EYLÜL GELDİ
Sonra eylül geldi. İlk gelişi değildi. O, nerede olduğu bilinmeyen bir saati kurar, yazın şımarık güneşinin bezmesini, yorulmasını bekler sonra kendi hızıyla gün batımına yeni bir kızıllık katarak gelir. Yeterince yıl biriktirdikten sonra göz kenarlarına kırışık ekleyebilmiş olanlar fark eder bu yeni kızıllığı. Hayatın acemileri ise yalnızca artık daha erken gelen uykularını seçebilirler bunca olanın arasında. Yumuşayan gün ışığını göremezler. Acemidirler.
Çınarların ellerimizi andıran kocaman yapraklarının uçlarını sarartır önce eylül. Sonra ince delikli bir tül gibi sürünüp dokunarak kavaklara haber verir geldiğini. Çamlar, selviler geç fark ederler onu. İğdeler tez canlıdır, aceleyle dökerler yapraklarını daha sarartmadan. Eylül, böyle buyurmuştur onlara. Rüyalarla dolu, dinlendiren, dirilten taptaze uykular dolar ağaçların gövdelerine ve köklerine doğru yavaşça ilerler. Ağaçlar, kendilerini bezedikleri kıymetli süslerinden vazgeçerler eylüllerde. Her rüzgârda bırakırlar ellerini yapraklarının.
Tren garlarında, otobüs terminallerinde yolcu olanlar duyarlar eylülün sesini. Gözleri daha çabuk ve daha çok ıslanır eylülde yolcu edenlerin. Elleri daha sıkı kavrar gidenleri, sarılmalar daha derinden olur. Bitmesin istenir son olması muhtemel bakışlar. Sonra camdaki yansımadan zar zor seçilen gidenin yüzü, önce uzaklaşır sonra seçilmez olur.
Her sabah tıraş olurken bezdikleri için artık kendi yüzlerine bakmayan, yanılarak gözleri kayıp baktıklarında da o anki yüzlerini değil de otuzlu yaşlarındaki taze yanaklarına baktıklarını sanan adamlar da yakalarlar eylülün gelişini. “Geldi” derler. Turuncu saçlarının güzelliğini bilerek geziyor sokaklarda yine. Geldi derler. Mevsimlerin zerdaçal renkli gülü, gökyüzünün soluk ama alımlı gülümsemesi. Anılara, unutulan sevgilere ve sevgililere geldi yine. Issız dağ yamaçlarına, derelerin kıvrımlarına, şehirler arası yollara, arıların muhteşem ballarına, incirlere, pürenlere, alıçlara.
Eylül geldi. Geniş ve yumuşak bir rüzgârla geldi. Rüzgâra da geldi eylül. Önce rengi değişti. Tarçından sonra yaprak sarısına döndü rengi. Bir başka koku, yabancı; ya da bir süredir almadığımız için bize şimdilik yabancı gelen bir koku ekledi onun geniş geniş esip, köşeyi bucağı dolaşan nefesine.
Eylül. Güzün ela gözlü kızı geldi. Bal sarısı kirpiklerini eğerek yere, biraz utangaç, biraz kıskanç ve bazen küstah gülüşüyle bozdu dengemizi. Aşka düşürdü gönlü genç olmaya yazgılı olanları. Yaşı olanların bacakları ağırlaşır, bedenleri geriden gelir gibi olur. Eskiyen eklemlerini, eklemlerinin çıtırtılarını yeniden duyarlar. “Bir şey oldu” derler. Biraz durur beklerler, olduğu fark edilenin sesini duyacak gibi. Unutulmuş da dillerinin ucunda olan bir sözcüğü yakalayacak gibi. Asla bilemeyeceğimiz bir yerlerinde dünyanın bir şeyler oldu. Evrenin soğuk ve ıssız bir uzağında bir bağ koptu, bir şey gereğinden çok uzaklaştı başka bir şeyden.
İlk yazın unutturduğu ağrıları hatırlatır. Beden elbisesinin kaçınılmaz eskiyişini, gücün ve kuvvetin geçen her günle birlikte geri dönülmez olarak yittiğini anımsatır. İnsanın kaderini sevemeyeceğini yeniden öğretir eylül, yaşı olanlara. Yaşı olmayanlar duyamaz bu gerçeği. Seçmediğini sevemeyeceğini bilir her insan derinlerinde. Eylül, derinlere gömülen başka nice gerçeği, akıl denizinin yüzeyine çeker dolunay gibi. Köpürtür ve yükseltir bu denizi. Düşlerin kayalarına çarpar günlerce. Onların yeniden görünmesi, her mevsim artan bir bilgelik katar bakışlarımıza.
Ama varolmanın deli bal tadını da hatırlatır. Sevmese de kabul etmesi gerektiğini öğretir onlara. Yaş biriktirecek kadar şanslı olanlara. Yalnızlığın soldurduğu hevesleri, unutulan sevgilileri kabul ediverir yaşı olanlar. Didişmekten yorulur, dinlenirler. Daha az isteyerek, daha kolay yaşanabildiğini öğreniverirler ansızın. Hepsini eylül öğretir. Eski çağlarda kalmış ve artık kullanmadığımız seslerin harfleri gelir dillerinin ucuna.
Şarkılarda, şiirlerde geçen renksiz bir sözcüktür ölüm. Birdenbire yaklaşır, yakınlaşır, neredeyse görünür olur ve bir anlam kazanır. Eylül’ün hikmetidir. Gözleri dalar, bir boşluk büyür bakışlarında. Sonra irkilip ince bellerine sararlar kemikleri belirmiş parmaklarını, masadaki çay bardaklarının. Soğutmaktan korkarak...
Eylül geldi. Güzün çilli güzeli. Bir kenarda unutulsun diye bırakılan yalnızlıkları büyütür her seferinde. İyidir yalnızlık. Dikey uçurumlarımızdan düşmeden bakarız Tanrısal içimize. Ve her gelişinde akıllardaki sıradan yaşanmışlıkları siler. Eğer ömürleri varsa, yeni hazlar için yer açar hafızalarda. Sokaklara, dükkanlara, kahve önlerinde oturan işsiz güçsüz adamların bakışlarına da gelir Eylül her sene.
Akşamla beraber, akşam kadar geniş ve yorucu yalnızlıklar taşıyan, bakışları kırgınlıkları ile kırışan kadınların yürüyüşlerine, yine o kadınların evlerini özleyişlerine, yıllar var ki aşkı unutuşlarına da geldi eylül. Anıımsadılar ilk öpüşleri ve hemen unuttular. Unutmasalar tükenirlerdi eylünün daha ilk günlerinde. Unuttular. Evlerinin kapılarını anahtarlarıyla açtılar. Aynalara yürüdüler ve yorgun bir alışkanlıkla yokladılar bakışlarını, yokladılar telleri incelen saçlarını. Elleri bedenlerine gitti. Yokladılar taşımaktan kibir duydukları güzelliklerini. Yalnızca kendilerinin bildiği günahlarını anımsadılar pişmanlık duymadan ve hemen unuttular.
Toprak, açlıkla emdi kokusunu onun. Yüzünü kurutan lodosların kuvvetini tüketti eylül. Nemli, serin poyrazlar için kıpırdandı, yekindi toprak. Çiğdemler uyuyordu bir koca yazdır. Bir anne gibi uyandırdı onları da. Sarı ve beyaz çiğdemleri. “Kalkın, süsleyin, bezeyin beni” dedi.
Eylül geldi. Akıllarında sözcükler dolaştıran, cümleler kurup deviren, anlamlar tasarlayan bir nice adamın ve kadının düşlerini gümüşledi, inceltti. Şairce hayaller kurdurttu onlara. Uzaklardan geçen ve hiç görmedikleri trenleri özletti. Eylül geldi.