EVLÂTLIK - KÖKLER
EVLÂTLIK
İki adam bir kadın, üç atlı, akşam karanlığının henüz çöktüğü vadide sakince yol alıyorlardı. İki adam önde, kadın ise hemen peşlerinde, yatsı ezanı vakti buluşma yerinde olmaları gerektiğini biliyorlardı.
Köyün son evini de geride bırakalı az bir vakit olmuştu. Ay ışığı altında, hafifçe aşağı doğru meyilli olan toprak yoldan ilerlediler. Vadinin sonundaki dere kenarında bulunan çeşmenin başında, diğer köyden gelecek olan kişilerle buluşacaklardı.
“Ağabey, feneri yakayım mı?“ dedi Hasan Basri.
“Şimdilik gerek yok, pilleri idareli kullanalım.”
“Yengem bir sıkıntı yok değil mi?” diye Hasan Basri arkaya doğru seslendi.
“Hasan’ım hiçbir sıkıntı yok şükür.” dedi Asiye.
“Benim hanım cevvaldir.” dedi Cevdet. Üçü birden gülümsedi ve belki bu sayede biraz olsun heyecan ve gerginlikleri azaldı.
Çeşmenin başına vardıklarında atlardan indiler. Biraz erken gelmişlerdi, komşu köyden gelecekler henüz ortada görünmüyordu. Önce atları yalağın başına getirdiler. Sadece biri su içti, diğer iki at içmedi. Sonra atları, hemen yan tarafta iki söğüt ağacının arasına çakılmış kola bağladılar. Kendileri de oradaki taş merdivene oturup beklemeye başladılar. Bu arada Hasan Basri, atının heybesinden çıkardığı el fenerini hâlâ yakmıyordu.
“Birazdan gelirler.” dedi Cevdet.
Aslında heyecandan yerinde duramayan ve nedense bunu belli etmek istemeyen Hasan Basri, başı ile ağabeyini onayladı. Oysa heyecanı kadar endişesi de vardı. Biraz sonra hayatını tamamen değiştirecek ‘emaneti’ alabilmesi için, karısının özenle hazırlayıp göğsüne sardığı çantaya baktı. Elleriyle kontrol etti. Kuşak da içindeydi…
“Ağlarsa ne yapacağız yenge?”
“Merak etme oğlum, ben buradayım.”
İşte bu; Hasan Basri için duyabileceği ve yeryüzünde şu anda en ihtiyaç hissettiği cevap oldu.
Hilâl şeklindeki ay, bozkırdaki bu vadiyi yeterince aydınlatmıyordu. Etraftaki her şey belli belirsiz koyu gölgeler halinde bir silüetten ibaretti. Ayakta duran atların nefeslerindeki hırıltı, çeşmeden akan suyun hışırtısı, dere kenarındaki kurbağaların sesleri ve artık uzakta olan köyden cılız da olsa köpek havlamaları duyuluyordu. Sıcak kalplerdeki heyecana rağmen, bu ıssız bozkır akşamının diğer akşamlardan farkı yok gibiydi…
Uzaklarda iki karanlık silüet belirdi… Yaklaştıkça belirginleşmeye başlayan karaltı halindeki iki silüet, bekledikleri kişiler olmalıydılar. O ana kadar sakin duran atlar, gelenleri hissedince biraz huysuzlandılar.
Kasketinin altından sarkık uçları fark edilen olabildiğince kırlaşmış saçları, eskimiş ama düzgün görünen ceketiyle muhtar ve kısa, kumral, saçları dağınık; tıraş olunmamış sakalları, pejmürde gömleği ve eski pantolonu ile yaşça muhtardan epeyce genç görünen bir adam geldi.
“Selamünaleyküm.” diye tok bir ses duyuldu.
“Aleykümselam muhtar.” diye karşılık verdi Cevdet.
Bekleyen ve gelen adamlar birbirleriyle tokalaştı. Kadın biraz geride durdu.
“Nasılsın Asiye bacı?” dedi muhtar.
“Sağ ol muhtar efendi. Şu işi hayırlısıyla halledelim inşallah.”
“Evet evet! Hava da serin, yavrucak üşümesin.” dedi muhtar ve yanındaki adama işaretini verdi.
İçindeki değerli yükün her anlamda koruyucusu gibi görünen, koyu kahverengi kaput bezinden itina ile yapılmış ve dört ucundaki sabit iplerle, genç adamın göğsünden sırtına doğru sarılı istisnai çanta, oradaki herkesin dikkat noktasıydı.
Kahverengi çanta büyük bir özenle genç adamın göğsünden alındı. Aynı itina ile Hasan Basri’nin göğsüne sarıldı. Sakine gelin tarafından hazırlanan çanta da atın heybesine konuldu.
Bu arada Cevdet, muhtarın kolundan tutup birkaç adım öteye doğru götürdü ve “Her şey konuştuğumuz gibi, değil mi muhtar?” dedi.
Muhtar kendinden emin bir tavırla başını salladı.
Cevdet az ötedeki atının heybesinden, gazete kağıdına sarılı bir tomar para çıkartıp uzattı. Muhtar parayı aldı ve saymadan, doğrudan kendi atının heybesine koydu ve “Hayırlı uğurlu olsun!” dedi. Oradaki herkes sessiz bir şekilde “Amin.” dedi.
Yenge, Hasan Basri’nin kucağındaki bebeğe iyice yaklaştı ve öylece biraz bekledi.
“Nefesini kontrol ediyor galiba.” dedi muhtar.
Sonra elini bebeğin sarılı olduğu bezin içine soktu ve vücudunda bir şey arıyormuş gibi gezdirdi. “Şükür!” dedi ve eğilip bebeği öptü.
Bozkırın ortasında, gecenin loş ortamında, üç adamın bakışları arasında gerçekleşen bu olaydan sonra kimse daha fazla bir şey demedi. Çünkü üç çocuk büyütmüş yengenin bir bildiği olmalıydı. “Şu heybeden kuşağı verin.” dedi Asiye… Nihayet bebeği uyandırmadan kuşağı da sardılar.
Hasan Basri mütemadiyen “Bismillah” diyor; hem heyecanını bastırmaya hem de olabildiğince dikkatli olmaya çalışıyordu. Kucağına sarılmış bebeğin sıcaklığını hissetmesine henüz imkân yoktu. Loş ortamda yüzünü görmeye çalışıyor ama sadece bebeğin ağzındaki emziğin kımıldadığını fark edebiliyordu. Kollarıyla biraz sarmaya çalışıyor sonra da sıkmamış olmak için kollarını gevşetiyordu. Aslında tam da nasıl davranacağını bilememenin şaşkınlığı ve acemiliği vardı üzerinde. Başlarda jandarmaya rastlama korkusu ağır basarken şimdi bebeğin ağlama ihtimali daha tedirgin ediyordu.
Dönüş yolu, olabildiğince sakindi ve yavaştı. Bu sefer önde Cevdet, arkada Hasan Basri ve yenge ilerliyorlardı. Bebek ağlar ise hemen duracaklar ve yenge müdahale edecekti.
“Biliyor musun yenge, daha üç aylıkmış.”
“Aslında hemen doğumdan sonra alınmalıydı. Ana kokusunu bilmeden almak daha iyi olurdu ama işte şartlar böyle gelişti… Adı belli mi?”
“Münevver diyorlar ama daha şehre inip kayıt yapılmamış.”
“Zaten kayıt yapılsaydı, evlâtlık alamazdık.” diyerek araya girdi Cevdet.
“Acaba anası çok ağlamış mıdır?” dedi Hasan Basri.
“Ağlamıştır herhalde ama daha beş kızı var. Beş kızdan sonra erkek olur diye umut etmişler, bu sabi gelmiş dünyaya…”
“Çok zor bir durum değil mi yenge?”
“Zor ama biz ona çok iyi bakacağız.”
“Ee tabii, bu da bize Allah’ın bir emanetidir!” dedi ağabey.
“Artık o bizim evlâdımız.”
Köylerine doğru yaklaşmışlardı. Köyün girişindeki evlerden süzülen gaz lambası ışıkları belli belirsiz seçilebiliyordu. Bazı evlerin avlularından birkaç köpek çıkıp yolu kesmek istedi ama bu, atları bile korkutmadı. Zaten köpekler de fazla ısrarcı olmadılar. Belli ki insanlar, atlar ve köpekler birbirine aşinaydı bu topraklarda.
Yol boyunca söylemek isteyip de dile getiremedikleri konuları şimdi biraz daha rahatlamış olarak konuşmaya başladılar.
Bebek biraz mırıldanmaya başlayınca Hasan Basri telâşlandı. Yengesine biraz daha yaklaşarak:
“Uyanıyor galiba.” dedi.
“Sakin ol, eve az kaldı.”
…
Böylesine bir sabırsızlık yeryüzünde az görülmüştü. Sakine gelin, biraz sonra sağ salim gelmeleri için sürekli dua ettiği ve artık ömrü boyunca beraber olacağını bildiği evlâdı ile ilk defa karşılaşacaktı.
Evde her şeyi olabildiğince hazırlamıştı Sakine gelin. Hava soğuk olmamasına rağmen sobayı bile yakmış ve bir de küçük yatak yapmıştı. Dört yıllık evliliğinin üç yılında, bu yatağı hazırlayacağı anın hayalini ne de çok kurmuştu. Örtüsünün ucunun bile kıvrılmasına müsaade etmediği yatağın başucunda, kaçıncı tavafı olduğunu kendisi bile bilmiyordu.
Şimdi, odanın içinde heyecanla dolanıyor, ara sıra pencerenin kenarına gelip bakıyordu. Bu ahşap evin odasında, ocakta yanan ateşte büyükçe bir tencere içinde pişen tavuğun kokusu, her tarafı sarmış olmasına rağmen şu an hiç de oralı olası yoktu Sakine gelinin.
Pencere kenarına oturdu. Ocaktaki alevin ve gaz lambasından çıkan ışığın parıltıları birbirine karışıp duvarda ‘gölge oyunu’ gibi yansıma yapıyordu. Bazen duvardaki gölge oyununa bakıyor bazen de pencereden dışarı bakarak gelen giden olup olmadığını kontrol ediyordu.
Bir ara, kendinden geçer gibi oldu. Uyku değil de sadece kurduğu hayallerin peşinde koşuyor gibiydi. Artık bu evde bir bebek olacak, büyüyünce ‘ana’ diyecekti.
‘Ana’ demesine der de ya gerçek anasını merak ederse. Ya, başkaca problem çıkarsa ve kendi anasına geri dönmek isterse. “Beni niye anamdan ayırdınız?” derse… Bu hesapları yapmaya başladığında, nasıl cevaplar bulacaktı? Belki bu düşüncelerin belki de yaşadığı gerginliğin ve heyecanın etkisiyle, birden ağlamaya başladı. Sonra telâşlandı ve hemen kendine gelmesi gerektiğini hatırladı.
“Daha şimdiden bunları düşünmemek lazım.” diye kendisini telkin etmek istedi. Hızlıca gözyaşlarını sildi ve koşarak ayakyolundaki musluk başına gidip yüzünü yıkadı. Sanki bayram günüymüş gibi en temiz havluları da asmıştı ya, onlardan bir tanesi ile yüzünü iyice sildi ve havluyu özenle yerine koydu.
Pencerenin kenarına tekrar oturdu. Dizlerini kıvırdı ve ellerini avcunun içine aldı. Hayaller kurmaya başlamıştı ki, atlı bir karaltı avlunun önünde belirmeye başladı.
Önde olan ağabey çevik bir hareketle atından inip avlunun kapısını açtı. Hep beraber içeri girdiler. Sakine gelin koşarak avluya çıktı ve gelenleri karşıladı.
“Gaz lambasını getirseydin ya.” dedi yenge. Unutmuştu Sakine gelin. Heyecandan başka şeyleri de unutmuştu zaten. Şimdi sorsalar kendi adını bile söyleyebilecek durumda değildi.
Hasan Basri, göğsüne sarılı olan bebek ile beraber attan inip hızlıca eve girdi. Kalp atışlarını ağzında hisseden ve nefes almayı bile unutacak gibi heyecanlı olan karısı Sakine de, bebeği görebilmek için kocasına yapışmışçasına peşindeydi. Neredeyse sendeleyip düşeceklerdi. Asiye de onların bu kontrol dışı heyecanından herhangi bir maraz çıkmasın diye peşlerinden koştu. Avluda kalan atları ahıra bağlamak ve yemlerini vermek de Cevdet’e kalmıştı. Ağabey gülümsedi ve “Şükürler olsun!” dedi...
Bir süre sonra evin içindeki şiddetli heyecan fırtınasına Cevdet de dâhil oldu. Cevdet, savaş kazanmış komutan edası ile sedirin başköşesine oturdu. “Bizden bu kadar gelin hanım, artık sıra sende.”
Yenge, eşinden gelen bu söz üzerine “İlk günlerde zorlanırsın ama sonrası gelir.” diyerek, bu konularda çok bilgili ve tecrübeli olduğunu her daim göstermek istedi.
Yeni baba Hasan Basri ise daha ne olduğunun pek de farkında değil gibiydi; gaz lambası ve ocak ateşinin aydınlattığı odada, hâlâ uyumakta olan bebeği seyrediyordu.
Sakine gelin için, ne söylenenlerin ne de olanların önemi vardı. Hatta ocaktaki çay suyunun veya biraz sonra kurulacak sofranın bile önemi yoktu. Her yaptığını kendinden geçmiş bir tavırla, ezbere yapıyordu. Çünkü Sakine gelinin şimdi tek istediği, bebeğin uyanması ve onu kucağına alabilmekti.
Bebek uyanana kadar yer sofrasını hazırlamaya karar verdiler. Yenge, gelinin heyecanını bildiği için her şeyi kendisi yapmaya çalışıyor ama bunu belli etmek istemiyordu. Bebek uyandığında neler olacağını merak ediyor ve hatta o duruma şahitlik etmek için sabırsızlanıyordu.
Yeni ana-baba mutfakta bir an yalnız kaldılar.
“Nasıl kokuyor?” diye sordu Sakine.
“Ne nasıl kokuyor?”
“Bebe işte, nasıl kokuyor çok merak ediyorum.”
“Bilmiyorum ki koklamadım.” diye karşılık verdi.
“Ama ufacık burnu var. Bir de uyurken bile meme emiyor.”
Cevdet de her ne kadar belli etmemeye çalışsa da, bebek uyanınca neler olacağını merak ediyordu. Şu ana kadar ayrıntılı şekilde bebeğin yüzüne bakmadığını fark etti ve yavaş adımlarla yerinden kalkıp bebeğin yanına gitti. Gaz lambasının aydınlattığı bu loş odada uyuyan bebek gerçek bir melek gibi görünüyordu. Biraz daha baktı ve “Seni yaradanagurban olayım.” dedi. Sonra da yavaşça yerine oturdu ve “Allah’ıma şükürler olsun, kazasız belâsız hallettik.” diye içinden geçirdi.
Yere sofra bezi serildi.
Sakine gelin artık iyice sabırsızlanmıştı. “Uyandırsak mı yenge?” diye kısık sesle sordu.
“Sabırlı ol kız, birazdan uyanır zaten.”
Yere serilen bezin üzerine sofrayı biraz sertçe koyan Sakine gelin, kimse fark etmeden gürültü çıkarmış oldu. Bebek belki bu gürültüye uyanır diye düşündü ama istediği gibi olmadı. Sofranın başına oturdular. Tencereden büyük çanağa çorbayı koyarken, bebeğin ağlama sesi duyuldu.
Sakine gelin hemen elindeki tencereyi bırakıp bebeğin başına koştu. Hasan Basri ve yenge de geldi. Yarım dolmuş çanak ile sofrada yalnız kalan Cevdet, biraz geriye doğru yaslanarak olanları seyretmeye başladı.
Yenge, bebeği yataktan alarak Sakine gelinin kucağına verdi. Daha önce anne olmayan Sakine gelinin bebeği kucağına alışı ve şefkatle göğsüne yaslaması Cevdet’i şaşırttı.
“Kucağına da çok yakıştı.” diyebildi.
Dokuz yüz yetmiş üçün yaz başı bir gece vakti, dağ köyündeki bu evde, bir bebeğin ilk ağlama sesiyle, mutluluk evin içine sığmayıp dışarılara kadar taştı…
KÖKLER
Karmaşık düşünceler bir şeyi gizler gibi
Ufka dalan gözlerim geçmişi izler gibi
Neler yaşandı, bitti; neler söylendi, bilmem
Çevremde seyrettiğim yalancı yüzler gibi
Anne nedir aslında, kimdir anne dediğin?
Yüreğimden sökülen kök salmış özler gibi
Babanın hükmü nedir, koruyup kollar mı hep?
Hayatıma yön veren, izleyen gözler gibi
Evlâtlığın kaderi kime benzer, bilinmez
Deniz köpüğü ile kaybolan sözler gibi
Evlât olmak kolay mı, nasıl evlât olunur?
İçimdeki duyguyu dağlayan közler gibi
Sıcacık sevgilere hasretim hep derinden
Bahara meftun olan, bekleyen güzler gibi
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz