ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 12-09-2024 12:43

Orda Bir Köy Var Hâlâ / Yadigar Uyar Özyapan

Yazan: Yadigar Uyar Özyapan -ORDA BİR KÖY VAR HÂLÂ

Orda Bir Köy Var Hâlâ / Yadigar Uyar Özyapan

ORDA BİR KÖY VAR HÂLÂ

Yemyeşil çimenlerin üzerinde çıplak ayaklarım, toprağın sıcaklığını hissediyorum. Üzerimden esen hafif bir meltem, elbisemi nazikçe havalandırıyor. Çevremdeki çam ağaçlarının mis gibi reçine kokusu, burnuma doluyor. Uzakta, çağlayanın sesine kuşların cıvıltısı karışıyor; sanki dünya durulmuş ve sadece bu an varmış gibi hissediyorum. Ellerim gökyüzüne uzanıyor, nefes alıyorum… Tertemiz, dağlardan gelen serin hava ciğerlerime doluyor. Sanki daha önce hiç nefes almamışım gibi, hayatın her zerresi içimde yankılanıyor.

“Hadi, kahvaltı hazır!” diyen arkadaşım Gülderen’in sesine uyandım. Birden gözlerimi açtım. O huzurlu manzara kayboldu, yerini odanın hafif loş ışığına bıraktı. Gülderen’in sesi, rüyanın yankısı gibi kulağımda yankılandı. Ama ciğerlerimde hâlâ o rüyadaki temiz havanın serinliği vardı. Birkaç saniye boyunca, gerçek dünya ile rüyanın sınırında asılı kaldım. Sonra yataktan zıpladım; enerji doluydum.
Ne kadar özlemişim güzelim köyümüzü ve yaşadıklarımızı... Anılar, bir rüya ile de olsa birden ortaya çıkıveriyor.

Daha küçücükken her yaz köyümüze giderdik. Büyüyüp genç kız olana kadar devam etti bu güzel gidiş gelişler... Ulaşım haftanın bir gününde, aynı saatte kalkan küçük bir otobüsle sağlanırdı. Çok uzak değildi, Ankara’ya yakın bir köydü. Köy yoluna girer girmez havadaki değişikliği hissederdim. Şehirden uzaklaştıkça, tertemiz toprak kokusu burnuma dolardı. Her iki yanda altın sarısı buğday tarlaları uzanır, başaklar rüzgârla dans eder gibi hafif hafif sallanırdı. Gözüm hep köyün girişindeki un değirmenine takılırdı. Koca taş tekerleği döndükçe, havaya un kokusu yayılırdı. Harman meydanına geldiğimizde ise, köylülerin harman yaptığı geniş alanda, tozlu zeminin üzerinde şırıl şırıl akan pınarların sesi yankılanırdı. Buz gibi sular, güneşin altında parlayarak toprağa karışırdı.

Otobüs köye girerken herkes toplanır, kimler geliyor diye merakla bakardı. Bu karşılamayı görmek mutluluk verirdi ki, ben de aynı şeyi yapardım.

Arkadaşlarım Zahide, Zividdin, Hatice ve Şükrü ile ayrılmaz bir dörtlüydük. Her gidişimizde Zahide’nin annesi yemek hazırlar, küçük dere yatağının kenarına sofra kurardı. Mis gibi tavuk ve pilav kokusu burnumdan geçip midemi hoplatmaya yeterdi.

Köyde erkenden yatar ve erkenden kalkardık. Halacığım çoktan ekmek odasında bazlamaları pişirmiş olurdu. Ben hemen tereyağını bazlamanın üzerine sürüp, taze sağılmış kaynamış süt eşliğinde yemeye başlardım. Kahvaltı biter bitmez arkadaşlarıma koşar, hep birlikte harman yerine inerdik. Zividdin çoktan dövende, sanki son model bir araba kullanıyormuş gibi türkü söyleyerek gezintiye çıkardı.

Yine o meşhur türküsü dilindeydi:
“Zahidem gurbannımmm
N’olacak halimm…”

Bağırır çağırır, sesini köyün dört bir yanına duyururdu. Zividdin’in Zahide’ye aşık olduğunu bütün köy bilirdi zaten… Zahide de ona karşı boş değildi, ama yine de pek yüz vermezdi.
“Biraz büyüsün, olgunlaşsın; çocuk gibi ya,” derken gözündeki sevgi pırıltılarını görmemek mümkün değildi. Zahide uzun boylu, sarı saçlı ve mavi gözlüydü. Hepimiz gibi al al yanaklarıyla gerçekten çok güzel bir kızdı. Zividdin ise çok neşeli, komik bir çocuktu. Uzun boyu, esmer teni ve çayır gibi bakan gözleriyle oldukça yakışıklıydı. Onları birbirinden ayrı düşünmek imkânsızdı.

Bir gün Zividdin’e neden adının Zividdin olduğunu sormuştum. Dedesi mi koymuştu bu adı, ya da anlamı neydi?

“Aslında Ziyaettin’miş dedemin ismi,” dedi gülerek...

“Zamanla Zividdin olmuş. Çok kızıyordum ‘ne biçim isim bu’ diye, ama sonradan alıştım. Anlamı da güzelmiş; ‘dinin ışığı, aydınlığı’ demekmiş.”

Sonra gülümsedi ve ekledi: “Biliyor musunuz, Zahide’nin isminin anlamı neymiş? ‘Dinin buyruklarından, doğruluktan ayrılmayan’ demekmiş.”

“Aaa, ne kadar anlamlı. Üstelik ikinizin isim anlamları da sizi tanımlıyor!” dedim şaşkınlıkla…

Bu bir tesadüf olamazdı.

Gördüğüm rüyanın da bir anlamı olmalıydı. Hemen uzun zamandır aramadığım Zahide’yi aradım.
“Buluşalım canım, Zeki’ye de söyle,” dedim.

Bu arada Zividdin, mahkemeyle adını değiştirip Zeki olmuştu. Zahide sevinerek, “Tamam çok iyi olur,” dedi.

Az sonra arayıp “Zeki herkesi ayarladı, cumartesi köyde buluşuyoruz,” dedi.

Çok sevinmiştim. Cumartesi sabahı erkenden uyandım. İçimde tarif edilemez bir heyecan vardı. Zahide’lerin arabasıyla köye gitmeyi planladık. Köyde kahvaltı yapacağımız için sabırsızlanıyordum.

Köyün girişinde Hatice, eşi ve çocuklarıyla, karşıladı bizi... Yol hâlâ aynı yoldu; fakat artık altın gibi parlayan buğdaylar yoktu. Değirmen neredeyse yıkılmak üzereydi. Harman yerinden geriye bir şey kalmamıştı. Ama pınarlar hâlâ şırıl şırıl akıyordu. Birkaç köy evi yenilenmişti, bunlardan biri de Şükrü’nündü. Şükrü bizi bahçesine davet etti. Fazla değişmemişti; hâlâ biraz tombuldu ve o eski mahcup bakışlar gözlerindeydi. Hatice ile evlenmişlerdi, iki güzel çocukları vardı.

Bahçeye girdiğimizde birden şaşırdım. Çocukken evimiz olarak kullandığımız kağnı arabası çiçeklerle süslenmiş, bakım yapılmış şekilde karşımızda duruyordu. Hatice’ye baktım, “Çürüyordu, sağ olsun Şükrü aldı, zımparaladı, tamir etti ve bahçeye koydu. Kızlarımız da bununla oynuyor, bizim gibi iki katlı ev olarak düşünüyorlar,” derken yüzü aydınlandı. Gözlerimiz dolmuştu. Şükrü, çocukluğumuzu bize armağan etmişti.

Burada bir köy vardı, neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bir köy… Ama bizim köyümüzdü ve şimdi bu güzel köyü yeniden canlandırma vaktiydi. Karar aldık, hepimiz elimizden geleni yapacak, köyümüzün kaybolmasına izin vermeyecektik. Çünkü o köy, bizim çocukluğumuz, gençliğimizdi. Ve hiçbir şey tesadüf değildi.

  Editör: Deniz İmre

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi