EDEBİ DUALİTE
Giriş Tarihi : 13-05-2025 21:23   Güncelleme : 13-05-2025 21:45

Sardunyalar - Zamanın Ruhu / Dr. Özlem Demir - Hüseyin Uyar

Yazanlar: Dr. Özlem Demir - Hüseyin Uyar -SARDUNYALAR - ZAMANIN RUHU

Sardunyalar - Zamanın Ruhu / Dr. Özlem Demir - Hüseyin Uyar

SARDUNYALAR - ZAMANIN RUHU
Dr. Özlem DEMİR - Hüseyin UYAR        
 
SARDUNYALAR

Haydi Hacer, gitme vakti!
Gün ayrılığı solumakta...

Kesif bir soğuk sarıyor yüreğimi
Titriyorum...
Soğuktan mı, ayrılığın buza kesmiş yoksunluğundan mı bilemeden…
Topla pılını pırtını
İyi giyin sırtını
Üşütmeyesin sakın
Siyatiğin azmasın yine...

Hatırlıyorum da Hacer, bu evi alırken
Ne kadar mutlu olmuştuk
Sardunyalarla donatmıştın her camın köşesini
İki oğul, bir kız verdin bana bu evde
Dünyayı bana bağışladığını bilmeden
Tüm sevinçlerimizi, tüm hüzünlerimizi
İlmek ilmek işledik bu evin duvarlarına
Bırakıp da gitmek ne zor...

Sardunyalar diyorum...
Onlar da soldular, bak, ömrümüz gibi
Kolay değil ömrümüzün kışındayız
Baharlar çok uzak artık...

Yok Hacer yok!
O kadar eşya alamazsın 
Nereye sığdıracağız onları
Artık bir odada yaşayacağız
Bırak kalsın her biri anılarda
Onları düşünüp gülümseyerek avunacağız...

Yıllar çok şey aldı bizden be Hacer!
Bükülmüş belime, kırışmış tenime bakıyorum da...
Oysa ne yakışıklıydım
Mahallenin kızları peşimdeydi
Ama benim gönlüm sana düştü
Simsiyah saçların yüreğime baharları getirmişti
Çok güzel kadındın canımın içi
Hâlâ öylesin...
Saçlarına karlar yağmış olsa ne çıkar
Ben yıldızları taktım her bir teline
Üzülmeyesin...

Haydi Hacer, gitme vakti!
Kilitle kapıyı sevdamızın üstüne
Buraya kadarmış ne yapalım?
İlaçlarını unutmadın değil mi?
Diş fırçanı, terliğini, gözlüklerini?
Yarım kalan kitabını da alsaydın.
Artık daha çok vaktimiz olacak
Okumak, satırlar arasında mahzunluğumuzu unutmak için...

Huzurevi diyorlar
Huzurlu mu bilmem
Şimdilik huzurumu kaçırıyor
Yaşamın nelere gebe olduğunu
İnsan gençken bilemiyor...

Korkuyorum Hacer'im, 
Yalnızlıktan korkuyorum
Yoksunluktan korkuyorum
Avuç içi kadar odada
Hapsolmaktan korkuyorum
Özgür bırakmak istiyorum ruhumu
Torunlarımı, çocuklarımı istiyorum
Çepeçevre bizi kuşatsınlar istiyorum
Yitik bir zamanın yitik figüranları olmak istemiyorum
Terkedilmekten korkuyorum...

Neyse sen bunları takma kafana
Üzülünce tansiyonun çıkıyor
Hem kalp var bende
Bu kadar üzüntü iyi değil...

Sahi kalp deyince...
Ya aniden duruverirse küçücük odada
Yalnız ve kimsesiz
En çok da bu acıtıyor canımı sevgilim
Bu dünyadan sessiz sedasız gideceğiz
Yalnız öleceğiz Hacer'im, yalnız öleceğiz!.. 

ZAMANIN RUHU

İzmir’in meltemi hakikaten çok tetikleyici. Biraz sonra gelecek olan eşlerimizi bekleyen bizim için de öyle. Kırklı yaşların başlarında olmamıza rağmen, yaşama sevincini fazlasıyla hissediyoruz. Birimizin eşi, diğerimizin sevgilisi… Denizin kenarındaki çay bahçesinde oturmuş onları bekliyoruz. Aslında kadınlarımızı beklerken, zamanı fırsata çevirip olabildiğince erkek sohbetini zirveye çıkarıyoruz.

Günlerden cuma… Baharın yaza döndüğü, denizden esen rüzgârın da ruhları bile okşadığı bir akşamüzeri. Güneş henüz batmamış… Hafta sonu için dört kişilik rezervasyon da tamam. Harika bir hafta sonu tatili olacak. Ben sevgilimi alıp İstanbul’dan geldim, arkadaşlarımız zaten İzmirli. Bir de çocuk var ama o da anneanneye bırakılmış. 

Kadınlar biraz ilerideki mağazadan son alışverişlerini yaparken, biz de hemen bitişikteki çay bahçesinde bir şeyler içiyoruz. Bizler çok eski dostuz. Konuşacak çok konu, paylaşılacak anlamsız ama neşeli ve bazısı sır olan anılar var. Belki de kadınların “Alışveriş yapacağız.” diye uzaklaşmalarının sebebi biraz da bu olabilir…

Sevgilim, “Hafta sonu için Elif’le organizasyon yaptık. İzmir’e gidiyoruz.” dediğinde, hiç tereddüt etmeden “Süpersiniz!” diye mutluluğumu belli etmiştim. Benim zaten hazırlanmak gibi bir sorunum yok. Sadece arabamı yıkatsam iyi olacak, çünkü tozdan rengi belli olmaz halde. Hatta sıkışırsam, yıkatmadan da gidebilirim. O kadar umarsızım yani. Bir tane sırt çantam var, her daim hazır. Gerisini sevgilim düşünsün.

Her zaman söylerim: “O kadar çanta hazırlamana gerek yok. Eğer bir eksik olursa gittiğimiz yerden de temin edebiliriz.” Geçenlerde yine kısa bir gezimiz olacaktı. Hatta gezi bile sayılmaz. Bir düğün için şehir dışına çıkmamız gerekiyordu. Alt tarafı üç-beş gün. Yine çanta hazırlamaya başlayınca, ben de merak ettim. Yanına gittim ve seyrettim. O güne kadar evde varlığından bile haberim olmayan küçük bir ütü gördüm.

Öylesine şaşırmıştım ki, ağzımdan “Bu saçma şey de ne?” diye bir soru çıkıverdi.

“Seyahat ütüsü.”   

“Ah! Kapitalizm ve kadınlar, dünyanın sonunu hızlandırıyorsunuz.” diye mırıldandım ve oradan uzaklaştım. Doğrusu aklıma da takıldı. Böyle bir şeyi kim düşünmüş ve icat etmiş olabilir ki; düşünmüşler, üretmişler ve hatta evimize kadar gelmiş. Kim bilir benim fark etmediğim daha neler var…

… Neyse! Şimdi İzmir’deyiz. Arkadaşım Faruk ve eşi Elif ile buluştuk. Telefonla sıkça konuşuyor olmamıza rağmen epeyce özlemişiz birbirimizi. Önce yemek yedik, şimdi kadınlar alışveriş yapıyorlar. Hazır olunca, Akyaka tarafına yolculuğa çıkacağız. 

İlginç bir şey olmuş, geçen günlerin birinde Faruk, kendisinin ve benim gençlik yıllarındaki sevgililerimizi görmüş. İki kız vardı, arkadaşlardı… İşte onlarla karşılaşmış. Onlar hâlâ arkadaşlarmış. Üstelik benimki, bana selâm söylemiş. 

Kadınlar gelmeden önce coşkuyla konuştuğumuz konu bu. Nasıl olsa biraz sonra böyle konulardan bahsedemeyeceğiz. 

Neyse ki aradan fazla zaman geçmeden eşlerimiz geldi ve masaya oturdular. Zaten fazla bir şey de almamışlar. 

“Yola çıkmadan önce birer kahve içelim mi?” diye öneride bulundum.

Sevgilim “Ben dondurma isterim.” dedi.

Elif “Ben de dondurma istiyorum, cevizli ve sade olsun.”

İki kahve, iki dondurma siparişi verdim. 

Akşam olmak üzere bu güzel İzmir yazında. Denizden esen rüzgâr yüzümüzü yalıyor. Bir kedi masanın altında ayaklarımıza sürtünüyor. Sevgilim kediden korktuğu için biraz tedirgin ve bana yaslanmış durumda.  

“Biliyor musun hayatım, Elif’in göbek adı Hacer.” dedi sevgilim.

“Biliyorum, hatta Sude’nin göbek adı da Nergis.” diye cevap verdim… Sude, arkadaşlarımızın kızı.

Kendiliğinden böyle bir sohbet başladı. Elif ve Faruk, Sude’nin göbek adını nasıl koyduklarını anlatıyorlar. Yeni ev almışlardı ve bahçelerinde çok sevdikleri nergis yetiştiriyorlardı. Ben bunları daha önceden biliyordum ama ilk defa dinliyormuş gibi coşkuyla konuya ortak oluyordum. Çünkü sevgilim ara ara evlilik imâsı yapıyordu ki, şimdilik o konuyu hiç konuşasım yoktu.

Kahveleri ve dondurmaları tüketirken sohbet öylesine neşeli akıyor ki, “Bu akşam yola çıkmasak da olur.” dedim ve hep beraber gülüştük. Sohbet dönüyor dolaşıyor bir şekilde “Bizim çocuğumuz olursa adını ne koyarız?” da düğümleniyor. 

“Kız olursa adını Akasya koyacağım.” diyorum.

“Asla kızımın adına Akasya koymam.” diye karşılık veriyor sevgilim.

“Akasya mı? Hiç güzel bir isim değil.” diyen Elif, kadın dayanışması yapıyor. 

“Çocuğun ismini baba koyar.” diye cılız bir destek alıyorum Faruk’tan.

Faruk’un cılız destek vermesinin sebebi belli. Her yıl en az bir defa tartıştıkları bir konu var ve bir şekilde ben de bu konuya dahil oluyorum. Yıllar önce, Elif hamileyken gece canı çikolata istemiş ve Faruk almamış. 

“Duygusuzsun işte Faruk.” dedi Elif.

“Yahu! Aradan bu kadar zaman geçmiş, hâlâ aynı konuyu mesele etme artık.” dedim.

“Sen de aynısın, duygusuz ve taş kalpli bir de üstüne sinirlisin.” diye konuya hevesle katılan sevgilimin yanağına öpücük kondurdum…

Çay bahçesinde oturduğum koltuktan, bir taraf denizi görürken diğer taraf da yolu ve kaldırımı görüyor. Coşkuyla devam eden sohbete eşlik ediyorum, aynı zamanda bize doğru yavaşça yaklaşan bir grup dikkatimi çekiyor. Kimseye belli etmeden göz ucuyla grubu takip ediyorum. 

“Niye bu kadar yavaş yürüyorlar acaba?” diye içimden geçiriyorum. Biraz daha yaklaştıklarında, on dört-on beş kişilik yaşlı ile biri kız biri erkek iki gençten oluşan bu grubun yavaş yürümesinin sebebinin yaşlılar olduğunu anlıyorum. Genç kız kafilenin önünde bir şeyler anlatarak yürüyor. Genç erkek de kafilenin en arkasından yürüyor ve arkadaki yaşlı erkeklerle arada konuşuyor. 

Anlaşılan bir konuları var ve onu müzakere ediyorlar. Yanımızdan geçerken anladığım kadarıyla bir yere müzik dinlemeye gitmişler ve yaşlı erkeklerden biri dans etmeye kalkmış olmalı ki, onu eleştiriyorlar. Ama bu tatlı bir eleştiri, arada gülümsüyorlar. 

“Yaşına başına bakmadan dans etmeye kalkıp bizi rezil ediyor.” diye söylenen bir kadını, diğer kadınlar da destekliyor. “Bir de utanmadan beni dansa davet etti.” diyor ve daha çok gülüşüyorlar. 

Kafileden bütün duyabildiğim diyalog bu kadardı. Her ne kadar neşeli olsalar da, hüzün belirgin bir şekilde kendini hissettiriyordu… 

“Yaşlılık zor şey.” dedim. 

Elif, “Az ötedeki yaşlılar yurdunda kalıyorlar.” diye anlatmaya başladı. “Aslında bunlar iyi ve şanslı olanlardan…” diye başlayarak, yaşlılar yurdunun durumunu uzun uzun anlattı.  Sağlık yönünden ve sosyal olarak bütün ihtiyaçları karşılanıyormuş. “Ama ne olursa olsun yaşlılık kötü şey. Biz de yaşlanacağız.” diye bitirdi.

“Sude sizi bırakmaz.” dedim.

“Yoo asla çocuğuma yük olmam.” diye net bir tavırla karşı çıkan Faruk, bir kolunu eşinin boynuna dolayarak sarıldı.

Sevgilim de bana biraz daha yaklaştı, ben de onu sardım.

Şimdi sebebini bilemediğimiz bir yüzleşme yaşıyorduk. İçine düştüğümüz karamsarlık girdabından kurtulmalıydık…

***

Dökülmüş saçları, kar gibi beyaz kaşları ve titremesine artık alıştığı elini cebinden çıkarıp, biraz da efor sarf ederek önde yürümekte olan biricik karısı Elif’in omzuna dokundu ve “Bekle Hacer’im.” dedi. 

Elif durunca öndeki diğer kadınlar da durdular. Ve ardından kafilenin tamamı durdu. Faruk, yaşlılar yurdu görevlilerinden erkek olanın yanına yaklaşarak izin istedi. Kısa bir konuşma ve değerlendirmeden sonra görevli, “Tamam, işiniz bitince haber verin, sizi almaya geleceğim.” dedi. Kafile, Elif ve Faruk olmaksızın yoluna devam etti. 

Yavaş adımlarla, batmakta olan güneşe nâzır banka oturdular. Elif başını hayat arkadaşının omzuna yasladı. Bir süre hiç ses çıkarmadan oturdular ve batan Güneş’in denizdeki aksını seyrettiler. 

“O günü hatırladın değil mi?”

“Hiç unutmadım ki.” diye karşılık veren Elif, görevlinin verdiği şalı biraz daha üzerlerine doğru çekti. 

“Aslında görevliye, buradan değil de üst sokaktan gidelim diyecektim ama gönlüm yine elvermedi.”

“Olsun… Biliyorsun değil mi, her buraya geldiğimizde, onların ruhu da geliyor. Burası bizim buluştuğumuz yer.”

“Hacer’im, etrafımızda sürekli “Vakit hızla geçiyor.” diyorlar ya, ben hiç şikâyetçi değilim. Her geçen zaman kavuşmaya daha çok yaklaşıyoruz.”

“İkisini de öyle çok özledim ki…” dedi Elif ve her zaman olduğu gibi kolayca gözlerinden yaş akıverdi. Aynı zamanda da hayat arkadaşına daha da yaslandı ve “Beni buralarda yalnız bırakıp, benden önce onlara kavuşma emi.” dedi.

“Allah bilir Hacer’im. Benim duamdır seninle birlikte göçmek”.

Faruk bütün geçen yılların omuzlarına yaptığı baskıya rağmen, hayat arkadaşından aldığı enerji ile dik bir vaziyette oturmaya devam ediyor, Elif de hiçbir kaygı hissetmeden yaslandığı koca çınarın güven ve sevgisini hâlâ hissedebiliyordu.

“Nergisleri sulama zamanımız geliyor.”

“Gidemesek bile mezarlık görevlisi o işi halledecek.”

“Biliyorum ama bizi beklerler, bir de dua ederiz, rahmet olur.”

“Hatırlıyorsun değil mi Hacer’im. O zamanlar buralarda bir çay bahçesi vardı…” diyerek, o günleri yâd etmeye başladılar.

Bu esnada, kedisini gezdirdiği belli olan genç bir kadın kendilerine selâm verdi ve yanlarına oturmak için müsaade istedi. 

“Merhaba! Ne kadar güzel görünüyorsunuz, ellerinizden öperim.”

“Teşekkür ederim kızım.” diye karşılık verdiler.

Faruk, kızın kucağındaki kediyi sevmek istedi. Kahverengi beyaz tüyleri olan kediye doğru uzanırken:

“Bu kız mı, erkek mi?”

“Kız, dedesi!”

“Adı ne bakalım bu tatlı kızın?”

“Akasya…”

Çok derinlerden gelen bir çağrışım, bu iki koca çınarı öylesine sarstı ki, buğulanan gözlerine rağmen, yanlarındaki genç kadına hissettirmemek için özen gösterdiler. 

Yine de bir şeyler hisseden genç kadın “İyi misiniz?” diye sorabildi.

“İyiyiz yavrum.” dediler.

“Evinize kadar size eşlik edeyim mi?” dedi.

“Yok kızım, biz zaten şu yandaki huzurevinde kalıyoruz, biraz sonra görevli gelir.”

“İyi o halde, ben izninizi istiyorum.”

Genç kadın yerinden kalktı. Kedisinin patisini de sallayarak “Hoşça kalın!” dedi ve uzaklaştı…

“Bu nasıl bir tesadüf Faruk, duydun mu kedinin adı ‘Akasya’ imiş.”

“Duydum Hacer’im duydum! Bak rahmetli arkadaşlarımız yine geldiler.”

“O malum kaza olmasaydı, evleneceklerdi ve belki de kızları olacaktı da adını ‘Akasya’ koyacaklardı, kim bilir!”…

Her şeyi tekrar hatırladılar. O, son tatili, İstanbul dönüş yolunda yaptıkları kazanın haberini nasıl aldıklarını ve daha fazlasını…

Faruk, usulca eğilerek “Haydi Hacer, gitme vakti!” dedi.

Ve İzmir’in bu güzel yaz akşamında güneş battı… 

***

TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE  KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...

Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz

Editör : Dr. Özlem Demir

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi