BİZİM ZAMANIMIZ
Her dönemin kendine özgü bir yaşam biçimi olduğuna inanır, nostaljinin öyle çok da pompalanması gereken bir şey olmadığını düşünürdüm hep fakat artık öyle değilim galiba…
Eskileri düşündüğümüzde içimize yayılan sıcaklık ya da yüzümüze ansızın yerleşiveren bir gülümseyiş, o günlerin değerini çok iyi anlatmıyor mu bize, ne dersiniz?
Evet, bizim bir zamanımız vardı ve şahane bir zamandı o yıllar...
70'li yıllarda çocukluğunu yaşayan bizim kuşak, "Şimdiki çocuklar çok şanslı" sözünü büyüklerinden çok duymuştur.
Düşünsenize; elektriğin, sinemanın, ekmeğe sürülen sana yağının, asfalt yolların, pilli bebeklerin, radyo teyplerin ve daha buna benzer bize şimdi basit ve ilkel gelen birçok şeyin kıymetini bilmemizi istediler.
Lakin şimdiki çocuklar için aynı şeyi söylemek biraz zor galiba…
“Tik Tok kuşağı” bu neslin her şey elinin altında belki fakat pek mutlu değiller sanki...
Sürekli bir arayış halindeler…
Sınırsız bir tüketim hali ve yaratıcılığın kayboluşu hakim gibi fakat en sevdiğim tarafları özgür duruşları ve ne istediklerinin farkında olmaları…
Bizim gibi her şeye “evet” diyen bir güruh değiller...
Bizim kuşak, ilaç kutularından araba yapan, gazoz kapağı, cam bilye biriktiren, sevdiği ünlünün fotoğrafını dergilerden kesip saklayan, meyveyi dalından koparıp yiyebilen, sokaklarda boş arsalarda oynayabilen, Hulusi Kentmen, Adile Naşit gibi bir sürü teyzenin, amcanın olduğu mahallelerde büyüyen, Ertem Eğilmez filmlerinin kuşağıydı. İyilerin hep kazandığı yıllardı o yıllar...
Çocukken şarap mantarından ve kibrit çöplerinden yaptığım bebeklerle, iki kardeşimle günlerce evcilik oynadığımı çok iyi hatırlıyorum mesela...
Sürdürülebilirlik bundan daha iyi nasıl olabilirdi ki?
Biz hayal kurabilen ve bunu yaratıcılığa aktarabilen bir kuşaktık çünkü, hiçbir şey önümüze hazır konmuyordu.
Pazar günleri banyo günüydü mesela...
Yok öyle her gün duş almak, şimdiki gibi… Temiz çamaşırlar giyilir, önlükler, yakalar, okuldan getirdiğimiz masa örtüleri yıkanırdı.
Annemizin sıktığı portakal, greyfurt suları ve üzümlü kekler eşliğinde, sobalı odamızda pazar günlerinin vazgeçilmezi kovboy filmlerini izlerdik.
Tek kanallı günlerdi belki ama içimizde öyle çok kanallar açardı ki o filmler, tarifi imkansızdı. John Wayne'ler, Clint Eastwood'lar ilk kahramanlarımızdı.
Bu arada sobanın üzerine mandalina ve elma kabuğu atmak da ihmal edilmezdi. O kokunun verdiği huzuru şimdi hiç bir yerde bulamıyorum desem yeridir.
Radyo, hayatımızın en önemli detayıydı. Arkası yarınlar, radyo tiyatroları hayal kurmak için birebirdi. Onlar bizim ilk sinema sevdamızdı. Çocuk aklımla başrolün yerine kendimi koyduğum çok olmuştur.
Ayak sesleri, çalınan kapı, yağmur sesi... O yayınlar bence dublajın kralıydı.
Radyo, yalnız sesiyle değil, üzerindeki şehir isimleriyle de büyülerdi beni…
Ankara, İstanbul, Varşova, Sofya, Münih, Tel Aviv, Moskova, Kahire...
Çoğunun adını bile duymadığım, hiç görmediğim bu şehirlerin varlığı, beni heyecanlandırmaya yetiyordu. Bu efsane şehir isimleri ne yazık ki sadece radyonun üzerinde kalır, ne kadar uğraşsam da parazitli bir yayının arasında bulabildiğim tek ses, Kahire Radyosu’ndan gelen Arapça şarkılar olurdu...
Oysa ben uzak ülkelerden, Paris'ten, Varşova'dan gelecek sesleri merak eder dururdum. Ama TRT Radyosu, Polis Radyosu ve Kuzey Kıbrıs Radyosu (ki o sadece bizim Akdeniz'de çekerdi) yayınları netti.
Bir de televizyon maceramız vardı tabii...
Tek kanallı, İstiklal Marşlı, “necefli maşrapa” lı günler…
"Teknik bir arızadan dolayı yayınımıza bir süre ara vermek durumundayız" yazısı ile necefli maşrapayı seyreder, sabırla yayının gelmesini beklerdik.
Babamla defalarca damlara çıkıp, anten ayarı yaptığımızı çok iyi hatırlıyorum.
"Biraz daha çevir, yok olmadı, daha yukarı çıkar, tamam dur öyle, sakın kıpırdatma" komutlarıyla en net yayını bulduğumuzda dünyalar bizim olurdu.
Zorluydu belki ama o mutluluk anı da çok başkaydı işte...
Renkli televizyonun ilk çıktığı zamanlar, Dallas dizisini renkli seyrettiğim ânı hâlâ unutamam mesela...
Ahhh!
Ne masum günlermiş....
Abladan kardeşe geçen kabanlarla, okul çantalarıyla, seneye de giyer mantığıyla bir numara büyük alınan ayakkabılarla, o caanım Sümerbank pazen pijamalarıyla büyüyen şahane bir kuşaktık biz…
Büyük ablanın atlasıyla ki o zamanlar çok pahalıydı; Coğrafya derslerinde seyrü sefer yapan bir kuşaktık biz…
Devlet hastanelerinde doğan, dershane geleneğini sadece üniversiteye hazırlık zamanı yaşayan, kurstan kursa koşturulmayan “sıfır maliyetli çocuklardık” biz...
Paylaşmayı, yetinmeyi, hayal kurmayı bilen bir nesildik.
Anne-babamızın fedakârlıklarını anlayan, komşuluk kültürünü yaşayan, iyiliğe inanan, vefalı bir kuşaktık biz…
Hamiline yazılı çekten kripto paraya, jetonlu telefondan süper akıllı androidlere, fakstan teleksten Zoom toplantılarına, karışık kasetlerden Spotifylara, necefli maşrapadan NFT’lere, Metaverse’lere evrilmiş bir kuşak olarak adaptasyon yeteneğimizin ayakta alkışlanması gerektiği gün gibi aşikâr…
Her ne kadar zaman zaman Z kuşağının alay konusu olsak da, (ki yeğenlerimden tecrübe ile sabit) biz bir zamanlar bilgisayarın açma-kapama düğmesini bile bilmezken, bugün tweet atan, şahane storyler paylaşan, Google çeviri yoluyla yurt dışıyla bile iletişim kurup çağı yakalayan bir nesil olduk.
Hangi kuşak bizim gibi bu kadar paralandı, onu da hiç bilmiyorum...
Ama bence tüm bunların ötesinde, biz hâlâ çok güzel gülen, ağlayan, güzel seven bir kuşağız.
Toplu mesajla, emoji yoluyla değil, telefon açıp sesini duyarak bayramlaşan, doğum günü kutlayan bir nesiliz.
Bu arada emojinin kralını atmayı da çok iyi biliriz o da ayrı...
O günleri düşünürken, yüzümüzde gülümseyiş ve kalbimizde bir sıcaklık hissettiğimize göre güzel zamanlardı o zamanlar, ve biz iyi ki o yılların çocuklarıyız.
Diyorum ya, başka bir zamandı “bizim zamanımız” ve iyi ki öyleydi...
Editör Deniz İmre