PUHU KUŞU
“Ah be canım dayım, hatta canımın içinsin sen!” dedi ve avucunun içine aldığı eli daha çok sıktı. Hastane yatağında yatmakta olan dayısını böyle aniden ziyarete gelmek zorunda kalmış olmanın verdiği suçluluk duygusunu dile getirmek istercesine “Bundan sonra daha sık geleceğim.” dedi.
Kendi çocuklarından ayırmayan ve belki de kızı olmadığı için daha çok sevildiğini düşündüğü, ilkokul yıllarında kimi zaman saçlarını bile ördüğünü hatırladığı, biraz yaşlanmış ve buruşukluğu belli olmaya başlayan bu ellerin sahibi için ‘dayı’ yerine ‘baba’ bile diyebilirdi.
“Korkacak bir şey yok kızım, Azrail öyle bir yokladı işte. Galiba rahmetli anneannen beni çağırdı!” diyen dayısının bu şakasına karşı beraberce gülüştüler ve fırsat bulmuşken bir süre baş başa sohbet ettiler. Dayı, hastane yatağından ara ara doğruluyor, kendi de bunu fırsat olarak görüp yastığı düzeltiyordu. Kalp krizinin üzerinden henüz yirmi dört saat geçmişti ve hırpalanmış vücudun yorgunluğu belli oluyordu. Biraz daha sohbet ettikten sonra, krizi bu sefer atlatmış olan bu koca adam, sakince uykuya daldı. Kendi de avucunda sıkıca tuttuğu eli yavaşça yatağa koydu ve büyük bir şefkatle yatak örtüsünü biraz daha yukarı çekti. Eğildi, yanağına belli belirsiz bir öpücük kondurdu. Gerçek olmasa da, bildik ses tonuyla “prensesim” dediğini duyar gibi oldu. Tıpkı çocukluğundaki gibi...
Şimdi, sakince uyuyan dayısını seyrediyor, çocukluğu gözünün önüne geliyor, biraz hüzün biraz mutluluk ama en çok da sevgi dolu anları hatırlıyordu. Bu sevgi, o yıllarda kendini hep ayrıcalıklı hissetmesini sağlamış ve oluşan vefa duygusu hiç azalmamıştı.
Omzuna dokunan bir el ve “Haydi kuzen sen artık eve git.” diyen Ahmet’in sesi ile kendine geldi. Gece refakatçi olarak kalacak Ahmet, dayısının büyük oğluydu. “Tamam” dedi ve oturduğu sandalyeden ayağa kalktı.
“Hazır gelmişken baba ocağında biraz kalayım.” diye içinden geçirdi. Evde bıraktığı eşi ve çocukları birkaç gün başlarının çaresine bakabilirler, diye düşündü. Acil bir durum olursa, hemen gidebilirdi. Zaten Karabük ile Ankara arası çok uzak değildi.
Arabasının yönünü doğduğu köye, baba ocağına çevirdi. Bu gece ve belki birkaç gün daha buralarda kalmak istedi. İstanbul’dan, kardeşi Fatma’nın da gelmiş olduğu haberini almıştı. Tam da tahmin ettiği gibi oldu. Kendisinden önce gelen Fatma, evi toparlamış ve havalandırmış, yaşanacak hale getirmişti bile…
Her şey çocukluğundaki gibi… Komşu evler ve bu evlerden taşan sohbetler neredeyse aynı. Farklılık; geçen zaman ile birlikte herkes fazlasıyla büyümüş. Evlilikler, doğumlar, ölümler... Her şey sanki olması gerektiği gibi ve zaman kendi mecrasında akıp gitmiş.
Bütün bu olanlar içerisinde saatler ilerlemiş, Fatma ile sohbetin tüm cazibesine rağmen uykusu da ağır basmaya başlamıştı… Ancak Fatma’yla paylaşmadığı tuhaf bir şey oldu. Bir kuş geldi, komşunun çatısına kondu, bir süre öttü ve sonra sustu. “Baykuş olmalı!” diye içinden geçirdi. Yine de emin olamadı. Sesi sanki insanın ruhuna değen bu kuşu, sebebini bilmediği şekilde fazlasıyla merak etti.
Ertesi akşam, teyzesini ziyaretteyken, o sesi tekrar duydu. Hemen yan tarafta komşunun çatısının üzerinde. Biraz loş bir ortam olmasına rağmen, fotoğrafını çekti, sesini kaydetti ve Ankara’daki arkadaşına gönderdi. Okul yıllarından beri tanıdığı arkadaşının kuşlar konusunda fazlaca merakı ve bilgisi olduğunu biliyordu. Cevap hemen geldi. “Canım, bu harika kuşun adı puhu. Baykuş türlerinden en küçük olanı…
“Biliyor musun teyze, bunun adı puhu kuşu imiş. Vay canına! Biraz şaşırdım doğrusu. Bunların hepsinin adının baykuş olduğunu sanıyordum. Meğer bunlar, baykuşun en küçük olan cinsiymiş.” diye teyzesine bilgi verdi. Ancak teyzesinin, “Bu kuşun başka özellikleri de var.” demesiyle konuya pek uzak olmadığını anladı.
