ANI
Giriş Tarihi : 17-03-2023 22:55   Güncelleme : 23-03-2023 00:37

Sesimi Duyan Var mı?

Yazan: Mahmut Kiper -SESİMİ DUYAN VAR MI?

Sesimi Duyan Var mı?

SESİMİ DUYAN VAR MI?

O gece gelen garip seslerle uyandım. Sanki koca apartman cendereye sıkışmış inliyordu…
Dışarıda “deprem,deprem” sesleri giderek daha fazlalaşıyor, sokaktaki insanlar çoğalıyordu. Biz de çıktık. İçine sığındığımız araba radyosundan ilk kötü haberler gelmeye başladı. 17 ağustos 1999 depreminin ilk anlarını Ankara’da  böyle yaşadık. 

Ertesi gün deprem bölgelerindeki durumun ne denli kötü olduğunu anlamaya başladık. Haberlerde sürekli son durumla ilgili bilgiler ve ihtiyaç listeleri duyuruluyordu. Durum giderek daha da kötüleşiyordu. 

Geçmiş dönemde Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Yönetiminde birlikte görev yaptığımız, İnşaat Mühendisleri Odası’nın eski yöneticilerinden değerli arkadaşım Dursun Yıldız’la hızlıca deprem bölgesine gitmeye karar verdik. O dönem çalıştığım kuruluş olan TÜBİTAK’dan bir arkadaşımızın da bize katılmasıyla ertesi gün erkenden üç kişi bölgeye doğru yola çıktık.  Arabamızın bagajını ve bizden arta kalan tüm boşlukları duyurularda ihtiyaç olarak belirtilen tıbbi ve diğer malzemelerle doldurmuştuk. Gittiğimiz bölgelerde bunları yetkililere teslim etmeyi umuyorduk.

O güzel yaz gününde Düzce’ye yaklaşırken depremin acı ve yıkıcı ilk görüntüleriyle karşılaşmaya başladık.

Ön duvarları çökmüş bazı evlerin içerileri olduğu gibi görünüyordu. Evlerinin dışında insanlar içerdeki mobilyalarına, eşyalarına, hatıralarına çaresizlik içinde bakıyorlardı. Dursun’un inşaat mühendisi olduğunu öğrenince evleri hala ayakta olanlar değerli eşyalarını, önemli evraklarını ve acil ihtiyaçlarını almak için kısa bir süre evlerine girmek için onay almak istiyorlardı. Çok tehlikeli ve riskli olduğunu duyunca moralleri iyice bozuluyordu. 

Geçtiğimiz küçük birkaç yerleşim yerine yardım ekipleri henüz ulaşmamıştı. 

Adapazarı’na giden yolda büyük bir karmaşa vardı. Yardım getirmeye çalışanlar, iş makinaları, yakınlarına ulaşmak için yola koyulmuş arabalarla trafik kilitlenmiş, ulaşım felç olmuştu. Şehre zorlukla girdiğimizde manzara gerçekten inanılmazdı. Şehrin içindeki büyük ana yolun orta refüjünde insanlar o yoğun trafiğin içinde iskemle, tabure, sandık ne bulabildilerse öyle açıkta oturmuşlardı. 

Şehrin içine girdikçe manzara daha da kötüleşiyordu. Çok fazla ev yıkılmıştı.  Bazı enkâzlarda kurtarma ekipleri o ağustos sıcağında canla başla çalışıyorlardı.

Bir enkâzın yanına gittik. Üstündeki Fransa’dan gelmiş bir kurtarma ekibi toplanmış insanlara bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Tercümanlık yaptık. Köpekleri enkazda canlı bulamamışlardı. Eminler miydi? Köpek tekrar dolaştı, bir çok çöküntünün altına girdi, çıktı ve yanlarına geldi.

"Kahramanlık yalnız savaş cephelerinde olmaz, başka cephelerin de kahramanları vardır." demişti, Mümtaz Soysal bir yazısında. Bana kalırsa bilmedikleri topraklarda tanımadıkları insanları kurtarmaya gelmiş yerli yabancı kurtarma ekipleri kadar o köpekler de gerçek kahramanlardı.

Evet enkâzda canlı yoktu. Vakit geçirmeden başka bir enkâza gideceklerdi. Etrafta bir görevli görünmüyordu. Yakınları enkâz altında olan bir kişi, bizi herhalde görevli sanmıştı ki bizi çok sarsan o soruyu sordu: "Cenazelerimizi ne zaman alabiliriz?"

Sesinde öfke yoktu, sadece derin bir hüzün. Birkaç kişi daha geldi, merakla bize bakıyorlardı. O büyük acılarında şimdi tek istekleri o enkâzın altındaki yakınlarının cenazelerini bir an önce almaktı. Biz görevli değiliz dememiz gerekiyordu. Diyemedik. 2-3 gün içinde alırsınız dedik. Öfkelenmediler bağırmadılar, isyan etmediler. Sadece teşekkür ettiler. Ve biz oradan ayrıldık.

Bir başka enkazın etrafında yakınları göçük altında kalanlar toplanmışlardı. Bir kurtarma faaliyeti yoktu henüz. Besbelli hayatlarında en çaresiz zamanları yaşıyorlardı. Acıları da çaresizlikleri kadar büyüktü. 

İyice perişan görünen ayakta zor duran birinin yanına gittim: “Daha kurtarma ekibi gelmemiş, gidip biraz dinlenseniz.” 

Şaşkınlıkla ve öfkeyle bana baktı. İki elini önümüzdeki enkâza doğru uzattı. “Nereye gideyim. Evim bu?" dedi. Sonra sesi iyice titreyerek devam etti “Bütün ailem bunun altında.”

Söylediğimden utandım. Böyle zamanlarda elinden bir şey gelmiyorsa sus, konuşma. Konuştuğun hiçbir  kelime teselli olmuyor. 
Şairin dediği gibi;
"Hayat bazen cam kırıkları gibidir.
Böyle ağzına dolar insanın,
Sussan acıtır, 
Konuşsan kanatır…"

Arabamızdaki yardım malzemelerini verecek bir yer, bir yetkili bulamıyorduk. Bir yola girdik, bir kişi büyük bir minibüsün orta kapısını açmış merdivenlerine oturmuş, sigarasını içiyordu. Onun da yardım getirdiğini düşünerek durduk. Evet, arkadaşlarıyla araba dolusu malzeme almışlar, onca yoldan getirmişler ama bizim gibi verecek kimse bulamamışlardı. 

Arabayı tenha bir yola parkettik. Hiçbir şey yememiştik. Yanımızda getirdiğimiz konservelerden bir kaçını açtık yemeye başladık. İlerden gençten biri elinde bir ekmeği sallayarak yanımızdan geçerken Sorduk; “Bir ekmek mi alabildin, hangi yakınına yetecek o. Yanımızda konserveler var. Verelim istersen.”

Bir süre durdu sonra inler gibi söylendi “Abi hiç kimsem kalmadı…”. 

O  elindeki bir ekmeğiyle yürüdü gitti…
Birlikte geldiğimiz kadın arkadaşımıza akşama kadar bir tuvalet bulamamıştık. Bir yerde çevik kuvvet polislerinin merkezini gördük. O sıcakta kan ter içinde ekipler sürekli geliyor tekrar görev yerlerine gidiyorlardı. Gittik durumumuzu anlattık. Tuvaletlerini kullanmamıza izin verdiler. Malzemeleri teslim edebileceğimiz bir yer, bir yetkili sorduk. Bir alan tarif ettiler. Gittik ama orada da bir yetkili bulamadık.

O felaket ortamı içinde gülümsemeyi ve gülümsetmeyi başaran tek şey çocuklardı. Onların her türlü zorluğa ve olumsuzluğa karşı ne kadar dayanıklı olabildiklerine şaşırmamak elde değil. Hayata bir şekilde tutunma becerileri gerçekten hayranlık uyandırmıştır hep bende. Yaşadıkları O büyük travmalarını ileriki yaşlarına taşıma yetenekleri de…..

Dursun’un yıkılan inşaatlarla ilgili gözlemlerini içeren teknik bir raporu bir an önce İnşaat Mühendisleri Odası’na vermesi gerekiyordu. Bir işe de yaramıyorduk zaten. Gördüğümüz her şey bizler içinde çok üzücü, çok acı vericiydi. Ama ateş düştüğü yer yakıyor.

Yakınlarını evlerini kaybedenlerin acılarını tarif etmek hiç mümkün değil. Kimi yerde öfke, kimi yerde sükûnet ama her yerde çaresizlik…
Götürdüğümüz malzemeleri veremeden geri geldik. 

Ertesi günlerde TÜBİTAK bir uygulama geliştirdi. Yakınlarından, çocuklarından haber alamayanlarla onları gören,bilen ya da bulanlar arasında bir irtibat kurulmasını amaçlıyordu bu sistem. Hepimiz gündüz ve gece nöbetleşe listelerdeki kişilerle ilgili gelen bilgileri eşleştirmeye çalışıyorduk. Özellikle çocuklarla ilgili bir çok bilgi geliyordu.

Son depremden sonra Dursun’la 99 depreminde yaşadıklarımızı konuştuk. Ne o zaman ne de geçen çeyrek asırlık zamanda hiç birbirimize bahsetmemiştik ama ikimizin de burnundan her yere yayılmış ölümün kokusu hiç gitmemiş ve aklımızda şu aynı sorular çengel gibi asılı kalmış;
Acaba 2-3 güne cenazelerinizi alırsınız dediğimiz kişiler yakınlarını alıp son görevlerini yapabildiler mi?
Acaba elinde tek ekmeğiyle hiç kimsesiz kalakalmış delikanlının sonradan kimseleri oldu mu?

O günün çocukları erteledikleri acılarıyla ileri yaşlarda başa çıkabildiler mi?
Acaba kayıp çocuklar ailelerine ya da yakınlarına kavuşabildi mi? Yoksa…

Yaşadığımız son deprem bana geçen çeyrek asra rağmen fazla bir şeyin değişmediğini düşündürdü.

Dünya kuruldu kurulalı depremler oluyor. Öyleki binlerce yıl önce mitolojide Zeus’un kardeşi depremler tanrısı Poseidon’un elindeki üç dişli yabasını her yere vurduğunda yerleri sarsan depremler  olduğuna inanmış insanlar. 

Depremlerden ve doğa olaylarından en fazla etkilenen yerlerden biri de kadim Anadolu toprakları olmuş. Ve binlerce yıldır bu toprakların bilge insanları kuşaktan kuşağa geçen tecrübeleriyle depreme, sele karşı önlemlerini almaya çalışmış. Yumuşak zeminli ovalara, akarsu yataklarına değil sert dağ yamaçlarında yerleşimler kurmuşlar.

Ellerinden geldiğince doğanın dilini anlamaya çalışmışlar, ona karşı hırslanmamışlar. 
Yeninin eskileri silmemesi, binlerce yılın tecrübesinin, birikiminin yok sayılmaması lazım.

Doğanın dilini bilmeyenin başına bela gelir. Ve doğanın dili bilimdir. Bilim doğanın söylediklerini bize tercüme eder. 
Ve bir konuda uyarma görevi de ona düşer:

Doğanın gücü insanın hırsını yener ve doğayı dinlememenin sonuçları hep çok acı olur. 
99 depreminden sonra bir daha böyle acılar yaşanmasın diye yapı denetimi, deprem yönetmeliği gibi bir çok kural, yönetmelik getirildi. Ama uygulamanın kalitesi stratejilerin, kuralların ve yönetmeliklerin mükemmelliğinden çok daha önemlidir. 

Unutmamalıyız, hatalarımızdan ne öğrendiğimiz geleceğimizin belirleyicisi olacak. Hem de hiç olmadığı kadar…..
Sesimi duyan var mı?

Boşlukta ve enkazda yankılanan bu ses  kurtarmaya gidenlerin  eskiden beri enkâzda canlı varsa ses versin, yaşama daha sıkı tutunsun diye kullandığı bana kalırsa dünyadaki en heyecanla ve umutla sonucu beklenen sorudur.

Ama bazen içeridekiler ve doğa seslenir “sesimi duyan var mı?” diye. 
Duyduk mu? Pek emin değilim. 

Kimse duymak istemeyenler kadar sağır değildir demiş William Shakespeare.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi