ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 29-06-2024 20:22   Güncelleme : 29-06-2024 20:45

Turna Deriz / Hakan Cucunel

Yazan: Hakan Cucunel -TURNA DERİZ

Turna Deriz / Hakan Cucunel

TURNA DERİZ

“Hocam, yakandaki flamingo ne?” diye sordu Bora. Er gazinosundaydık. Oturduğumuz adı değişik, mekan sıcaktı ve bayat çay kokuyordu. Zaten soğumuş olan çayından büyük bir fırt aldı. Burnu, sürekli aktığı için  kıpkırmızıydı. Yanıt bekliyor, yüzüme bakıyordu. Burnunu çekti. Dolu burnundan “fırk” gibi bir ses çıktı. Bu zamana kadar, bu pembe çocuk süsüne dikkat etmeyişine şaşırdım. Dikkatlidir genelde. Başka soran da olmamıştı nedense. Sağ elim istemsizce yakama taktığım ve üzerinde küçük, pembe bir flamingo olan tel tokaya şefkatle dokundu. Ali Rıza; “O gün yoktu hocam bu” dedi. Çok sevmez Bora’yı nedense.

Kaç defa insanlara; “Bu” denilmez” dedim Ali Rıza’ya ama dinleyen kim? Düşündüm; “O gün yoktu, evet” Yine burnunu çekti Bora. Aynı ses çıktı. Ali Rıza, başını çevirdi; “Ona buralarda turna diyorlarmış” dedim. Hiç bir şey anlamadan bakmaya devam etti. Çok şey biliyor da susmayı tercih ediyormuş gibi bir tavrı vardı. İlk gördüğüm gün de böyle düşünmüştüm. Çayından bir yudum aldı. “Hımm” dedi. Daha fazla konuşacak gibi vurgulamadım sözlerimi. Bora, daha konuşacakmışım gibi yüzüme bakıyordu.

...

KAR KOKUSU
Mevsimleri unutmuştuk. Toprak, en az yarım metre derindeydi. Bana göre buzlar hiç erimeyecekti. Toprağı bir daha hiç görmeyecektik. Ağaçlar hiç yeşermeyecekti. Biliyordum saçmaydı. Böyle devam etmezdi ama içten içe inanıyordum karın ve buzun sonsuz görünen hükmüne. Bu kadar uzun süre karın içinde yaşadığınızda, sabahları günün ilk ışıklarında aldığınız ilk nefeste karın kendine özel bir kokusu olduğunu fark edersiniz.

Genelde buzun veya ezilmiş ve kayalaşmış karın üzerinde yürüyorduk. Kalın ve kat kat giyindiğimiz için kayıp düştüğümüzde bir şey olmuyordu. Toprağı da unutmuştuk. Çiçek, yaprak, ağaç gibi görüntüleri aklımızda bile canlandıramıyorduk. Ali Rıza, öyle olmadığını söylüyordu. “Ben ne unutcam hocam” diyordu ama ben pek inanmıyordum. Onun unutmayacağı tek ayrıntı haftalık yemen listesi ve açlığıydı bence. Her şey, yağan karın altında ve çağların gerisinde sessizliğe gömülmüştü. Kar demek, sesleri ebediyen susturmak demekti. Güneş, burada cansız, sönmeye yüz tutmuş, bolca is vermekten başka işe yaramayan bir çıranın ateşi kadar ısıtıyordu. Geçten geç ve son derece isteksiz doğuyor, kalın bulutların arkasında bir süre silik ve belirsiz görünüyor, ortalığı yalandan bir aydınlatıyor ve erkenden batıyordu. Güneş ne buraya ne de bu mevsime aitti. Nereden battığını bile anlamıyorduk. Sonra gökyüzü yine kararıyordu. Parlayan ve ısıtan bir güneş olmayınca dengem bozuluyordu. O günü yaşamadığımı zannediyordum. Kısa gündüzler ve bitmeyecek gibi yayılan ve her yeri kaplayan, kalın ve ıslak bir battaniyeyi andıran geceler vardı. Günlerdir neredeyse hiç durmadan yağan kar, zaman algımızı bozmuştu. Kar taneleri kocamandı. Çay tabakları kadar büyüktüler.

Hangi günde olduğumuzun zaten hiç bir önemi yoktu. Ve bütün bunların olması, iki hafta önce ansızın başlayan kar yağışıyla olmuştu. İpek gibi yumuşacıktı ilk gün. Sevimliydi. Sevindik. Oynadık. Avucumuza düşenleri, nefesimizin sıcağından koruyarak incelemeye çalıştık. Kocaman oluşlarına bir anlam veremedik yine de.

Ama gücünü ve ısrarını fark edince bütün güzelliği kayboldu. Bu iki hafta sanki iki yüzyıl kadar uzun geliyordu bize. Buz, her yeri ve her şeyi ele geçiriyordu. Her şey donuyordu. Hele de metaller... Demire çıplak elle dokunmak kimsenin cesaret edemeyeceği bir işti. Dokunduğunuz yerde deriniz kalıyordu çünkü. Camların hem iç tarafı hem de dış tarafı donuyordu. En köşeden ince bir uzantı beliriyordu önce. Kıl gibi ipince bir bir buz iplikçiği. Neredeyse gözle görülecek bir hızla ilerliyordu bu ince kristal. Dallarını, damarlarını görüyorduk. Hiç bilmediğimiz dünya dışı bir canlı gibiydi. Karın damarlarıydı kristaller ve her yere uzanıyorlardı bir şekilde. Onları engellemek veya durdurmak neredeyse olanaksızdı. Çok güzel görünüyorlardı aslında. Ama bu narin ve kırılgan uzantılar kısa süre sonra kazınması imkansız kalınlıklara ulaşıyor ve dışarıyı görmemizi engelliyordu. Gerçek, içerideki sıcak ve kalabalık ortam mıydı yoksa beyazlığın ve soğuğun hükmettiği dışarısı mıydı?

Konuşmak istiyor insan böyle olunca. Konuşmayınca, sonsuz ve bitmeyecek duygusu veren beyazlık aklı boğarak öldürüyor. Küçültüyor aklı. Akıl, bu beyazlığın içine gömülüyor. Geçmiş silinip bir kırmızı mercimek gibi kalıyor. Kendi geçmişim, bana bir başkasının anlattığı ve hiç de inandırıcı olamayan bir öykü gibi geliyordu. Konuşuyorduk biz de fırsat buldukça.

Böyle günlerden birindeydik. Acil Müdahale Mangası’ydık. O gece göreve hazır bekleniyordu. Bir sorun çıkmazsa belli bir saatte görev bitiyordu ve uyuyorduk.  Ali Rıza, Ümit, Ertan gazinodaydık. Bora yokmuş o gece. Uykumuzu kaçırsın diye kimbilir kaçıncı çayımızı içiyorduk. Ümit; ayakta, otururken, susarken, bankta, taburede kısaca her an ve her yerde uyuyabilirdi. Tuvalette çömeldiği yerde bile uyumuştu bir kere. Kocaman elini, yanağına dayamış tam uyuyacakken, Ali Rıza; “Hocam nasıl acıktım bilemezsin” dedi. Nasıl bilecektim ki? Acıkmadığı zaman var mı diye düşündüm. Yoktu, hep açtı. Ümit, tilki uykusundan uyandı; “Sen hiç doydun mu ki?“ dedi. Ali Rıza, bir şey demeye niyetlendi sonra vazgeçti. Ümit; “Sen hayatında hiç gerçekten acıktın mı?” diye sordu. Ali Rıza; “Hocam, yalandan acıkılır mı?” diye bana çevirdi işi. Dudak büktüm. Ümit, mangadakileri eleştirmek istediğinde beni ayrı tutardı.

“Hocam, bunlar acıkmanın ne olduğunu bilmezler. Sesi de kocamandı. Acıkmak dediğin, yedi sekiz saat kazma kürek salladıktan sonra olur. Kürekle kum aktarırken olur. El arabasıyla harç taşırken olur. Halin kalmaz. Gücün tükenir. Bunlar deyim zanneder ama açlıktan ağzının suyu gerçekten de akar. O zaman açsındır ama bunlar nerden bilecekler?” dedi. “hıh” dedi sonra da küçümseyerek. Doğruydu söyledikleri. Bu Ali Rıza tam olarak hiç doyamadığı için gerçek anlamda acıkmanın ne olduğunu da bilmiyor olabilirdi.

“Ümit” dedim; “Üç çeyrek demir borulara pafta açardık. Öyle makineyle falan değil. Kol gücüyle. Sabah başlardık, akşama kadar. Sekiz katlılar vardı Evka 2 konutlarında. Onların terasına halatla su depolarını çekerdim. İngiliz anahtarı elimin bir uzantısı gibi olmuştu. Borulara kendir sarmaktan, manşon sıkmaktan canım çıkardı. O zaman gerçekten acıkırdım ben”

Ali Rıza ve Ertan bu tip işlere hiç bulaşmamışlardı. Susup dinlediler. Sonra yine bir suskunluk oldu. Ümit, yanağını kürek gibi eline uydurdu. Bir ufak dalıp çıkacaktı uyku denizine. Görmezden geliyorduk bu kısa uykularını. Ertan, palaskasıyla oynuyordu. Beş dakika geçmemişti. Belki de geçmişti bilmiyorum. Uykusuzken zamanı doğru ölçmek de pek mümkün olmuyor. Ali Rıza; “Yaşı benden büyüktü ama ufak tefek de bir kızdı” dedi. Masaya bakıyordu. O anı yaşıyormuş gibi bir mutluluk oynaşıyordu yüzünde. Biz, uyanıktık ama aklımız uyuklamaya çalışıyordu. Sanki asla anlatmayacağı bir konuyu zorla anlattırıyormuşuz o da utanıyormuş gibiydi. Ümit, girmeye hazırlandığı, kıyısına kadar yürüdüğü uyku denizinin yanında dikeldi. Dönüp yanımıza geldi. Yanağını elinden ayırdı hafif gülümsedi. Sıra dışı bir konunun açıldığını fark etti. Geriye doğru esnetti dev bedenini. Ali Rıza devam etti; “Hocam söylemesi ayıp, yemin ederim sabaha kadar kemirdi dudaklarımı."

Özlemle güldü sonra. Ekledi; “Kız öpüşmüyor beni yiyordu sanki ben öpüşmeyi bu kızla sevdim” dedi. Bu cümleler, Ümit’i uyku isteğinden tamamen ayırdı. Gözlerini kısıp bir şeyler söylemeye hazırlandı ama vaz geçti, bana baktı.

Er gazinosunda masadaydık. Bütün tugay uyuyordu. Gecenin üçünü geçiyordu saat. Çay içmekten midemiz bulanmıştı. En son konuşulan konu, ilçe savcısının ne kadar ters olduğu ve başhekimin suratsızlığıydı. Hafızamı zorladım. Yok, gerçek açlıktan söz ettik en son. Ondan önce de Ümit bize otobüs kullanmayı ne kadar çok sevdiğini anlatıyordu. Sonra  Ümit; “Hocam, nohut oda, bakla sofa ne demek?” diye sordu. Babaannesi büyütmüş bunu, o söyler dururmuş. Anlattım. En son konuşulanlar bunlardı.

Ali Rıza, bu konuya nasıl geçti? Nasıl bir çağrışım zenginliği vardı bu adamın? Yoksa baştan beri anlatmak için sabırsızca beklediği tek şey, ufak tefek dediği kız ve nasıl öpüştüğü müydü? Benim de kafam karıştı.

Ortam da biraz değişti tabii. Böyle konular pek konuşulmuyordu. Sabahın üçünü geçiyordu saat. Kantinin sağ tarafındaki pencerelere baktım. Camlar donmuştu. Hep donuyordu zaten. Dışarının karanlık olduğunu biliyorduk ama dışarıyı görmüyorduk. Tunceli-Hozat yolu bu donan camların arkasındaydı. Ertan, bana baktı. Ne diyeceğimi merak ediyor. Ümit de merak ediyordur. Ali Rıza, konuyu buraya nasıl getirmişti onu anlamaya çalışıyordum. Bulamadım. Anlatacağı varmış. Ben bir şey söylemeyince, bu defa utancından kızardı yanakları. Bir şey diyemedim. Ne diyeyim. Yersiz bir konuydu. Bari sus. Yok. Susmaz. Kafasındakileri anlatacak. Ekledi; “Bir de gülüşü vardı. Gördüğüm gülüşlerin en kadını”

Ertan yine bana baktı, ben saatime baktım. 03.20

“Uykusuz kalınca içine şehvetli bir şair kaçıyor herhalde senin” dedim. Yarım güldü, burnundan bir nefes verdi. Bir şaire benzetilmek hoşuna gitmiş olmalıydı. Durur mu yapıştırdı cevabı; “Niye hocam, senin öykünde de geçiyor bu” dedi.

Bu defa da Ümit baktı bana; “Ulen, öykülerden koparıp bize mi satıyon sen?” dedim.

“E hocam, sen dememiş miydin, bütün yazarlar böyle yapıyor diye?”

Ümit dedi ki; “Oğlum edebiyat bir sanattır.”

Cümle bu kadardı. Devamı var mı diye bekledim. Hayır, devamı yoktu ama Ümit sanki doğru bir zamanda çok doğru bir söz söylemiş havasındaydı. İyi de edebiyat sanat değildir diyen olmamıştı ki? Başka bir şey söylemedi. Ümit de uykusuzluktan sarhoşlamıştı galiba. Başımı salladım. Bir buçuk saat sonra içtimaya çıkacaktık. Sonra da kahvaltı yapıp uyuyacaktık. Neredeyse yirmi saattir uyumamıştık. Genelde üzerimizdekilerle uyuyorduk. Uyanmak daha kolay oluyordu soyunmadan uyuyunca.  Ali Rıza bana bakıyor hâlâ; “Kalk masadan, kalk” dedim kızdım, kafamı sağa yatırarak. Hemen kalktı, suçlu suçlu yüzüme bakıyor. Ekledim; “Kalk git taze çay getir”. Öğrencilerime söylediğim tonda söyledim. Bir şey demedi. Hemen kalktı. Uzun boyluydu. Tepeden biz oturanlara değil yalnızca bana baktı.  Kuru göt olduğundan, belinde durmuyordu kamuflajı. Palaskayı sonuna kadar sıkardı.

Ertan; “Ne güzel anlatıyordu Ali Rıza” dedi. Aslında güzel benzetmeydi. Dudaklarını kemirmiş kız bunun. İlk öpüşmeler öyle oluyordu galiba. Benim mangaya bir şey olmuştu canım. Böyle konular hiç konuşulmaz normalde. Çok uykusuz kaldık. Ondan oldu kesin.

Hozat yoluna baktım. Görünmüyordu ama oradaydı. Ali Rıza Efendi, yeni çayları tepsiye sıralıyordu. Aklıma geldi. Ya da gelir gibi oldu. Doğruydu. İlk, olduğunda sahiden güzeldi bu öpüşmeler. Ama şu an aklımda yalnızca konteynıra gitmek, ranzaya uzanıp uyumak vardı. Ali Rıza geldi. Şekerleri yine avucuna doldurmuş. Kızdık, bağırdık; “Şu şekerleri boş bir bardağa koy”, yok. eşşek osuruyor, yel götürüyor. Çelik bardakları takır tukur indirdi masaya. Çayları ağzına kadar doldurmuş masayı da ıslattı. Oturmasını, kuru götünü tabureye yerleştirmesini, çayına uzanmasını bekledim.

“Bu ne Ali Rıza?” dedim. Şaşırmış rolü yapıyor hergele.

“Ne olacak hocam, çay?” -sonra masadakilerden destek almak umuduyla- “Vallahi uykusuzluk sana iyi gelmiyor” dedi bir de. Masadaki kırıntılardan ve ıslaklıktan nefret ettiğimi unutmuş gibi yapıyor.

“Kalk kalk kalk, çabuk kantinciden bez al burayı sil ondan sonra otur.”

“Öyküde geçiyormuş” dedim bir de yine tonu hiç düşürmeden. Hiç bozulmadı. Üşenmedi. Atı yörük maşallah.

“Hocam” diye itiraz edecek oldu, fırsat vermedim; “Kalk ülen” dedim, fırladı. Bezi getirdi, iş ve işlemleri bitirdi. Geldi yine aynı seramoniyle oturdu. Parkasının cebinden çıkardı. Bisküvi de almış. Masaya bıraktı. Bana bakıyor. Takdir bekliyor.

“Hocam, bisküvi de aldım”’deyip güldü. Bana uzattı paketi. Pay etmek benim işim.

“Görüyoruz” dedim. Hiç yüz vermedim dudak kemirme ve öpüşme konularına geri döner diye. Bir hevesle bekliyor çaya bandırmak için. Açtım, kardeş payı yaptık. Payıma düşenin bir tanesini de ona verdim. Buna çok seviniyor ama nasıl çok seviniyor anlatamam. Yüzünde gül bahçesi açıyor; “Hocam, gerek yoktu” demesiyle bisküviyi bardağa daldırıp yutması bir oldu. Hep veririm. Vereceğimi bilir. Biz de çaylara bandırmaya başladık ki…

GÖREVE...
Zayittin Astsubay, er gazinosunun yarı donmuş kapısını zorlayarak içeri girdi. Onun gelmesi hayra alamet değildi. Bakıyoruz. Ağır kapı güçlükle ve acı çekerek açıldı. Kapanan kapının gürültüsü neredeyse canımızı acıttı. Sessiziliğin çöktüğü ve biriktiği anlarda gürültü, canını yakar insanın. Yarı yarıya karla kaplıydı. Kar maskesini çıkardı. Ellerinde yün eldivenleri vardı. Postallarını sertçe yere vurup üzerindeki karları döktü. İçeride sıcakta oturuyorduk ne güzel. Kapıyı açmasıyla içeri buz gibi hava kısa süreliğine saldırdı sanki. Soğuk, saldıran bir hayvan gibidir. Isıran ve bekleyen yeniden ısırmak için. Selam verdik.

“Kalkın oğlum, kalkın görev var” dedi. Saate baktım, on dakikamız vardı aslında görevin bitmesine. Techizatları alacaktık, Nizamiye kapısına gidecektik. Kamyona binecektik. Bisküvileri attık ağzımıza, çaylar kaldı. Tazeydi de. Kar başlıklarını ve eldivenlerimizi takıp, techizatları yüklendik.

Dışarıda kar yağmıyordu. Gökyüzünün büyük kubbesi parça parça kırılıp dökülüyordu sanki. Rüzgar bu cam kırıklarını sertçe yüzümüze, ellerimize çarpıyordu. Sanki kesiyordu yüzümüzü. “Kaç derece Ümit” dedim. Ümit termometreye baktı; “Hocam -28” dedi.

Ali Rıza; “Hocam derin dondurucu bile -16 demi” dedi. Doğruydu da bunu defalarca söylemiştik daha önce. Yanıt vermedim.

Tekrarladı; “Hocam, derin dondurucular bile..” devam edecekti ben; “Evet Ali Rıza, evet” dedim.

“Gördün mü Ertan Efendi” dedi. Bu konuyu konuşmamışlardı bile aslında. Ertan da şaşkınlıkla baktı yalnızca. Gülümsedi. Kademenin önünden geçerken bir yerinin donduğuyla ilgili bir de espri yaptı. Bundan sonra katiyyen işe yaramayacağını da söyledi. “Katiyyen” sözcüğünü ikinci defa doğru anlamıyla ve çift “y” ile cümle içinde kullanıyordu. Gülmedik. Espri yaparken zamanlaması hep kötü olmuştur. Kimse gülmedi. Gülmüyoruz, bir de surat asıyor. Surat asınca da benimle aynı hizaya gelir, yanyana yürür. Şimdi görev bitecekti. Karnımızı doyurup uyuyacaktık. On dakika kala olacak iş değildi. Nizamiyeye yürüdük. Yol uzadı da uzadı. Hozat’a bakıyorum arada bir. Sanki terk edilmiş. Dünya terk edilmiş hatta. Hiç insan yok gibi. Tamamen insandan arınmış bir dünya kim bilir ne kadar güzel olurdu. Yukarıda fırından poğaça kokusu geliyor. Nöbet tutan askerler birer heykel gibi hareketsiz. 

Ali Rıza; “Hocam senin hiç oduncu gömleğin oldu mu?” dedi. Ertan yine bana baktı. Artık bir şeyler söyle şuna der gibi.

“Sen de mi bunu merak ediyorsun Ertan?”’dedim.

Ertan şaşırdı. Zaten uykusuz kalınca alıklaşıyor bu oğlan. Öylece baktı.

“Benim vardı” dedi. Dudaklarını kemiren kızdan buraya nasıl gelmişti? Ama o kızı da düşünmeye başladı aklım. Nasıl bir şeydi acaba? Sonra da oduncu gömleği denen gömlek girdi aklımdaki düşünme bandına. Botlarımızın altında ezilen karın gıcırtısı, sabahın en sert ayazı, uykudaki Hozat, sarhoş edecek kadar temiz ama candan usandıracak kadar soğuk hava ve bir yere göreve gidiyoruz, adamın aklına gelen, oduncu gömleği.

Lise birinci sınıftaydık. Sınıfta hali vakti olanlar hemen almışlardı Ali Rıza’nın dediği gömleklerden. Sahi ya. Benim yoktu. Pahalıydı ilk çıktıklarında. Küçük kardeşim benden uzun olduğundan onun kısalan pantolanları bana uydurulurdu. Onun küçülen gömleklerini ben giyerdim. Kolları uzun gelirdi. Hayatımda ilk sıfır ayakkabıyı üniversite birinci sınıfta giymiştim. Yokluğu, ayakkabılar kadar açık eden başka bir şey yoktur. Dikişli, tamirli ayakkabılar.

Eskidiklerinde, bunu bağırırlar yerli yersiz. Yalanları yoktur ayakkabıların. Harbicidir ayakkabılar. Saklamak istedikçe daha da ortada dururlar. Aslında giysilerin hiç biri yalan söylemiyor. Ağaçlar, yaşlarını ve meyvelerini gizlemiyor. Nesneler yalan söylemiyor. Yalan, biz insanların işi. Bizim işimiz. Ara ara kayıp düşecek gibi oluyoruz ama insan bedeni muhteşem bir uyum yeteneğine sahip. Buz dansçıları gibi olduk. Hemen toparlanıyoruz.

“Olmadı Ali Rıza” dedim. Çok zamansızdı ama yine de hüzünlendim. Oduncu gömleğine mi? Bilmiyorum. Belki her şeye. Yeniden düşündüm. Üniversiteyi kazandığım yıl galiba Maltepe’den aldığımda artık üç dört sene öncesinin modasıydı ve ucuzdu. Pek bir anlamı da kalmamıştı hani. Bir de her şey zamanında güzeldi galiba. O kadar gençken insan her şeyi başka türlü bir iştahla istiyordu. Giysileri bile. O iştah, geçen her yıl biraz azalıyor herhalde. Ben giydiğimde kimsenin giymediği şeylerdi artık onlar. Yine de sıkça dokunurdum gömleğimin yakasına.

“Ulen nerden aklıma geldi ki şimdi oduncu gömleği” diye sordum.

“Yaaa gördün mü?” dedi.

“Neyi gördüm mü oğlum?” dedim.

“Benim de olmadı hocam vallahi” dedi.

Ümit; “Hocam, yok yere yemin ediyor yine” dedi.

Ali Rıza; “Yemin mi ettim hocam ben şimdi?”’diye sordu Ümit.

Bir şey diyecek halim yoktu. Yüzüne baktım Ali Rıza’nın. O da bana bakıyor muzip muzip. Güldü, gözleri nasıl da parıltılarla dolu. Serseri. Şirin it. Kızamıyorum bu oğlana. Benim kardeşim Tarık da böyledir. Çocuk gibi baktığından öfkelenmek mümkün olmuyor.

Kamyonun yanındaydık, “Araç Bin” komutu verildi. Araca bindik. Askerde emirler kısa ve nettir. Birazdan “Araç İn” denilince de inecektik. Kamyon, hareket etti. Güçlü homurtusu, sarsıntısı uyandırdı iyice bizi. Bizi derken, Ümit hariç yani. O, kamyonun sarsıntılarına rağmen inceden uykuya geçiyordu. Nefesimizin buğusu yükselince kirpikler hemen donuyor. Soğuk. Konuşacak halimiz yok. Boynunu çevirmek bile gereksiz bir enerji kaybı sanki. Kalın homurtularla, zincirli tekerlekleriyle karları eziyor kamyon. Bütün doğa kar beyazının esareti altında. Bu beyazlığa ağaçlar bile isyan edemiyor. Beyazlık. Beyazlık, karanlıktan daha ürkütücü. Göz, karanlıkla baş ediyor da beyazla baş edemiyor. Uyuşuyor ya da uyuyor. Sarsılıyoruz. Arada bir derince çukurlara girip çıkıyor tekerlekler. Zıplıyoruz. Bazen kayıyor içimiz bir fena oluyor. Munzur Deresi sağımızda kaldı, derin bir vadinin tabanında akıyor. Geçitlere girmeye başladık.

Nereye gidiyoruz? Bir köyde üç kişi donarak ölmüş. Muhtar bulmuş. Ölenlerden birinin düşmanı varmış. Savcı ve doktor gelecek. Biz onların başlarında bekleyeceğiz. Ne kadar sürdü bilmiyorum Kar, öfkeli, kızgın ve hızlı. O kadar soğuk ki Ali Rıza bile sustu. Ümit, tam karşımda. Homurtulu motor rahatladı. Kamyon durdu. “Araç İn” komutu verildi. Yukarıdaki demirlere tutunarak kalktık. Uyuşmuşuz hem aklımız hem de bütün bedenimiz.  Araçtan indik. Muhtar ve iki yaşlı adam karşıladı bizi. Savcıyla doktor da yoldalarmış. Muhtarın ve yanındakilerin yüzü gözü sıkı sıkı sarılı, yalnızca yaşlanmış gözlerini görebiliyoruz. Muhtar, önümüzde yürüyor. Kalın, tok sesli. Onu takip ediyoruz. Tipi öyle sert ve sesli esiyor ki bazen bir metre ötemde giden muhtarı seçemeyecek gibi oluyorum.

Muhtar döndü; “Komutanım, siz burada bekleyin, şimdi savcı bey de gelir” dedi.

Dediğini yaptık. Köy odası dediği yer elli metre ötemizde. Dikildik. Ali Rıza bir metre yakınımda. Yarım daire şeklinde bekliyoruz. Öteyi göremiyoruz. Uğultu. O da bambaşka bir korkunçluk. Duyma yetini de kaybedince temelli aptallaşıyorsun. Zaman yine yavaşladı ya da yayıldı. Bekliyoruz. Bir zaman sonra tipi bir yerden komut gelmiş gibi birdenbire durdu. Şaşırdım. Etrafıma baktım. Bunu nasıl bir bitiş böyle? Aklımın dengesi yine bozuldu. Ansızın biten sesler sersemletti beni. Tuhaf bir yalnızlık gibi bir şey hissettim. Yalnızlık ve sessizlik. Kimsesizlik. Yeryüzünün bir yerinde kaybolmuş gibiydik.
Köy odasını görmeye başladık. Küçücük bir penceresi var. Her yer kar.

Ali Rıza; “Hocam, öğlen yemeğine yetişir miyiz?” dedi.

“Ne bileyim ülen” dedim.

“Hocam bu gün kalçalı butla aşure var” dedi. Her hafta yemek listesi ezberindedir. Evet vardı.

Ümit; “Dondum hocam, dondum” dedi. Ayaklarını kaldırıp indirdi.

Ali Rıza; “Hocam, yolculuk ne kadar sürdü?” diye yeni bir soru ekledi yersiz sorular demetine.

Ertan’ın kirpikleri donmuş. Dişlerinin arasından Ali Rıza’ya; “Oğlum az bi sus” dedi.

Ali Rıza, Ertan’ı duymadı bile. “Nerden baksan yarım saat sürmüştür de mi hocam?” dedi.

Çare yok cevap verilecek. “Sürmüştür.” dedim.

Ümit’in arkasında, bir metre yanında karla kaplı üç tepecik gördüm. Biz buraya niye gelmiştik? Bu köyde kaç hane vardı? Kaç kişi yaşıyordu? Bütün evler, yarıya kadar toprağın altındaydı. Ne bir köpek sesi, ne bir koyun çanı vardı. Burası gece nasıl bir yerdi? Bütün ömür nasıl yaşanırdı? Burada sanki hiç insan sesi yankılanmamış, çocuklar bağırmamış inek, dana yürümemiş gibiydi. Baharda nasıl görünürdü burası? Güneş, doğar mıydı? Otobüs sürmek gerçekten zevkli miydi? Ali Rıza’nın anlattığı kızın yüzü nasıldı? Güzel miydi? Gençlik iştahı gerçekten biter miydi? Oduncu gömleğim duruyor muydu? Yoksa birisine mi vermiştim?

Birden buraya neden geldiğimizi düşündüm yeniden. Kirpiklerimin buzunu, eldivenli elimin üzeriyle döktüm.  Bir an sanki bir tepsinin üzerindeyim de bu tepsi dönüyor gibime geldi. Sendeledim. Ali Rıza hemen bana baktı "İyi miyim" diye. Tüfeğim kaydı. Kemerini aşağı çektim. Ayağımın altındaki kar ezilmiş de kaymış gibi yaptım. Ali Rıza emin olamadı ve bakmaya devam etti. Başımı salladım. Bir şey yok makamında. Hava tertemizdi. Buz gibiydi. Kar maskemi aşağı çekip derin bir nefes aldım. Kar tozmuyordu, rüzgârın sonsuz uğultusu birden kesilmişti. Bütün algılarım sonuna kadar açılmıştı. Ali Rıza, iyi olmadığımı düşünüyordu. İyi gibiydim.

Üç kişi tipiye yakalanıp, donarak ölmüştü. Bu yükseltiler onlar mıydı? Baktım. Onlardı. Şekilleri beliriyordu baktıkça. Onları fark etmemizden kısa bir süre sonra, aklıma korku dolmaya başladı. Hemen yanımızda bu gece donarak ölen üç insan vardı. Üç ölü. Üç cenaze. Mevta. Adı ne kadar çok ölümün de ölmenin de. Ama yaşamın adı bir tane. İlk defa ölü gördüğümde kaç yaşımdaydım? Çok korkmuştum. Korkmak da değil. Delice bir ürküntü. Burada donarak ölen üç insan vardı.

Aşağı köyden geliyorlardı demek ki. Tipi çıkınca görememişler nerede olduklarını. Köy odasına elli metre bile yoktu belki. Elli metre. Elli metre daha yürüseler şimdi yaşıyor olacaklardı.

Korktuğunda akıl, yalnızca reflekslerle öğrenilenleri yapıyormuş. Bir adım daha attım. Kar, botlarımın altında gürültüyle ezildi, gıcırdadı. Ümit, çok doğal bir şey yapıyormuşum gibi bakıyordu. Onun yanından geçip hafifçe eğildim. Bana en yakın olan yükseltiye dokundum. Yün bir atkıyı bir kaç tur sarmıştı başına. Deve tüyü renkli bir atkı. Elde ve gerçek yünden örülmüş bir atkı. Kim örmüştü acaba? Birikmiş kepek karlar, bulundukları yerden ufanıp döküldü. Yaşlıydı, heybetliydi, kalın ve gür bıyıkları buzla kaplıydı. Dizlerinin üzerine çökmüş oturmuştu. İnsan gözleri açıkken donar mıydı? Gözleri açıktı. Donan gözleri dışarı doğru çıkmıştı. İki gözü de matlaşmıştı. Hepsinden daha akılda kalıcı olanı ise ağlamıştı. Gözyaşları donmuştu yanaklarında. Ölürken ağlaması, beni, donarak ölmesinden daha fazla sarsmıştı. Sakallarına ulaşamamıştı gözyaşları. Yine başım döner gibi oldu. Bakışlarımı, yüzünden çektim.

Sağ elini yumruk yapmış ve yere dayamıştı. Sanki kalkmaya hamle yapmış ve o an donmuştu. Sol eli, kalın parkasının yan cebindeydi. Parka ona ait değildi. Çok büyüktü. Bir şey düşünmeden yanındaki yükseltiye yaklaştım. Hemen yarım metre sağındaydı. O da oturmuştu. Dizlerini kendine çekmişti galiba. Ayaklarında bir kaç kat çorap vardı ve lastik galoşlar. Tüfeğimi, kemerinden sırtıma doğru çektim. Namlu çenemin altına yaklaşmıştı. Eldivenli elimin üzeriyle yüzüne dokundum. Genç bir kadındı. Çok biçimli, harika, kalın kaşları vardı. Doğulularda olan, kıyıcı ve zalim güzellik. Tamamen doğal, gerçek. Belirgin bir güzellik. Onun da gözleri açıktı. Upuzun kirpiklerinde hala buz parçaları vardı. Dizlerine bakıyordu galiba.

Aslında savcı gelene kadar beklememiz gerekiyordu. Ama üçüncü tepeciği de merak ettim. Başında Tunceli köylerinde gördüğüm renkli eşarplardan vardı. Kat kat. O, Çömelmişti. Oturmamıştı. Sağ elini, sağ dizinin altına koymuştu. Orada ısıtmaya çalışıyordu demek. Sol eli dizinin üzerinde yumruk biçiminde duruyordu. Üzeri çatlak çatlaktı. Eskiyen tırnakları morarmıştı. Yüzündeki kar tabakasına belli belirsiz dokundum. Karlar döküldü. Yaşlı bir kadındı. Kulaklarında altın olduğu belli, çok eski moda küpeler vardı. Üzüm salkımı biçiminde. Ebemde de vardı bu küpelerden yıllar önce.

Bakıp duracaktım galiba. Diğer kamyon da geldi homurtularla. Kar üzerinde yürüdüğüm ve ölülere yaklaştığım belli oluyordu. Doktorla savcı da geldiler. Savcı pek önemsemedi ayak izlerimi. Kısa boylu, tomruk gibi bir adamdı doktor. Kamyonun motoru sustu. Savcı, doktorun tam tersi. Upuzun boylu ve upuzun boyunlu. Bu kadar giyimin altından belli oluyordu boynunun uzunluğu. Muhtar koşarak geldi. Doktorla tokalaştılar; “İhtiyar heyeti de gelsin mi Sayın Savcım?” dedi.

Savcı, etrafa baktı. Bir şeyler anlamak istiyor gibi; “Gelsinler Muhtar”.

Muhtar seslendi. Bir kız çıktı ilerideki odadan. Zayıf. Yüzü, soğuk yanığı. Kocaman kara gözlü, kara kaşlı, incecik. İki kalın örüklü. Ağlamış, gözleri ve küçük burnu kızarmış. Üstünde yalnızca bir hırka vardı.

Muhtar; “Ceylan, Ahmet Dedene seslen, getir” dedi.

Kızın adı Ceylan’dı demek. Adı gibi ceylandı.
Bekliyoruz. Muhtar, misafirperverlik göstermek istiyordu; “Çay, pişirsinler he mi komutanım?”

Zayittin Uzman; “Yok yok Muhtar işimiz uzun. Bakalım savcı ne diyecek?” dedi.

Savcı ve doktorun dediklerini yaptık. Öğrenci masalarını yanyana getirdik. Köyün ilkokuluna taşıdık ölenleri. Donmuş insan bedenleri, ağaçtan yapılmış maketler gibiydi. Kaskatı. Yaşlı amcadan başladılar incelemeye. Giysilerini çıkardık zorlukla. Sol eli kabanının cebindeydi. Onu çıkarmakla çok uğraştık.  Yumruğunu, cebinde sıkmıştı. Doktor, amcanın avucunu açmamızı istedi. Açamadık ama avucundakini çekip aldık. Avucunda kız çocuklarının sevdiği türden iki tane, üzerinde pembe flamingo olan tel toka çıktı. Diğer cepten de küçük bir külah da tuzlu fıstık.

Savcı cinayet şüphesi olmadığını söyledi. Doktor, morga götürmeye gerek görmedi. Raporlara ölüm nedenlerini yazıp imzaladı. “Doğal Ölüm” yazdılar ve imzaladılar. Ölüm’ün doğalı olamazdı bence.
Cenaze sahipleri okulun kapısının önünde bekliyorlardı. Soğukkanlıydılar. En önde, adının Ceylan olduğunu öğrendiğim iki örüklü kız vardı. Zayittin astsubay, önden çıktı. Çocuk, dedesinin öldüğünü biliyor olmalıydı. Hıçkırmadan, sarsılmadan sessizce ağlıyordu. Burnu kızarmıştı. Gözlerden bu kadar yaş akabildiğini bilmiyordum. Sanki küçük iki pınar gibiydi kapkara gözleri. Eğildim. Avucumu açtım. İki tokayı ona uzattım; “Bak deden sana flamingo almış” dedim.

Küçücük elini uzattı. Kocaman ve anlamlı gözleri yaşlıydı. Avucunda sıktı. Sıcacık baktı; “Burda onlara Turna deriz” dedi.

Tokalardan birini bana verdi. Alıp yakama taktım. Küçücük yüzü, kocaman gülümsedi.

EditörEditör