“Ah! Evet ben de duydum. Hatta biraz da tedirgin oldum."
“Hangi evin üzerine konar ise, o evden bir cenaze çıkacağı söylenir.”
“Komşunun evinin üzerine kondu. Dün akşam da gelmişti. Takip edelim bakalım cenaze çıkacak mı?”
“Galiba orada en yaşlı olarak Türkan teyze var değil mi?”
“Hımm evet! En yaşlı o ama Türkan’ın maşallahı var. Gençlere taş çıkartır. Geçen akşam düğünde oyuna kalktı, yaşına başına bakmadan. Deli kadın!” dedi teyze.
Gülüştüler… Hatta gelmişken biraz da dedikodu bile yaptılar.
Teyze ziyareti bitip de zaten çok yakın olan baba evine doğru giderken, bütün sohbetten aklında sadece puhu kuşunun esrarengiz durumu kalmıştı. Bir taraftan da, bu güzel kuşla ilgili öğrendiği bilgilerden dolayı mutlu oldu. Konuyu daha da fazla uzatmaya gerek görmemişti. Ta ki, puhu kuşu o akşam komşunun çatısından kalkıp kendi evlerinin çatısına konana kadar.
Garip bir ikilem… Hani çok da iç sesini dinlemek istemiyor olmasına rağmen, durum biraz tuhaf ve ürpertici bir hâl aldı. “Hadi canım sen de! Böyle saçma hurafelere inanmayacaksın herhalde.” diye kendi kendine mırıldandığını fark etti.
Şimdi, Fatma’yla balkonda oturmuş sohbet ediyor, bir taraftan da iç sesini bastırmaya çalışıyordu. “Ah be puhu, ne lüzumu vardı şimdi komşunun çatısından bizim çatıya gelmenin. Kovalasam bir garip durum olacak. Kovalamasam, tarif edemediğim bir huzursuzluk var. Ne de güzel görünüyorsun o kahve renkli tüylerin ve keskin bakışlarınla…” diye geçirdi içinden. Ve devam etti. “Durduk yerde, güzel bir kuşa düşman olmak da neyin nesi? Tövbe, tövbe!”
İşte bu son sözlerinin mırıltısı ağzından dışa doğru taşmış olacak ki, kardeşinin de dikkatini çekti.
“Hayrola abla, kendi kendine kavga etmeye mi başladın?” diye sorunca, verecek cevap bulamadı. Nasıl anlatabilirdi ki, gecenin karanlığında masumca öten bir puhu kuşunun verdiği huzursuzluğu…
“Önemli bir şey yok Fatoş, sanki bahçeden arı vızıltısı geldi. Ondan tedirgin oldum biraz.”
“Emin misin, akşamın bu saatinde arı olmaz ki!”
“Başka bir böcek olabilir.”
“Herhalde ‘vosvos’ böceğidir.”
“Öyle bir böcek mi varmış?”
“Sen unutmuşsun, çocukluğumuzda peşinden koşup yakalamaya çalışırdık ya!”
“Hımm evet öyle bir böcek vardı galiba. Onun adı ‘vosvos’ muydu?”
“Artık daha sık gelmek lazım buralara.”
“Kesinlikle haklısın. Artık daha sık buralarda olalım. Çoluk çocuk da büyüdü sayılır.”
Kırklı yaşlara yaklaşmış olan bu iki kadın, bolca çocukluk anılarını paylaştılar. Ama özellikle dayı ile olan kısımlarını daha coşkulu anlattılar. Vaktin nasıl geçtiğini anlayamadan gece ilerlemişti.
“Çok uykum geldi, gidip yatsam iyi olacak. Sabah erken çıkmazsın değil mi? Beraber kahvaltı yapalım.” dedi kardeşi.
“Tamam yaparız. Hadi sen uyu. Ben de birazdan içeri geçerim.” diye karşılık verdi.
Yavaştan kalkmaya hazırlanıyordu ki, karanlıkta bir kanat sesi duydu. Puhu kuşu evin çatısından havalanmış ve tekrar aynı yere konmuştu.
İçi ürperdi ve “Bunu neden yaptı şimdi?” diye mırıldandı. “Neyse fazla takılmaya gerek yok, zaten dayımın durumu da gayet iyi.” diyerek içini rahatlatmaya çalıştı. İlginç olan puhu kuşu ile hastanedeki dayısı arasında kurduğu bağlantının kendisini şaşırtmamasıydı.
Zaman biraz daha ilerledi. Kendini teselli etmek için söylediği bütün sözlere rağmen, huzursuzluğu artarak devam etti. Çünkü çatıdaki kuş belirli aralıklarla ötüyordu. “Acaba Fatoş’u çağırıp da bu konuyu paylaşsam mı ki?” diye içinden geçirdi. “Üfff! İyice saçmaladım.” dedi ve sert bir hareketle balkonda oturduğu yerden kalkıp, yatmak için odaya doğru yürüdü. Tam kapıyı açacaktı ki, puhu kuşunun sesini tekrar duydu. İçinde bastıramadığı huzursuzluk ile uykusunun gelmeyeceğini biliyordu. Kardeşini çağırmaya karar verdi.
Odanın önüne gelip kapıyı tıklattı.
“Fatoş uyudun mu?”
“Hayır abla, uyumadım. İçeri gelsene.”
Yavaşça kapıyı açıp içeri girdi. Henüz yatmış olan Fatma, yatağından doğrularak sırtını duvara verip oturur hale geldi. Eli ile hemen yan tarafını göstererek, onu da yanına oturması için davet etti.
Yatağın üzerinde kendine gösterilen yere oturdu ve kardeşine sarıldı. Şimdi sebebini bilmeden birbirlerine sarılan iki kadın bir süre öyle kaldılar.
“Ne oldu, aklına kötü bir şey mi geldi?”
“Evet ama bunu nasıl anlatabilirim ki? Gülersin ve belki de alay bile edebilirsin.”
“Aşk olsun abla yaa, asla alay etmeyeceğim. Sen olduğu gibi anlat.”
“Ah! Bak işte yine sesi geldi.” diyerek kulak kesildi.
“Kim?”
“Puhu kuşu.”
“Ah evet şimdi duydum. Ama ne var ki bunda?”
“Ne kadar garip bir sesi var değil mi?”
Bunun üzerine Fatma biraz bekledi ve puhu kuşunun tekrar sesini duymak için dikkat kesildi.
“Hakikaten tuhaf bir sesi var. Ama sorun ne?”
Evet, artık anlatmak için bir fırsat olmuştu. Bütün duyduklarını teker teker anlattı.
“Evet, ben de duydum bunları. Hatta dün gece de geldi. İnanmak istemiyorum ama korkmadım desem yalan olur. Seni tedirgin etmemek için bahsetmedim. Bu gece gelmez diye ümit etmiştim ama bak yine gelmiş.
İçten gelen bir korkuya esir olmamaya çalışan iki kadın, bu gece ayrı odalarda yatmadı. Gecenin kendi gizemi içinde sohbet ederken uyudular.
Sabah olduğunda, her şey olağan haline dönmüştü. Gün ışığı bütün gizemi gidermiş ve sanki her şey yoluna girmişti. Şimdi masada güzel bir kahvaltı hazırdı. Ama ekmek almak için bakkala gitmek gerekiyordu.
“Ben ekmek alıp geleyim.” dedi.
“Varsa, azıcık keçi peyniri de alır mısın?” diye karşılık verdi kardeşi.
“Tabii.”
Bakkala giderken ve dönerken dikkatle çatıya baktı ama puhu kuşunu göremedi. “Belli ki gitmiş.” diye içinden geçirdi. Neyse ki hastaneden kötü bir haber de gelmemişti. “Neredeyse bir hurafeye esir oluyorduk!” diye geçirdi içinden ve gülümsedi.
Güzel bir sabahtı, baba evinin balkonunda kahvaltı çok keyifliydi. Akşamki, tuhaf karamsarlıktan eser kalmamış ve hatta tamamen unutulmuştu. Gece ile gündüz arasındaki zıtlık olabildiğince kendini göstermişti…
Artık yola çıkma zamanı gelmiş, hazırlık tamamlanmıştı. Önce, şehir merkezindeki hastaneye uğrayacak oradan da Ankara’ya kendi evine gidecekti…
Hastanenin kapısından çıkarken, her şeyin yolunda olduğunun verdiği rahatlık ile keyfi olabildiğince yerindeydi. Yatağındaki koca yürekli adamla iyice sohbet edilmiş, şakalaşmalar ve hatta gülüşmeler bile olmuştu. Kapıdan çıkıp arabaya binerken, geriye doğru dayısının yattığı odanın penceresine bakma gereği hissetti. Sabahtan beri yolunda giden her şeye rağmen anlam veremediği belli belirsiz huzursuzluğu kötüye yormak istemedi.
Pencereye doğru baktığında, dayısının ve kuzeninin de kendine baktığını gördü. Elini kaldırdı ve salladı. Pencerede bir an sadece dayının elinin sallandığı kısa ve garip bir an oldu. Belki de kendi öyle hissetti.
Arabasına binip yol almaya başladığında “Şükür Allah’ıma, her şey yolunda.” diye mırıldandı. Ama o anlam veremediği huzursuzluk hâlâ kendini ısrarla takip ediyordu…
Yolu biraz uzatarak şehrin çıkışındaki aile kabristanlarının olduğu mezarlığa uğramaya karar verdi. Yokuş olan mezarlık yolunu tırmanırken bir garip duygu sardı bedenini. Birazdan dedesinin ve anneannesinin huzurunda olacaktı...
Arabasını mezarlığın otoparkına park etti. Arabadan indi. Çocukluğundan beri hüznü çağrıştıran, dingin ama mağrur, kökleri ölüleri kucaklarken, dalları semaya dua gibi yükselmiş çam ağaçlarının kokusunu ciğerlerine çekti. Ürkek adımlarla aile kabristanlarının olduğu tarafa yöneldi. Mezar taşında ilk gördüğü isim anneannesine aitti. Yine kalbinde bir burukluk hissetti. Ne zaman buraya gelse hep o garip duygu kendini kovalıyordu. Mezar taşına oturdu, dua etti. İçinden onlarla sohbet etmek geliyordu ama tek kelime edemedi. Oradan bulduğu bir bidonla çeşmeden su doldurup mezarların üstündeki çiçekleri suladı. Tam o anda dayısının vasiyeti aklına geldi…
“Öldüğümde beni babamın mezarına defnedin.” demişti dayısı. “Çok erken yaşta kaybettim babamı, doyamadım. En azından ahirette birlikte olalım…” Beynine bıçak gibi saplanan bu sözlerin ağırlığıyla bir süre kendine gelemedi. Sahi şimdi nereden aklına gelmişti bu vasiyet? Hem dayısı da iyileşmeye başlamışken…
Bu kötü duyguların kendini esir almasına fırsat vermeden mezarlıktan çıkmaya karar verdi. Birer öpücük kondurdu mezar taşlarına, parmaklarıyla isimlerin yazılı olduğu yerleri sevdi.
Yokuştan aşağı inerken mezarlığın ağır havasına Demir-Çelik Fabrikasının kokusunun eşlik ettiğini düşündü. Ankara yoluna çıktığında arabanın camlarını açarak bu ağır kokunun içeri girmesine izin verdi. Derin derin soluduğu bu koku onu çocukluk yıllarında gezdirmişti.
Akşam evine vardığında saat biraz geç olmuştu. Eşini ve çocuklarını yemeklerini yemiş, kendi alanlarına çekilmiş halde buldu. Annelerinin geldiğini gören çocuklar mutlu oldu. Kısa bir süre içinde evde her şey kendi olağan haline döndü.
***
Gördüğü kötü rüyanın etkisiyle olacak ki, terlemiş halde uyandı ve hızla yataktan kalktı. Saatine baktı, sabah olmak üzereydi. Bir bardak su alıp pencerenin kenarına geldi. Henüz sabah ezanı okunmamış, hava aydınlanmamıştı. Aynı anda telefonuna bir mesaj geldiğini duydu.
“Abla, uyanınca beni arar mısın?” diyen mesajı gördü ve hemen aradı. Çok üzgün ve boğuk bir ses tonuyla “Dayım ikinci krizi geçirmiş. Şimdi hastaneye gidiyorum.” diyen kardeşinin sesini duydu.
“Puhu kuşu bu gece yine geldi mi?” diye sordu. İlk anda anlamsız gibi görünen bu soruya, hiç de şaşırmayan Fatma:
“Evet geldi.”
“Tamam ben de yola çıkıyorum.” dedi.
Hemen hazırlık yaptı. Evdekileri uyandırıp haber verdi. Henüz tam olarak ne olduğunu bilmediği için, çocuklarının ve eşinin düzenini bozmak istemiyordu. Yalnız gitmeye karar verdi…
Arabasına binerken sabah ezanının okunduğunu duydu. Ruhunda tarifi imkânsız bir ağırlık vardı. Bir türkü mırıldanmak geldi içinden. Öyle de yaptı.
“Şafak söktü yine, sunam uyanmaz…”
İZLER
Buğulu bakışların ardından gülümseyen
Yüzüme hüzün döken gözlerindi bu akşam
Kaldırımlarda usul, sessizce çiseleyen
Şehrin her yerindeki izlerindi bu akşam
Yitik bir türkü gibi hatırlayıp yandığım
Her gün, her gün yeniden, defalarca andığım
Yoluma ışık tutan, bitmeyecek sandığım
Dimağımı besleyen sözlerindi bu akşam
Kaderin sisi çökmüş, adımlarıma sinmiş
Derine, en derine acı bir matem inmiş
Ayrılığın acısı omuzlarıma binmiş
Yüreğime işleyen közlerindi bu akşam