HACI BABAM ve BEN
- Hacıııı...
- N'apıyon sen. Saat gecenin üçü.
- Oturuyorum.
- İyi de Hacı babam bu saatte niye oturuyorsun. Ağrım var dedin serum taktılar, ağrı kesici verdiler. Hatta “Hacı uyuyamıyor mışıl mışıl uyusun diye uyku ilacı da verin.“ dedim
- ....
- Bu ne Hacı. “Üşüdüm” dedin. Serum bitince ben “seni uyu” diye üzerindeki örtüyle sarıp sarmaladım hatta içim rahat etmedi. Sen istemesen de benim üzerimdeki örtüyü de ben senin üzerine koydum.
-....
- Hacı... Yahu bu senin üzerine koyduğum iki örtünün de benim üzerimde ne işi var?
- Sen üşüme diye senin üstüne örttüm.
- Hacı babam üşüyen ben değilim ki sen dedin üşüyorum diye
- Olsun. Benden artık hayır yok. Sen üşüme, hasta olma. Sen lazımsın hepimizin başına
- Ya... Ya... Baba ya....
- Peki bu saatte ağrın sızın varken niye kalktın, başımda Azrail gibi bekliyorsun?
- Üstün açılırsa örteyim diye.
***
Gözlerimi sakladım.
Gecenin saat üçü...
Dışarı çıktım. İnce ince bir yağmur.
Islanmak istedim o yağmurun altında iyice.
Gözyaşlarımı kimse görmesin istiyordum.
Yağmur taneleri...
Üstüme değil sanki hep yüreğime akıttığım gözyaşlarım gibi
Her bir damlası sanki tonlarca ağırlığında.
Bir kurşun gibi değil...
Her bir damla...
İstanbul surlarını parçalayan gülleler gibi iniyor yüreğimin en ücra köşelerine.
Bir sigara...
Bir sigara daha.
Söndürmeden birinin ateşiyle diğerini yakıyorum.
Birden...
Babamın geçen sene uzunca entübeden ve yoğun bakımdan çıktığında söylediği o sözler geldi aklıma.
Bir anda üzerime karabasan gibi çöken tüm o duygu yoğunluğu uçup gitti.
Ne demişti Hacı babam?
Şuuru yerinde değil, ayrı bir dünyadaymışcasına,
Elimi tutup...
- Başımdan bir yere gitme sakın.
- Başındayım babam. Gitmem bir yere.
Oğlum da yanımda.
Babamın gözleri kapalı, sayıklayarak konuşuyor.
- Herkes gitse de sakın beni burada, mezarlıkta yalnız bırakma. Gitme bir yere!
Oğlum da ben de şok! Birbirimize bakıp...
- Ne mezarı baba?
- Ben öldüm. Sen beni mezarda bırakıp sakın gitme.
Oğlum da ben de şaşkın şaşkın birbirimize bakıyoruz!
Oğlum...
- Baba. Dedem öldüğünü zannediyor.
- Lan sus. Ağzından yel alsın.
Babamın elini tutup, öpüp koklamaya başladım. Sakallarını okşayıp yüzlerini öpmeye.
- Hacı... Kafayı mı yedin sen. Burası mezarlık değil, hastane hastane. Gittin öteye ama ya beğenmedin ya da seni kabul etmediler geri, bize geldin.
Şaka yapmaya, moral vermeye çalışıyorum ama o an ne yapacağımı bilemediğimden doğru mu yapıyorum, yanlış mı? Öylesi zor bir durumda onu da bilemedim.
Oğlum,
- Ya baba. Ne diyorsun. Dedem öldüğünü zannediyor. Sen de adama şaka yapıyorsun.
Haklıydı.
Biz Hacı babamı dünyada olduğuna ikna etmeye çalışırken, bir yandan ben hacıma şaka...
Kafa gitti. Asıl hacımın aklı değil, benim akıl gitti o an.
Epeyce uğraştık. Yok inanmıyor. "Ben öldüm. Başımdan ayrılma, sakın beni burada bırakıp gitme!"
Öldüğünü zanneden birine nasıl ölmediği anlatılır.
İnanmıyor.
Hacı, dedim içimden. Sen şimdi görürsün. Eline sağlam bir çimdik attım içim acıyarak.
Yanakları da dudaklarımda.
Canı yanınca Hacı babam dünyaya döndü.
Başladı anlatmaya:
Önce Peygamber Efendimiz’in Habeş kralına gönderdiği elçilerden girdi konuşmaya.
Benim ağzım açıkta kaldı.
Sanki babam orada, yanlarındaymış gibi, isim isim...
Habeş kralı ile Peygamber Efendimiz’in elçilerinin tüm konuşmalarını o an yanlarında yaşıyormuş gibi birebir anlattı.
Kafayı ben tam yedim. Akıl uçtu benden. Babam bilmez ki bu kadar şeyi. O kadar ne onun ne benim ilmim var.
Dinledim ve bu olayı tüm ayrıntılarıyla, elçi gönderilen sahabenin isimlerine, Habeş kralı ile aralarındaki tüm konuşmaları bu vesileyle iyice bir öğrendim.
Sonra....
Yutkundu.
Gözlerinin kenarlarından yaşlar süzülmeye başladı.
Artık oğlum da ben de ağzımız açık can kulağı ile babamı dinliyoruz.
Dil gitti ağzımdan. Dilini yutmak derler ya...
İşte dilimi yuttum mu, yedim mi bilmiyorum?
Sustu benim dil oldu lâl!
- Benim, sağımda ve solumda korumalarım var. Ben öldüydüm. Korumalarım rabbimin huzuruna çıktı. Rabbim sordu onlara, "kulumun isteği nedir" diye.
Korumalarım da, "ya Rab, kulun çok gözyaşı döküyor. Çocukları da. İstediği biraz daha onlarla vakit geçirmek."
Oğlum ve ben başındayız ama yokuz, uçtuk. Tüm bunları şok vaziyette dinlerken.
O devam etti.
- Rabbim dedi ki koruma meleklerine, "Gidin kuluma söyleyin. Biraz daha çocuklarıyla vakit geçirsin"... İşte ondan sonra geri geldim.
İçimden, ya bizim hacı kafayı yedi... Ya da ermiş oldu. Ya da uçtu bizim hacı.
***
Sonra aklı başına geldiğinde bunların hiçbirini hatta Habeş kralı ve elçilerini dahi hatırlamıyordu. Ben kafayı yedim desem çok şükür oğlum şahitti.
***
Babam entübe haldeyken, okul arkadaşımın kardeşi Dr. Ulvi Yılmaz hocam bir ara; "Sami abi. Şifa Allah'tan ama biliyorum çok üzüleceğini herşeye hazırlıklı ol" demişti.
Beni de canlı canlı gömmüştü.
Çocuklarımı, eşimi, gelinimi, damadımı etrafıma toplayıp vasiyet gibi neler yapacaklarını anlatmıştım.
Biliyordum ki...
Ben....
Sonra, aklım başımdan gitmeden etrafı, memleketi, amca oğlunu aramıştım gözyaşlarıyla...
- Babamı getireceğim. Annemin yanını hazır edin.
Rabbim bize üç aydan fazla bu acıyı yaşattı ama bize bağışladı hacı babamı.
Babam yoğun bakımdan çıkınca Dr Ulvi hocam bir gün telefonda konuşurken, "Sami abi, unutturma sana sonra bir şey diyeceğim" demişti.
Çok üstelesem de söylemedi. Ev halkı da bu konuşmaya şahit olmuş ve türlü türlü senaryolar kurmuştuk.
Acaba ne?
***
Hacı babamı dört aya yakın o hastalık, entübe ve yoğun bakımdan ambulansa koyup eve getirirken Ulvi hocayı aradım.
Her şey için teşekkür, dualar...
Ama ben unutmuştum o sonra söyleyeceğim dediği şeyin ne olduğunu.
O, "Sami abi, hani sana sonra bir şey diyeceğim demiştim ya."
Hatırladım.
"Evet, hatırladım"
"Şimdi diyeyim. Hacı amcamız iyi, eve de çıktı çok şükür.
"Çok şükür. Allahım başta sen olmak üzere hepinizden razı olsun"
Ulvi hoca devam etti.
"Baban entübeyken ben sana çok kötüydün o zaman diyemedim. Biz babanı bir gece entübedeyken kaybettik. Üç sefer kalbi durdu. Morga kaldıracaktık ama ben son bir umut dakikalarca kalbine masaj yaptım ve çok şükür üçüncüde geri döndü"
Telefonda dondum kaldım Ulvi hocamın bu sözleri üzerine.
Babam ne demişti aklı tam yerine gelmeden, yoğun bakımdan çıktığında...
"Ben öldüydüm. Rabbim o kuluma söyleyin. Çocuklarıyla biraz daha vakit geçirsin dediğinde ben tekrar dünyaya döndüm"
***
Rabbim...
O zor zamanda, umutların tükendiğinde, artık babamı ebedi istirahatgahını, yerini ayarlayacak durumdayken bizlere bağışladı ya.
Şimdi babam o günden bin kat daha iyi. Doktorları da, "herşeye hazırlıklı olun" dememiş bin şükür...
İçeri yanına gittim.
Oturuyor yatakta.
Beni görünce:
- Gittin sandım. Neredeydin?
- Hacı, gitmedim ama sen beni götürecen sonunda. Yat, uyu... Valla hemşireyi çağırıp sana uyu diye iğne yaptıracağım.
Kollarını gösterdi. Mosmor...
- İğne yapacakları yer mi kaldı.
Kolunda zaten hazırda damar yolu açık.
Acıyan canım öyle kollarını gösterince daha da acıdı.
Belli etmeden yine takıldım.
Gülümsese dünyalar benim olacak ya…
- İyi, o zaman ben de söylerim kalçadan yaparlar.
Hacının değil gülmesi, mimikleri dahi oynamadı.
- Uyu bak. Yarın iş arkadaşın gelecek ziyaretine. Dinlen.
- Kim gelecek?
- Mustafa bey.
- Hangi Mustafa?
- Mustafa Erinc
- Çıkaramadım
Facebook'tan fotoğrafını gösterdim Mustafa beyin. Çıkaramadı.
- Sarı saçlı vardı o mu?
Muzipliğim tuttu. Morali bozuk zaten güldüreyim istedim.
Ama gülmedi.
- Hacı, sarı siyah bilmem. Benim bildiğim saçları beyaz.
- İhtiyarlamış mı?
- La hacı. Yat uyu. Sen gençleştin on sekizlik oldun ya.... Senden başka tüm arkadaşların ihtiyarlamış. Sen hariç.
- Sen de uyu ama horlama. Ne o hastaneyi ayağa kaldırdın.
Ben şok!
- Hacı. Ne diyorsun ya. Ne horlaması. Ben horlamam.
- Hastalık demek ki... Bu kadar horlanır mı?
- La hacı... Deli etme beni. Kendi horlamanı duymuşsundur.
Neşem yerine gelmişti. Hem gülüyor hem takılıyordum babama.
Ama o yatarken hiç gülmeden...
- Bu kadar da horlanır mı?.. Bu da bir hastalık demekki diye mırıldanıp duruyordu.
***
Rabbim...
Sen ne dersen odur.
Babamı bize biraz daha bağışla.
Ben doyamadım Hacı babama.
Editör: Suna Türkmen Güngör