BİYOGRAFİ
Giriş Tarihi : 27-06-2025 00:42   Güncelleme : 02-07-2025 04:12

Nazım Hikmet Ran - Ceviz Ağacında Kök Salan Hasret / Deniz İmre

Hazırlayan: Deniz İmre -CEVİZ AĞACINDA KÖK SALAN HASRET / NAZIM HİKMET RAN

Nazım Hikmet Ran - Ceviz Ağacında Kök Salan Hasret / Deniz İmre

NAZIM HİKMET RAN / CEVİZ AĞACINDA KÖK SALAN HASRET

“Cenaze için hazırlanmış hareketsiz yüzünü anımsıyorum. Ölüm bozamamıştı onu. Sonra bir gölge düştü üstüne ansızın ve homurdandı yüzün. Burnunun ucu kıvrıldı ve sen yaşadığın zamankinden daha çok benzedin Türk’e. Sana baktım ve rahatsız eden şeyi anladım. Sessizce yalvarıyordum etraftakilere; ‘Bitirin artık ne olur, acele edin görmüyor musunuz dayanamıyor.’ diyordum, ama kimse işitmiyordu beni. Havyarlı küçük sandviçler ikram ediyorlardı…”
                                          Vera Tulyakova
                              (Nâzım’ın cenazesinden)
 
Denizden esen hafif rüzgâr, suyun ve kumların üzerine serpiştirdiği tuz kokusuna karışıyordu. 
Ufuk çizgisinin ardında, sonsuzlukla yeryüzünün birleştiği o yerde, gri bir gökyüzü ve derin bir deniz uzanıyor, bu iki sonsuzluğun arasında da bir yelkenli, zamanın ağır ritmine uyarcasına dalgalarla dans ediyordu. Ufuk, gri ve mavi arasında titrek bir hat gibiydi; ne tam ayrılıyor ne de birleşiyordu.

Toprağın kokusu, denizin tuzu, zaman, kıyıya uçan martıların çığlıkları… 
Buğulu bir sahil kasabasının yalnız ama şiirsel dekoru böylece tamamlanıyordu işte.

Toprağı ince, denizi sığ bir sahil kasabasıydı, Balçik...

Ve burada, 1957 yılının 1 Temmuz sabahında, kıyıya vuran her dalga, bir zamanlar kaybolmuş bir ses gibi çınlıyordu.

Kıyı boyunca uzanan o taşlık alanın hemen kenarında, çok eski zamanlardan kalmış bir ceviz ağacı vardı. Gövdesi, zamanın izleriyle yaralanmıştı; ama dirençliydi. Dallarındaki meyveler, sabırla yılların geçişini bekler gibi, yeşille sarı arasında gidip gelen bir sessizlik içinde olgunlaşıyordu.

Nâzım, her sabah o ağacın altında oturur, gözlerini denize dikerdi. O ceviz ağacı onun için yalnızca bir ağaç değildi; bir hafıza, bir özlem, bir çağrışım kaynağıydı. Kökleri derinlerdeydi; tıpkı onun memleketine duyduğu özlem gibi…
“Köklerim bu topraklarda, bir dalım buraya, bir dalım oraya uzanıyor.” diye geçiriyordu içinden.

O hasret günlerinden birinde, güneş yavaşça batarken, rüzgâr hafifçe uğuldayarak ceviz ağacının altlardaki ince bir dalını salladı. O daldan sarkan cevizler hafifçe birbirine vurdu, “tak tak” diye ses çıkararak… O ses, bir zamanlar ona ait olan her şeyin yankısıydı sanki: Kaybolmuş memleket, ayrılırken son kez kokladığı toprak, uzaklarda kalan çayırlarda koştuğu yıllar…

Zamanla o dallar büyüdükçe kırılganlaşmış, her yaprak, sarardıkça ona uzaklarda kalan bir anıyı hatırlatır olmuştu.

Balçik’teki her şey bir düş gibiydi artık: Bulanık, silik, ama dokunaklı…

Bazen, orada insan yalnızca o ceviz ağacına bakarak kalbinin en derin yerlerine yol alabilirdi ya da orada, uzak bir köyde, yıllar önce kaybolmuş bir “ev” de bulabilirdi…

Bazen de bir şair, bir ağacın dilini çözerek memleketine olan özlemini anlatabilirdi. Ama her iki durumda da her şey içsel bir yolculukla başlıyordu.

O ceviz ağacının dallarındaki hışırtılar, bir insanın yıllar sonra memleketine duyduğu en saf, en yoğun ve en acı özlemdi belki de…

Her sabah, o ağacın altında tüm bunları düşündü durdu Nâzım. Her gün gözleri denize kayarken gözlerinde bir çağrı, bir yanıt bekleyen umutsuz bir hüzün vardı.

"Memleketimin dağları, vadileri, ovaları... O kokusu, o rüzgarı... Hani buralarda, bu taşların arkasında benim topraklarım? Hani buralarda, bu denizin derinliklerinde benim tarihimi barındıran topraklarım?" derdi.
Ve bu hasret, her gün biraz daha büyürdü, durmadan...

Rüzgar hafifçe yaprakları salladığında, Nâzım bir an için, o ceviz ağacının dalında, kendi çocukluğunu, gençliğini, ilk aşklarındaki umudu görürdü. Ama derinlerde bir yerde, toprağın altında o eski toprak kokusuyla birleşen memleketi vardı. Burası başka bir dünya, başka bir zamandı, ama gözlerini kapadığında her şey birden siliniyor ve memleketinin dağlarında, köylerdeki evlerde, insanlar arasında, güneşin batarken toprakla sarmaş dolaş olduğu yerlerde buluveriyordu kendini...

İşte o zaman, Nâzım’ın kalemi yüreğiyle beraber harekete geçiyordu. O kalemin her hareketi, halkının hikayesini anlatırken, vatanın o uzak köylerinden birini, o unutulmuş toprakları bir kez daha canlandırıyordu.

O ceviz ağacı, o küçük kasaba, sadece bir şairin gözünden dünyaya yayılan bir umut ışığıydı.

Ceviz ağacının gölgesinde yazdığı her dize, İstanbul’a uzanan bir köprüydü aslında. O dizelerde yalnızca hasret değil, aynı zamanda bir halkın özgürlük özlemi, bir işçinin alın teri, bir çocuğun gülüşü, bir annenin duası ve çaresiz aşklar vardı.

Bir gün ağacın dalları hafifçe sallanırken, Nazım kalemini yine kağıtla buluşturdu. 
Gözlerini kapadı. Ve gözlerini kapadığında, Balçik tümden silindi.

Bir anda İstanbul belirdi gözlerinin önünde: Gülhane Parkı’nda yürüyen insanlar, Galata Kulesi’nin gölgesinde sevda türküleri söyleyen gençler, Boğaz’da süzülen vapurlar…
Ve o şiiri yazdı:

“Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.”

“Sarı Saçlı Dev”in de doğduğu Selanik’te, 15 Ocak 1902 tarihinde hayata merhaba diyen “Mavi Gözlü Dev” Nâzım, şüphesiz ki yalnızca bir şair değildi; aynı zamanda serbest nazımın dünyadaki en büyük kalemiydi. 
Annesi Celile Hanım, iyi bir ressamdı. Hocası Yahya Kemal’in Nâzım’a ders vermek bahanesiyle evlerini ziyaretleri sırasında annesiyle yakınlaşmasına itiraz edecektir ta o yaşlarda ve “Hocam olarak geldiğiniz bu eve ‘babam’ olarak giremeyeceksiniz.” diyerek de tepkisini sertçe ortaya koyacaktır genç Nâzım. 
Daha sonraları ise, Nâzım Paris’te sürgündeyken annesi İstanbul’da Nâzım yurda dönsün diye imza kampanyası için stant kuracak ve buna denk gelen Yahya Kemal imza vermeden geçip gidecektir, Celile Hanım’ın standının önünden…

Nâzım, duyguların en safını, halkın en içten arzusunu, memleket sevgisinin en yakıcı hâlini kelimelere döken bir halk ozanıydı. Şiir onun için bir kaçış değil, bir dönüş yoluydu. Kelimeleriyle sürgündeyken bile toprağına tutunur, dizeleriyle vatanının dağlarına, ovalarına yeniden kök salardı.
Şiiri, zamanın da ötesinde bir yankıydı. O sadece yaşadıklarını değil, yaşanamayanları da yazdı. Umudu da yazdı, ihaneti de... Aşkı da yazdı, özgürlüğü, tutsaklığı, sürgünü de...

Sadece serbest nazmın kurucusu değil, onun ruhuydu. Türk şiirinde devrim yaratan usta, yalnızca ölçüsüz değil, sınırsız bir yürekle de yazdı. Halkın diliyle konuştu, işçinin, yoksulun, sürgünün diliyle... Onun kaleminde şiir bir silah değil, bir köprüydü: insanla insanı, geçmişle geleceği, vatanla sürgünü birbirine bağlayan…

Hiçbir zaman ülkesinden, şehrinden kopamayan Nâzım, yaşadığı mutluluğu en güzel aşk şiirlerinden birinde yine şehrinden yola çıkarak anlatmıştı şöyle insanlara:

"Seviyorum seni ekmeği tuza basıp yer gibi
Geceleyin ateşler içinde uyanarak
Ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi
Ağır posta paketini, neyi nesi belirsiz
Telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi
İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık
İçimde kımıldanan bir şeyler gibi
Seviyorum seni 'yaşıyoruz çok şükür' der gibi..."

İstanbul, Ankara, Çankırı, Bursa hapishanelerinde geçen 12 yıllık tutsaklık…
Piraye, Münevver, Galina ve Vera ile yaşadığı aşklar…
Yıllarca süren sürgün günleri…
Vatandaşlıktan çıkarılması…
Şüphesiz sayfalar dolusu yazsak o günleri, yetmez hiç Nâzım’ı anlatmaya…

İşte o günlerden birinde, soğuk bir Moskova sabahında, 3 Haziran 1963’te, son kez gökyüzüne baktı Nâzım Hikmet…
Günlük gazetesini almak ve posta kutusunu kontrol etmek için çıkmıştı kapının önüne…  Vera onu bulduğundaysa kalbi çoktan susmuştu bile... 
Eşi Vera hastanede onun kimliğini göstermek için Nâzım’ın ceket cebinden cüzdanını çıkardığında bir fotoğraf düştü yere sonra…
Vera’dır fotoğraftaki…
Fotoğrafın arkasında da kısa bir şiir vardır:

“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm”

Nâzım Hikmet'in hayatı, bir direnişin, bir aşkın, bir inancın hikayesiydi. Onun her şiiri, yaşanmış bir ömrün yankısıydı. 
Ve işte yazımın başında uzun uzun ve hiç bıkmadan anlattığım Balçik’teki o ceviz ağacı, sadece bir sürgün hatırası değil, memleketin ta kendisiydi.

Çünkü Nâzım için “memleket”, dalları gökyüzüne uzanan koca bir ağaçtı.
Ondandır ki vasiyetini bir şiirinde şöyle dile getirmişti:

“…Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani.”

Sahi, şimdi her sabah, Nâzım’ın ruhu Novodevici’deki mezarından özgürce uçup Balçik’teki o ceviz ağacının altına gidiyor mudur yine, ne dersiniz?

Kim bilir, ama gidiyorsa da oraya, eminim ki içinden hep aynı fısıltıyla başlardı hasretler dolusu güne; hem de şu dizelerle:

“…Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim....”

Saygıyla…

***

TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE  KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...

Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi