EKMEK ARASI
“Ekmek arası”, tadını bilenler için keyif değil, çoğu kez hayat yarası...
Evleri kira idi. Fabrikada çalışan baba, üç çocuğunu hem okutuyor hem de evin bütün ihtiyacını karşılamaya çalışıyordu. Karısı ise halı dokuyor, aldığı üç beş kuruşla kendince ev ekonomisine katkıda bulunuyordu. Yokluğun gayet tok olduğu yıllardı doksanların sonu...
Varlık da yokluk da bir imtihan. Fakir kelimesini maddiyatla bağdaştırmayı hiç sevmesem de toplum terimleri ile konuşunca, fakirdi aile...
Çocuklardan büyüğü, askeri okulu kazanmıştı. En büyük avantajı yemek, yatak ve okul masrafı yoktu. Lâkin bununla da bitmiyordu ihtiyaç. Yolu, kıyafeti, harçlığı vs. yine evden tedarikle oluyordu. Tevafuken şahit olmuştum. Onlarda bulunduğum gün; izni biten genç öğrenci, okuluna dönecekti. Akşam için bilet alınmış, valizi hazırlanmıştı.
(Küçücük yaşında öğrenmişti gurbeti. Şehirler arası yollarda cam kenarına oturup, saklı gizli döktüğü gözyaşları ile yol arkadaşlığı yapmayı da öğretirdi hayat. Yeri geldi mi cana, dişe, dayana dayana hem de. Hiçbir yerde saymasa da dert, yokluk, kimsesizlik karşısında adam yerine koyuverirdi.)
Bu arada bilet parası ve küçük bir meblağ harçlık borç bulunmuştu. Akraba çevresine yüz suyu dökülmüş, onlardan medet olmayınca bir komşudan ricacı olunmuştu. İkramiye, olmadı fazla mesai umudu ile alınmış, eksik tamam edilmişti. Eksildikce tamam olmanın hesabını da varın siz yapın!..
Anne, belli etmemeye çalışsa da bir yandan ellerini ovuşturuyor, bir yandan da sofra bezini sobanın yanına seriyordu. Beyaz koca bir tepsi ile girdi sonra. (Sini deriz biz. Yer sofrasının gösterişli ve ağır emektarıdır. Yemek çeşidine ve misafir sayısına göre büyür ve de küçülür.) Tepside ise bir kase toz şeker, üç-dört bardak ve eski alüminyum tavanın ortasına yapışıp kaybolmuş iki adet yumurta, yanı başında ise somun ekmek. Delikanlı bozuntuya vermeden oturdu sofraya. Çeyrek çeyrek böldüğü ekmeğin arasına, kaşığın ucuyla değdirdiği yumurtayı katık yaparak bir buçuk somunu yedi. Nezaketle, hürmetle ve kırıntısına dahi saygıyla muamele ederek; “Doydun mu?" dedi annesi.
İhya etti onu oğluşu...
Sanki mükellef bir ziyafetin teşekkürüydü bakışları. (Paşa çayı derler. Külliyen yalan. Çay kutusunun dibinde kalan en son yapraklardır demliğe atılan. Sarımtıraktan kızıla çalar işte...) Bardağındaki son yudumu da yudumlayıp, sessizce kalktı sofradan.
Vakit yaklaşıyordu. Minibüsle terminale geçecek, oradan da otobüsüne binecekti. Giden garip, sofra garip, kalan garipti. Yoktu öyle yolcu edecek büyük bir kalabalık. Önce annesinin elini öptü, sarıldı boynuna. Sonra da bizlerle vedalaştı. Kapı önünden uğurladık onu. Babası önde o arkada, uzun uzun baktık arkalarından. Tâ ki onlar, köşe başını dönüp, kayboluncaya kadar...
Diğer izine geliş ve gidişleri de bundan farklı olmadı.
Aradan yıllar geçti. Utandırmadı ailesini. Yakışıklı, aslan gibi bir teğmen olarak döndü bir gün. Hepimiz gurur duyduk. Ne tevazusundan ne de o efendiliğinden hiç bir şey kaybetmedi. En zorlu mücadelelere ve harekatlara katıldı. Maaşını almaya başlayınca da destek oldu aileye. Üç katlı, müstakil bir bina yaptırdı. Yavrusunun gününü görmek nasip oldu annesine.
Bir araya gelip de sohbet koyulaştığı zaman tekrar anıyoruz o yılları. Sabahları garnizon yemekhanesinde kahvaltı yaparken, ekmek arası yiyormuş yumurtayı, çayı da paşa çayı içiyormuş bizim komutan. Hüzünle ve şakayla karışık gülümsüyoruz. İşte böyle!.. Kolay yetişmiyor bu aslan parçaları.
“Ekmek arası” ile büyümüş Anadolu çocuklarının bambaşka oluyor vatan sevdası. Tırnaklarına taş değdirmesin Rabbim. Ana ocaklarında soğumasın hiçbirinin paşa çayı.
Can parçası evlatlar
Vatan da millet de
Daim size minnettar!..