ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 10-06-2025 13:17   Güncelleme : 10-06-2025 14:58

Niketas Efsanesi / Mustafa Koçin

Yazan: Mustafa Koçin -NİKETAS EFSANESİ

Niketas Efsanesi / Mustafa Koçin

NİKETAS EFSANESİ

Savaşın kasıp kavurduğu Roma İmparatorluğu topraklarında Kral Egnatius, savaşı kaybetmenin çalkantılarını yaşarken, düşmanlarının iç işlerinde neler planladıklarını önceden öğrenebilmek için bir casusluk okulu kurmaya karar verdi.

Ülke genelinde on yaşına gelen erkek çocuklarını ailelerinden alıp bu okullarda eğitmeye başladı. Vindola köylüsü bir babanın oğlu olan Hesperus da bu okullardaki çocuklardan biriydi. On yedi yaşına geldiğinde diğerleri arasında en iyi at binen ve en iyi kılıç kullanan ögrenci olarak gösterilen Hesperus, babasını gururlandırıyordu. Kral Egnatuis, onun bu başarısını Ötüken’e casus olarak göndererek mükâfatlandırdı.

Hesperus, Ötüken’de bir demirciye çıraklık ederken orduya gönüllü asker olarak girdi. Öncü birliklerde gösterdiği kahramanlıklarla orduda kendisini kanıtlamayı başardı. Bu başarılar ona ordu komutanlığını getirdi. Komutanlığı sırasında ona çok büyük ün kazandıran Kabzan Meydan Muharebesi'nde İberya Krallığı'nı yarım saatte yok etmesiyle dönemin vezirinin dikkatini çekti. Vezir, onu saraya çağırdı ve kendi himayesine alarak görevlendirdi.

Saraya sızan Hesperus, olmak istediği yerde vezirin yazıcılığını yapmaya başladı. Bu sırada sarayın işleyişiyle devletin nasıl yönetildiğini de öğreniyordu. Hesperus zamanla vezirin her işini gören has adamı oldu ve vezirin küçük oğlu Erkut ile tanıştı.

Hesperus, sarayda gördüğü yerlerin çizimlerini yaparak bütün sarayın krokisini çıkarmayı başarmıştı. Hangi duvarın zayıf olduğunu hangi yerden tünel kazılabileceğini titizlikle not etti. Devletin gizli bilgilerini vezirden öğrenip önemli belgelerin birer kopyasını çıkartmayı da ihmal etmedi. Sarayda edindiği bilgileri her gün kralına yazıyordu. Artık buradaki görevini tamamladığını düşünmeye başladı ve son görev olarak da vezirin küçük oğlunu kaçırmak istediğini krala bildirdi.

Kral Egnatius, Hesperus'dan gelen mektubu okurken kendisini savaş alanında hezimete uğratan vezirin oğlunu şövalye yapabilme hayaliyle yanıp tutuşuyordu.

Egnatius, Hesperus’a yazdığı mektupta son görevini tamamlayıp çocukla birlikte ülkeye dönünce üst düzey bir komutan olarak görevlendirileceğini bildirdi. Hesperus, aldığı bu mutlu haber üzerine vezirin davete katıldığı bir gece, Erkut’u da yanına alıp saraydan kaçtı. Bir hafta sonra Konstantinopolis’e ulaşan Hesperus, büyük bir sevinçle karşılandı. Erkut ise yolculuk sonunda babasının onu bekleyeceğini düşünüyordu.

Konstantinopolis’e ulaştıklarında yaşı küçük olmasına rağmen kandırıldığını anladı ancak elinden bir şey gelmiyordu. Onu kaçıran Hesperus’dan başka sığınacağı kimsesi de yoktu.

Kral Egnatius, Erkut’a gösterdiği sevgiyle çocuğun güvenini kazanmaya çalışıyordu. Erkut’un alışma sürecini kolaylaştırmak için sarayda özel bir çaba harcanıyordu. Kendi dillerini öğrenip ana dilini unutması için ne gerekiyorsa yapılıyordu. Bir yıllık eğitimin sonunda sekiz yaşındaki Erkut artık akıcı bir şekilde yeni dili konuşmaya başlamıştı. Kral Egnatius, onu sıkı bir eğitimle acımasız bir şövalyeye dönüştürmek istiyordu. Bu yüzden onu ülkenin en iyi şövalyesi Narses’in himayesine verdi.

Küçük yaştaki Erkut, bu ani aile değişikliğinin nedenini anlamasa da çocukluğundan beri böyle farklılıklara alışık olduğu için hemen uyum sağladı.

Bir gün Narses at bakımı yaparken yanına gelen yeni şövalye adayı çocuğa adını sordu. "Erkut" cevabını alınca, çocuğun isminin neden değiştirilmediğini düşündü ve hemen "Sana bir isim bulalım!" dedi. “Sen, bana benzeyip, benim gibi olabilmen için buraya gönderildin. Bana benzemen için de benim adıma benzeyen bir isminin olması lazım. Senin ismin bundan sonra Niketas olsun. İsmini benim gibi yüceltip büyük bir şövalye olacaksın. Sana sorulduğunda da Niketas diyeceksin. Bir daha senden başka bir ad söylediğini duymayacağım. İlk dersimiz bu; bu dersi içinden sık sık tekrar et, bu isim artık senin, küçük adam!” dedi ve çocuğa nasıl at bakımı yapılır anlatmaya başladı.

Narses, diğer şövalyelerin aksine biraz sıska bir yapıdaydı. Uzun boyluydu ama bedeni zayıftı. Savaşın izlerini yüzündeki kılıç yarasıyla taşısa da korkutucu bir şövalye tanımına tam anlamıyla uymuyordu. Ancak onu, eşsiz bir şövalye ve komutan yapan bir zekaya sahipti.

Narses’in zayıf yapılı olması, askeri ve stratejik yeteneklerini pek etkilememişti. Çok iyi at biner, mükemmel kılıç kullanırdı. Kim bilir, bugüne kadar görüntüsüne aldanıp da üzerine atılan kaç askeri etkisiz hale getirmişti!

Niketas, yaşı küçük ama öğrenmeye aç bir çocuktu. Bunu fark edince, sekiz yaşında ona at binme eğitimi vermeye başladım. Niketas, atları çok seviyordu. Yetiştirmesi için ona hediye ettiğim dişi kır taya 'Sirius' ismini verdi. Tay da kendisiyle birlikte eğitiliyor, Niketas nereye gitse tay da onu takip ediyordu. Kısa sürede at binmeyi öğrenince, Niketas’la yarışmaya başladık. Çocuğun çevikliğine hayran kaldım ve ona bildiğim her şeyi öğretmeye karar verdim. Sadece bir savaşçı değil, iyi bir yönetici olmasını da istiyordum. Ona at eğitimleri dışında yazı yazma, savaş stratejisi ve bürokratik işleri öğretmek istedim; aynı zamanda tahta kılıçla kılıç derslerine de başladık. Bu küçük adam, bileklerini çok iyi kullanıyor ve çoğu kılıç ustasının hemen yapmayı başaramadığı hareketleri kolaylıkla yapabiliyordu. Bu beni çok şaşırtıyordu.

Niketas artık on dört yaşına gelmiş; at binme ve kılıç kullanmada kasabanın en iyisi olmuştu. Kendisi gibi tayı Sirius da büyümüş, gösterişli bir kısrağa dönüşmüştü. Onu görenler dönüp tekrar bakmak için can atıyordu. Niketas ve Sirius birleşince kusursuz bir savaşçı ortaya çıkıyordu.

Niketas’a artık anlayabileceği strateji ve savaş dersleri de vermeye başladım. Ancak o bu derslerden pek hoşlanmıyordu. Karşısına çıkan bütün rakipleri yok etmek için tasarlanmış kusursuz bir canavardı o. Bu durumu, bir ay boyunca verdiğim strateji derslerinde bir adım dahi ilerleme kaydedemeyince anladım. Ancak buna hiç üzülmedim çünkü o kusursuz bir savaşçı olmak için yaratılmıştı. Ben de onu bu yönde eğitiyordum.

Niketas artık on sekiz yaşına gelmişti. Benim için bu zaman sanki göz açıp kapayıncaya kadar hızla geçmişti. Bir gün, evin önündeki söğüt ağacının koyu gölgesinde otururken, atını dört nala üzerime doğru süren toz bulutu gördüğümde biraz tedirgin olmuştum. Gözümü kısıp bakınca, tozun içindeki kır kısraktan gelenin Niketas olduğunu anladım. "Birisinden mi kaçıyordu yoksa?" diye düşündüm ve hemen içeriye koşup kılıcımı kaptığım gibi dışarı fırladım. Dışarı çıktığımda Niketas çoktan atını ağacın gölgesine bağlamıştı. Heyecanla bana doğru koşarak geldi ve “Bir hafta sonra arenaya çıkıyorum baba, çok mutluyum!” diyerek boynuma sarıldı. Bu koca yürekli çocuğun gladyatörlere karşı savaşacak olması beni de çok mutlu etti. Gençlik yıllarım gözlerimin önünden geçti; her iyi şövalyenin bir kez uğradığı yerdi orası.

Sabah erkenden dışarı çıktığımda, benden önce kalkan Niketas, bugün en büyük zaferini kazanmak için Tanrı’ya dua ediyordu. Duasını bitirinceye kadar ona eşlik ettim. Duadan sonra bana döndüğünde, “Büyük gün geldi baba, farkında mısın? Bütün emeklerinin karşılığını bugün vereceğim, söz veriyorum!” dedi ve ekledi, “Hadi hazırlan, gidiyoruz!”

Arena, devasa taş tribünlerin ortasında, güneşin yakıcı ışınları altında parlayan kızıl kum taneleriyle doluydu. Taştan koltukların hepsi dolmuştu. Arenanın iki ucundaki kapılar açıldığında, üstlerindeki ağır zırhlarla iki gladyatör arenanın ortasına doğru yürümeye başladı. Niketas’ı güneşin altında parlayan görkemli örme zırhından hemen tanıdım. Hareket kabiliyetini yitirmemesi için tasarlayıp ustanın başında özenle yaptırdığımız bu zırhı düşününce gözlerim doldu. Utanmasam gözyaşlarımı serbest bırakacaktım.

Niketas, her zamanki gibi kılıcının ucunu kuma batırarak arenanın ortasına kadar kızıl kumu yara yara ilerliyordu. Bu hareketi, küçüklüğünden beri savaşa hazır olduğunu göstermek için yapardı. Yüzündeki muzip gülümsemeyi çok iyi tanıyorum. "Rakibinin işi zor!" demek isterdim ama Niketas’ın işi daha zor. İlk defa böyle gerçek bir sınavda. Rakibi, karşısında toy bir delikanlı olduğunu görünce ona fırsat vermeden üzerine atıldı.

Kılıçlar birbirine çarptıkça tribündeki kalabalığın sesi dalga dalga yükseliyordu. Niketas, bütün saldırıları kurnaz bir tilki gibi savuşturuyor, yalancı ataklar yaparak rakibini tartıyordu. Zırhların metalik sesi ve kılıçların çarpışması yankılanırken, Niketas rakibini yormak için yaptığı bütün hamlelerde başarılı olmuştu. Rakibinin hızlı nefes alıp vermesinden artık saldırmanın vakti geldiğini anladı. İlk yaptığımız antrenmanlarda "Bu çocuk neden korkakmış gibi dövüşüyor?" diye düşünürken, ani bir saldırıyla aklımı başıma getirmişti. Tam ben bunları düşünürken, Niketas rakibinin üzerine yıldırım gibi çaktığında rakibi daha ne olduğunu anlamaya kalmadan boynundan akan sıcak kanlar kızıl toprağın üzerinde birikmeye başladı. İlk savaşını çok kısa sürede kazanınca, arena sessizliğe büründü. Sonra da tezahürat sesleri yükselmeye başladı.

Bu arena kavgasından bir hafta sonra, Niketas kendisini savaşın ön saflarında buldu. Haçlı Seferi'nin başarılı olması için savaşa katılmıştı. Niketas, düşman ordusunun aslında kendi kanına sahip kardeşlerinden oluştuğunu bilmeden, önüne geleni kılıçtan geçirmeye başladı. Ancak, savaşın diğer tarafında işler pek iyi gitmiyordu. Bizans askerleri birer birer kanlar içinde yere yığılırken, savaşı uzaktan seyreden Kral Egnatius gidişatın kötü olduğunu fark edince tüm ordulara geri çekilme emri verdi. Ordular geri çekilirken kayıp sayısı artıyordu. Ordunun sağ ve sol kanadında neredeyse asker kalmamıştı.

Buradaki düşman askerleri de merkeze kayınca, karşıdan hücum eden beyaz atın üzerinde tekbir getirerek gelen veziri uzaktan zor da olsa seçebiliyordu. Gözü, önünde canı pahasına kendisini korumak için savaşan Niketas’a takıldı. Niketas, savaşın ortasında kılıcını ustalıkla savururken, beklenmedik bir anda koca miğferli asker göğsüne ölümcül bir kılıç darbesi indirdi. Niketas, bunu hiç hissetmemiş gibi kılıcını sallamaya devam ediyordu. Aynı asker, Niketas’ın arkasına dolanıp bir kılıç darbesi daha indirdiğinde, Niketas ne olduğunu anlayamadan atının boynuna yığılıp kaldı.

Kralın gözleri, kendisi için savaşan bu çocuğun mücadelesi karşısında yanıyordu. Gözlerinde durduramadığı yaşlar oluştu. Bunu gizlemek için eliyle ne kadar gözlerini ovuşturduysa da hemen yanında duran oğlu bütün olanların farkındaydı. Ne kadar nefretle başlayan bir tanışma olsa da Niketas’ın ölümün pençesinde olması içini paramparça ediyordu. Gözlerinden bir yanardağdan akan kızgın lavlar gibi akan yaşlar yanaklarını yakarak süzülüp toprağa düşerken, Niketas da atının üzerinden kuru bir yaprak gibi yere düştü. Hesperus’a dönüp, “Niketas ölse bile onu burada bırakmayacağız. Onu Konstantinopolis’e getir,” dedi. Hesperus, hiç düşünmeden atını savaşın ortasına sürdü. Tek aklındaki düşünce, kan kardeşi Niketas’ı büyüdüğü topraklara götürmekti. Atının dizginlerini daha sıkı kavrayarak sürdü.

Niketas’a güneş ne güzel gözüküyordu. Sanki rengi, bütün diğer renkleri kıskandıran edasıyla gökyüzünde dans ederken, Niketas aldığı darbelerin etkisiyle bilincini yitiriyordu. Göz kapakları daha fazla bu açıya dayanamayıp kendilerini aşağı bıraktığında Azrail yanı başına dikilmişti.

***

TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE  KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...

Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz.

Editör: Nüzhet Ünlüer

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi