KORKMAK
Korkunun ecele faydası yok. Korku siyah bir pars gibiydi gecenin karanlığında. Gün ışığının karanlıkları aydınlatmada gücü yetmez. Yağmur yağsa, gecenin karanlığı siyah çarşafı yırtarcasına aydınlatsa ıslak bedenini, yolunu bulmasında yardımcı olsa, damlalar yüzünü kaplasa, sırılsıklam etse…
Yağmurun ferahlığı toprak kokusuyla yaşama gücüne, isteğine özel erekler katar. Korku nedir bilmez yüreği şimşeklere fırtınalara tek başına göğüs germeye hazır. Islanır, un ufak olur, kurur ruhuyla bütünleşir. Yalnızlık sadece onu değil, duygularını, hayallerini ve umutlarını da esir almış gibi. Yürümek yürümek istiyor özgürlüğüne, korkusuzluğuna meydan okumak için. Sosyal yaşama ilmik ilmik bağlanmak, sıkı koruganlar yaratmak niyetiyle. Her şey onun kurgusu bağlamında hareket eder. Bir saniyelik şimşek ışığı, öncesinde gök gürültüsüyle kışkırttığı dimağını dış dünyaya bir yelkenli misali yaklaştırır.
Işıklar, mavi umut köprüsünde yeni çağrışımlar, yeni karışımlar oluşturan oklarını acımasızca yerlere duvarlara savurur. Dişleri gıcırdar korkudan. Sonu belirsiz gecelerin bilinmezliklerinden. Kurtlar mı uluyor onun imgelemindeki kurgu mu yarattı bu sahneyi. Tabanlarında günün ısısını terketmemiş sıcak kum, yerini yağmurla ıslanmış toprağın çamuruna terkediyor. Vıcık vıcık kaygan yürümekte zorlandığı bu kısacık yolu lanetler okuyarak geçecek. Nedendir bilmiyor ama toprağı, çamuru, yağmuru toprağın kokusunu sevdiği kadar sevmiyor. Boynuzlarından yakalasa yeridir, önünde tırısa kalkmış hayali geyiklerin. Kimseye açıklama gereği duymadan, ne maceralar yaşayacak acaba? Toplumla paylaştığı hayat, ritimsiz düşük hızda akmayı sürdürürken, doğa gözlerinde film şeritleri gibi kendini oynatır. Onun için dünya, yaşam bir geyiğin boynuzları üzerinde dönmekte. Geçtiği meralarda apaçık yeşil alanlar, bol yarıklı vadiler, daracık geçitler, ufuk çizgisini genişletir, bir öykünün içinde yürür gibi.
Bazı anlar vardır ki kurgulamak istersin yanaşmaz, düşlemek istersin görüş açından fırlar, bu gece de onun için o gecelerden biriydi sanki. Mezarlık yanından geçerken ıslık çalma modasına uymasa olmazdı. Rüzgârda sallanan ağaç dallarından ışığıyla canlı gölgeler yaratan ay, kâh utangaç tavırlarla bulutların ardına gizleniyor, kâh dolunayın parlak ışıklarını dimdik bedenler gibi duran mezar taşlarına vuruyordu. Buradan geçmek âdeti eğildi. Her geçişte hâlâ nedenini çözemediği, annesinin çocuk masalları yerine, canlanan ölüler, mezarında ters dönmüş beyaz kefenlileri iştahla anlatmasını, meftayı cemaatin rahat yerine yatırmaları ardından ortamı hoca ile yeni taze kapanmış mezar yükseltisine bıraktıklarında, hocanın son telkinine nasıl uyandığını, kafasını heyecanla mezarın tavanına çarpınca öldüğünü nasıl anladığını derinlemesine tariflemesini anlayamazdı. Acaba bunlar insana dair hepimizin yaşayacağı sıradan şeyler, çocuk masalları kadar bilinmesi zorunlu şeyler diye mi düşünürdü.
Ya da ben bunu korkutayım da Allah muhafaza kasabanın faili meçhul cinayetlerinin işlendiği, kız erkek hiç farketmez tecavüzlerin gerçekleştiği, tinercilerinin cirit attığı, terkedilmiş ev köpeklerinin sokak köpeğine dönmüşlerinin saf tuttuğu, mezarlıktan uzak mı dursun diye düşünürdü.
Tam bunları düşünürken hemen hemen annesinin burayla ilgili anlattığı her hikâyede varlık gösteren kara kedi ayaklarının altında sessizce peydahlanmasın mı? Sadece gözleri parlıyor; ay, bulutlardan boynunu çıkardığında bir kedi iken, ortam zifiri karanlığa döndüğünde gözlerinden ışıklar saçan bir canavara dönüşüyordu. Saçları elinde olmadan masaldaki kahraman misali içgüdüsel olarak dikildi. “Islığın sesini keşke bu kadar yüksek tutmasaydım” diye bir pişmanlık zihninde esti geçti. Yaprak seslerine şimdi bir de baykuşun sesi eklenince, bu gecenin pek sağsalim bitebileceğine inancı kalmadı. Daha bir iki saat önce ofiste arkadaşları ile konuşuyorlardı: Mörfi kuralı; “aksilikler geldi mi hep üst üste gelir”diye.
Gerçekten de öyleydi. Şöyle bir düşündü. Geçen yıl annesinin ablası, eniştesi ve iki çocuğu tatile giderlerken elim bir trafik kazası ile yaşama veda etmişlerdi. Ailecek daha bunun acısını, yasını yaşayamadan travmasını düzeltemeden, bağırsağından kan gelen babasına amansız hastalığın teşhisi konmasıyla vefatı arasında altı ay geçti, geçmedi. Annesi, ablasının ailesi, kendi eşi derken bu dayanılmaz acıya dayanamayarak her sabah özlemlerini çığırdığı sevdiklerine, kalbi aniden durarak kavuştu. Bunlar aklından geçerken hafifçe kızdığı annesinin anlattığı biçimde kendisini de ölümler, kayıplar ve vefatları düşünürken yakalayınca şu zor anında gülümsedi.
“Pıst, mıst!” dese de kedi biraz daha istekli iki bacağının arasına sürtünerek dalıyordu. Kulağına küpe olan annesinin “Aman mezarlıkta karşılaştığın hayvana bir fiske vurmayasın, ya onlardan birini temsil ediyorsa“ uyarısı bir kez daha yürekten tırsmasına neden oluyordu. Ay da olayı kavramışcasına daha bir utangaç, bulut arkasındaki kalış süresini dakikalarca uzattıkça uzatıyordu. Kafası yine annesinde. “Bu durumda yapacağın en iyi şey üç Kulhuvallah bir Elham okumak. Hem seni o andaki zorluklardan korur, hem de bu vesile ile tüm ölmüşlere dualar okumuş olursun.” diye tembihlerdi. Korkudan Kulhuvallah’a nasıl başlayacağını bilemedi. İlk öğrendiği yıllardır her sıkıştığında tekrarladığı en kısa ve basit dua hafızasından uçmuş gitmişti. Neyse ki Elham’ın ilk satırları patır patır gözünün önüne geldi de, kedinin de duyacağı ses tonunda tane tane okudu.
Biraz durmak, heyecanını gidermek istediği anlarda, ortamın yarı aydınlığında karşıdaki mezarın baş tarafındaki taşında bir elin “gel, gel”diyerek çağırması bu gecenin artık son gecesi olduğunu kesin kez düşündürttü ona. Gökten üç elma düşer miydi bilmiyordu ama onun başına karabasan düşmüştü. İtiraz etmesinin, kaçmasının, ilenmesinin iyi saatte olsunları daha bir kızdıracağı düşüncesiyle gel gel komutuna robot gibi uydu. İçinden hızlıca Besmele çekerek, tükenmekte olan gücünü toplayarak ele doğru seğirtti. Uslu bir çocuk gibi elin komutuyla ona doğru uysalca yönleniyordu. Tam karşısında ayaklarının titremesi, kalbinin fırlayacak gibi çarpması arasında uzaktan alacakaranlıkta, çağıran elin ağaç dalının rüzgârla aşağı yukarı çıkan gölgesi olduğunu anladığında gülmekle ağlamak arasında gitti geldi. Korku en cesur davranıştı.
Anlatmak kolay değil. Sözcükler bir gelir, bir giderler yorgun dağarcığından, hınzır zıpır sözcükler… Başı, sonu nihayetinde birbirinden türemiş, kâh genişleyen, kâh uzayan sözcükler. Sesler bütünleştiklerinde çağrı olur giderler. Sözcükler dilde sesle yolunu bulur. Keşke şansı olaydı da yeniden yazabileydi hikâyesini, pürüzlerini törpüleyerek. Geriliyor, hiç istemediği bir yaşamı kurgulayacak zamanının kalmadığına hayıflanır gibi. Yaşamın gergin uçlarında bir gitarın telinin gerginliği neyse, o da o kadar gergin. Sözcükleri zapt etme evcilleştirme, masum komutlarına itaat etme durumuna getirmeye çabalar ama nafile.
Bağımsızlıklarını elde etmiş sözcükler, her zaman onun kâbusu. Bayrak elde seriliyorlar beyaz sayfalara size ulaşmak, size korkulara tepkisini gizlemeden anlatmak için.
Korkuya karşı sırtında terle, evrensel duygusu dışa vurdu. Rahat koltuğunda filmlerde gördüğü, kültüre, coğrafyaya göre değişmeyen; her kültürde neredeyse aynı yüz ifadesi, aynı lezyonları aksettirdiğinin farkındaydı. Daha fazla uzatmadan emin adımlarla mezarlık çıkışının en yakın kapısına hızlı hızlı yönlendi. Bir daha bu saatlerde tek başına mezarlıktan geçmeyeceğini kesin olarak biliyordu.