşu boşuna zaman kaybederek, yollarından edilmiş olmaktan öfkeli; "Tüü! yazıklar olsun. Milleti nasıl da kandırdı!

Bu kadar zamandır oyaladı hepimizi. Şuna bak! Hiçbir şeyi de yokmuş. Bizden daha sağlammış." gibi laflar ediyorlar. Ben de içimden, "Hiçbir şeye değil de bundan sonra zedelenen yardım etme duyguları yüzünden bu insanların bir daha gerçekten karşılarına yardıma ihtiyacı olan biri çıkacak olursa nasıl başlarını çevirip geçip gideceklerini düşünerek üzülüyorum. İnsanlar, insanları, insanlıktan böyle şeylerle uzaklaştırıyorlar işte. Aradan birkaç saat geçiyor.

Ben işlerimi bitirip bizim semtin havuzlu parkında biraz oturmak için parka geliyorum. Ördekler  vak vaklayarak kuğular nazlı nazlı süzülüşlerle akıp geçiyorlar önümden. Bir ara başımı kaldırıp bakıyorum. Havuzun karşı tarafındaki banklardan birinde, birkaç saat önce yerde kıvranıp debelenerek milleti yolundan eden genç, sanki bunları yapan hiç o değilmiş gibi bir arkadaşı ile oturmuş çene çalıyor.

Ne yaparsın işte? Dünya bir garip. Sonra akşama doğru eve dönerken yolu yine biraz uzatarak çoktan boşalmış olduğunu düşündüğüm o dükkânın önünden geçeyim diyorum. Geceleri açık bırakılan mavimsi loş ışıkta hazin bekleyişlerini sürdüren o dostların yerleri şimdi ışıksız ve boştur artık diye düşünerek yürüyorum ama tam oraya geliyorum ki karşımda yine garip bir sahne. Semracık gezip dolaşıp o taraflara gelmiş, ağacın dibindeki o küçük kırık kız çocuğu mankeni bulmuş, kucaklamış.

Bağrına basıyor, öpüyor, kokluyor, ona bir şeyler söyleyerek saçlarını okşuyor. Benim  kendisine baktığımı görünce bir an yakalanmış ve kendisinin dışında kimsenin anlayamayacağını düşündüğü bir durumu açıklamak zorunda kalmış gibi bir an duraksayarak, iç güdüsel bir şekilde; “Kızım...” diyor, “Gitmişti, geri döndü. Bana geri döndü! Geldi işte!" Gözleri yaşlı, dişleri dökülmüş, ağzında kırık, acı bir gülüşsanki kendi söylediklerine kendisi de tam inanamıyor ya da "Yine giderse..." korkusu içinde. Sonra çömeldiği yerden kalkıp, küçük kız çocuğu mankeni yerden tekrar kaparcasına alıyor. 

(4)          

Sıkı sıkıya bağrına bastırarak acele acele o bilinmeyen barınağına doğru uzaklaşıyor. Ben “Yaa... Evet..." diyebiliyorum ve kalakalıyorum  öylece. Boğazıma bir şeyler tıkanıyor sanki o an. Birkaç defa onu bu vitrine  bakarken gördüğümü  hatırlıyorum birden. Demek ki bu yüzdenmiş... Ölen küçük kız bu mankene çok benziyordu belki de? Kim bilir? Ve bu mankeni hep onun yerine koyarak buraya gelip hasret gideriyordu belki ama ne yazık ki arada hep camlar ve mankenin sahipleri vardı.

Onun için ona ulaşamıyor ancak burada onu uzun uzun seyrederek acısını unutmaya çalışıyordu büyük ihtimal. Şimdi küçük kızı özgürlüğüne kavuşmuştu.

Artık kimse ona sahip çıkmıyor ve sanki o da kendisinin gelmesini bekliyor gibi yatıyordu ağacın dibinde. Arkasından bakarken şunu da düşünmeden edemedim; "Giden diğer mankenlerin bekledikleri gelmemişti belki ama küçük kız çocuğu mankenin beklediği galiba gelmişti." Şimdi ben kafamda hala çalmakta olan o küçük acıklı Japon müziğiyle içim ezik ve bir tuhaf... 
Evimin yolunu tutuyorum.


                                                                                                                                            

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi