DUVARDAN AY’A İNSANDAN DÜNYAYA - MELODİNİN FISILTISI
Bir perşembe akşamı saatler dokuzu gösterdiğinde Truva Radyo’da (www.truvaradyo.com) “Melodinin Fısıltısı” adında bir program başladı ve bir ses; “Sessizliği biraz kenara bırakalım.” dedi.
O an anladım; müzik, sadece müzik değildir. Bir toplumun akciğerleri gibi genişler şarkılar...
Kimi zaman protestonun nefesidir kimi zaman yasın iç çekişi kimi zaman da ay ışığında usul usul parlayan bir teselli…
An gelir bir bastırılmışlık ya da sıkışmışlık, duvar örer içimize ve bazen kendi hikâyemizi anlatamayız ama bir şarkının melodisinde onu yeniden duyarız, öyle değil mi?
O gece o radyodaki program, Pink Floyd’un “Another Brick in the Wall” şarkısı ile açılmıştı.
Severim bu şarkıyı. Melodisi güzel, sözlerinin felsefesi derindir. Şarkının ilk kısmında bir babanın ölümü ve Pink adında bir çocuğun yasla karışık bir farkındalığının melodisi olan bir ninni ile büyürken o çoçuğun gözünden dünyanın acımasız yüzünü de görürüz.
İkinci kısımda Pink artık okul çağındadır. Okulda ona öğretilen şey itaat olur ve öğretmen, bir figür olmaktan çıkıp bir sisteme dönüşür. Sınıflar birer üretim bandı gibidir ve düşünmeyen, sorgulamayan, tek tip bireyler yetiştirir.
Üçüncü kısımda ise Pink artık büyümüştür ve artık kimseye ihtiyaç duymadığını zanneder. Aşkı, dostluğu ve iletişimi reddeder ama aslında bu onun için özgürlük değildir. Bu, duvarın arkasında dönüp dolaşan bir yalnızlıktır sadece.
Gerçekten de bu duvar ile başlıyor her şey öyle değil mi?
Pink Floyd’un aynı adlı albümündeki bu şarkının “duvar” metaforu, hepimizin içine örülen duvarlardan başka bir şey değil. Albümün Pink adındaki kahramanının babasının savaşta ölümü, annesinin aşırı korumacı tavrı, öğretmenlerin otoritesi gibi her yaşadığı olay onun hayatına duvarı ören bir “tuğla” olarak ekleniyor.
Çocukluktan başlayarak zihnimizde üst üste konan tuğlalarla ördükçe o duvarı; içimizde, güvende sandık kendimizi ama sonra anladık ki güven ile hapsolmanın sınırı aynı çizgiymiş.
Sonra, duvarın ardında büyüyen o çocuk, sokağın köşesinde başka bir sese rastladı. Genç bir adam elinde gitarıyla; “Come gather ’round people… (Toplanın, insanlığın etrafında bir araya gelin…)” dedi.
Melodinin Fısıltısı’nda Bob Dylan’dan “The Times… They Are A-Changin’” çalmaya başlamıştı.
Bu şarkı ilk yayımlandığında, dünya hem politik hem kültürel bir eşikteydi. ABD’de Sivil Haklar Hareketi, ırkçılığa ve eşitsizliğe karşı sokaklarda yükseliyordu. Vietnam Savaşı henüz başlamış ve her yerde huzursuzluk vardı. Kennedy suikastının yarattığı karanlık, bir kuşağın umutlarını sorgulamasına neden olmuştu.
Bob Dylan, bu atmosferde bir bildiri bir marş bir çağrı yazmıştı. Ama bu çağrı, Pink Floyd’un “We don’t need no education” isyanından farklıydı. Bob Dylan’ın isyanı, yıkmak değil, uyanmak içindi. Onun sesinde öfke yerine uyarı vardı. Yargılayan değil, haber veren bir tondaydı tıpkı bir kehanet gibi…
Bob Dylan’ın “zaman”ı kronolojik bir zaman değil, bilincin dönüşümüydü. O, zamanı devrimci bir kuvvet gibi görüyordu; tıpkı insanı, kurumları, düşünceleri eriten bir su gibi. Bu yönüyle Bob Dylan “The Times… They Are A-Changing” ile Herakleitos’un “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” ilkesini şarkıya dönüştürmüştü. Zaman değişir, insan da değişir ama kim değişime direnirse o boğulur…
Zaman değişiyor gerçekten de fakat değişim, yalnızca meydanlarda, pankartlarda, bildirilerde değildi. İçimizdeki düğümü çözmeyen hiçbir slogan kalıcı olamıyordu.
Nitekim o dakika Truva Radyo’da Melodinin Fısıltısı’nda değişim rüzgârının üstünde süzülen bir özgürlük türküsü duyulunca bir kırlangıç geçti üstümüzden; bir buzağı pazar yerine sürülürken özgürlüğün aslında önce merhametle başladığını öğreteceğini anladım.
Joan Baez’den “Donna Donna” çalmaya başlamıştı ve bu şarkı, savaş sonrası kuşağa “empatiyle direnmenin” mümkün olduğunu hatırlatan bir şarkıydı.
O an; “Empati yapabilmek için insanın kendi içindeki karanlıkla yüzleşmiş ve barışık olması gerekir.” diye düşünürken sessizliğin sesini duydum.
Simon & Garfunkel’den “The Sound of Silence” çalmaya başladı…
Işıklara, reklamlara, neon tanrılara boğulmuş bir çağda, iki insanın birbirini duyamadığı gerçeği şarkıya dönüştü Truva Radyo’da...
1960’ların sonunda teknolojinin hızla yükseldiği ve televizyonların evlere girmesinden sonra her şeyin medya olduğu bir dünyanın eleştirisiydi bu şarkı.
İnsanlar konuşur ama anlamaz, dinler ama duymaz...
İşte bu, Pink Floyd’un “duvar”ına çok benzer bir ruh hâli ama tek farkı o duvarın içinde dönüp dolaşan sessizliği anlatması. Bu şarkının bir de mistik bir boyutu var. İnsan artık Tanrı’ya değil, kendi icat ettiği ışıklara tapmaktadır. Reklam panoları, televizyon ekranları, şehir ışıkları, yani “neon tanrılar.” Bu anlamda, kapitalizmin yükselen parlaklığına karşı ruhsal bir isyandır bu şarkı. Joan Baez’in “Donna Donna”sındaki buzağı burada artık ışıklarla kandırılan bir kalabalığa dönüşmüştür. Yani özgürlük, bu kez sessizliğin içinde kaybolmuştur.
Bu yüzden “The Sound of Silence” şarkısı dinleyicisine; “Sen kendi sessizliğini duyabiliyor musun?” diye sorar çünkü gerçek devrim bazen çığlıkla değil, sessiz farkındalıkla başlar.
O sessizlikte de Pink Floyd’un öğretmeni, Bob Dylan’ın politikacısı, Joan Baez’in buzağısı artık yoktur, sadece insan kalmıştır.
Ve insan nihayet kendi iç sesini duyar:
“Hello darkness, my old friend.”
O an anlarız ki korkmaya gerek yokmuş, karanlık düşman değilmiş meğer; sadece insanın kendi içine açılan kapısıymış…
Derinlere inmeye başlayınca başka bir şarkı bizi bir nehrin kıyısına götürdü o gece…
Leonard Cohen’den “Suzanne”…
Su, akış, sezgi…
Mantığın açıklayamadığını sezgi anlar; aklın kaldığı yerde ruh suyu arar.
Leonard Cohen bir şairdi aynı zamanda ve suyu, hep ruhsal farkındalığın simgesi olarak kullandı. Bu şarkının kahramanı Suzanne de, dinleyiciyi bu akışa davet eden bir rehber. Şair ile kadının buluşması ise ruhsal bir vaftiz gibi. Kadın, şairi şehrin gürültüsünden, kargaşasından çekip çıkarır; onu sessizliğe, suyun kenarına yani hakikatin kıyısına götürür.
Bu şarkının kahramanı gerçek hayatta Suzanne Verdal adında bir dansçı. Leonard Cohen onu Montreal’de tanımıştı ama onunla hiç sevgili olmadı. Onun bu kadında gördüğü şey hem dünyevi hem kutsaldı. Suzanne, aklın sınırlarında yaşamaktaydı; mantığın değil, sezginin tarafındaydı. Leonard Cohen’in bu şarkıda onu “half crazy” (yarı deli) olarak tanımlaması bu yüzdendir. Belki onu yarı deli olarak tanımlamak Leonard Cohen’in tipik ironilerinden biridir.
Toplumun “deli” dediği şey, aslında uyanmışlık hâli değil midir? Suzanne deli diye düşünülür çünkü dünya zaten delirmiştir ve aslında Suzanne, bu dünyadan kurtulmuş tek akıllıdır.
Suzanne”, 1967’de yayımlandığında dünya Bob Dylan’ın politik rüzgârı altındaydı ama Leonard Cohen o rüzgârı takip etmedi. Bob Dylan’ın “değişen zaman”ına karşılık; “değişmeyen insan ruhunu” yazdı. Ona göre, savaşlar, isyanlar, sessizlikler arasında geriye kalan tek şey sevgi ve anlamın kırıntısıydı.
Şöyle de diyebiliriz. Pink Floyd’un “duvarı”nın yankısında, Bob Dylan’ın “zaman”ının ötesinde, Joan Baez’in “vicdanı”nın içinde, Simon & Garfunkel’in “sessizliği”nin ardından Leonard Cohen bir mum yakar, suya bırakır ve der ki; “Gerçek devrim, insanın kalbinin özünde saklıdır.”
Bunu anlamakta ya da fark etmekte zorlanmış olacak ki insanoğlu, David Bowie’den “Space Oddity” çalmaya başladı Truva Radyo’da ve bir astronot düştü sessizliğe…
Major Tom…
Uzayda salınan bir yalnızlıkla anladık ki teknoloji göğü yaklaştırırken, anlamı uzaklaştırabiliyormuş. Bu şarkı 1969’da yayımlandığında dünya Ay’a inişi konuşuyordu. Neil Armstrong’un “small step for man” cümlesi havadayken, David Bowie başka bir astronotun, Major Tom’un hikâyesini anlattı ama onunki kahramanlık değil, yabancılaşmanın öyküsüydü.
“Space Oddity”, insanın uzaya bakarken aslında kendini kaybedişinin şarkısıdır. Major Tom, bir kahraman değil, bir simgedir. Modern insanın teknolojinin içinde Tanrı’dan kopuşunun metaforudur.
Şarkı baştan sona geri sayım, yükseliş, kopuş ve sessizlikten oluşan bir ritüel gibi ilerler. David Bowie’nin vokali her seferinde daha uzak gelir, sanki gerçekten iletişim kopmuştur. Müziğin elektronik dokusu, insan sesinin yavaş yavaş makineye karıştığını hissettirir.
Ancak Major Tom, hem makineyle bütünleşmiş hem de ondan kopmuştur. Bir kontrol odası (ground control) ona talimat verir, oysa o artık talimatın ötesine geçmiştir. Major Tom artık dünya yasalarından, yerçekiminden, kimlikten kurtulmuştur. Bu, Leonard Cohen’in ruhsal yükselişinin teknolojik versiyonudur.
Bu, Nietzsche’nin “Tanrı öldü!” cümlesinin uzay versiyonudur. İnsan, Tanrı’nın yerini almış ama anlamı kaybetmiştir.
Truva Radyo’da o geceki müzik yolculuğunda uzaydan yeryüzüne döndüğümüzde ilk duyduğumuz isim, kalabalık içinde yapayalnız bir kadındı.
Eleanor Rigby...
Eleanor, bir düğünün ardından kilisede yerdeki pirinçleri toplayan kadındı. Kendisi hiç evlenmemişti. O, başkalarının mutluluk kırıntılarını süpürüyordu. O, toplumun görünmez insanı; yaşar ama fark edilmez. Tarihin binlerce “Eleanor”undan biridir.
“Eleanor Rigby”, The Beatles’ın 1966 yılında yayımladığı “Revolver” albümünde yer alan bir parçadır. Bu, Dylan’ın “Times They Are A-Changin’”den iki yıl sonradır. Yani toplumsal değişim çağrısının hemen ardından gelir ama bu kez umut değil, yorgunluk vardır. Dünya değişmiştir ama insan hâlâ yalnızdır. Sokaklar kalabalık ama kalpler boştur. David Bowie’nin “Major Tom”u uzayda kaybolmadan önce, Eleanor Rigby zaten dünyada kaybolmuştur.
Paul McCartney, bu karakteri kurgularken bu ismi bir mezar taşında gördüğünü söylemişti. Yani bu şarkı, gerçekten bir mezar taşının sesiydi. The Beatles, bu şarkıda müziği felsefi bir aynaya dönüştürmüştü. Bir toplumun görünmezleri, mezar taşlarının gölgesinde konuşuyurdu ve o konuşmalar en çok vicdana dokundu çünkü o yıllarda empati, insanlığın kaybolan dili olmuştu.
Empati yapmayı öğrenmenin temelleri çekirdek ailede atılmaz mı?
Truva Radyo’da Melodinin Fısıltısı’nda artık iki kuşağın birbirini duyamadığı bir odadayız ve Yusuf İslam’dan “Father and Son” şarkısı çalıyor.
Bu şarkı iki sesle başlıyor: Baba konuşuyor sonra da oğul cevap veriyor ama Yusuf İslam iki rolü de kendisi üstleniyor ve iki sesi öyle kurguluyor ki aralarındaki fark, zamanın kendisi oluyor. Baba geçmişte konuşuyor, oğul gelecekte ama ikisi de aynı anda var oluyorlar tıpkı bir insanın içinde geçmiş ve gelecek gibi.
“Father and Son” şarkısı bir insanın yaşlı benliği ile genç benliğinin iç diyaloğu gibidir ama aynı zamanda iletişimsizliğin de kaydıdır. Belki de bu yüzden insan hayatı bu iki sesin hiç bitmeyen çatışmasıdır.
Çatışma, öfke her yerde…
İşte bu kez bir fabrika düdüğü gibi çaldı öfke…
John Lennon’dan “Working Class Hero.”
Sınıfın, emeğin, eşitsizliğin acısı…
Bu kez mesele, artık bireyin ruhu değil; toplumun vicdanıdır.
“As soon as you’re born, they make you feel small… (Doğduğundan itibaren sana kendini küçük hissettirdiler) ” diye başladı şarkı.
Pink Floyd’un duvarını örmeye, Bob Dylan’ın dalgasını bastırmaya, Joan Baez’in vicdanını susturmaya, Simon & Garfunkel’in sessizliğini derinleştirmeye, Leonard Cohen’in dinginliğini kırmaya, David Bowie’nin boşluğunda ses olmaya, The Beatles’ın mezar taşını tersine çevirmeye geldi sanki bu şarkı…
Bu şarkı 1970 yılında piyasaya çıktı. The Beatles dağılmış, John Lennon kendi kimliğiyle yeniden yüzleşmekteydi.
John Lennon, Liverpool’da yoksul bir mahallede büyümüş, babasız kalmış, annesi Julia’yı genç yaşta kaybetmişti. Çocukluğu boyunca okulda, kilisede, toplumda “yerini bil!” diye susturulmuştu. İşte “Working Class Hero”, bu suskunluğun bir patlamasıydı.
Bir röportajında John Lennon; “Bu şarkı, işçi sınıfının nasıl kandırıldığının hikâyesi. Seni eğitiyorlar ama özgürleştirmiyorlar. Seni çalıştırıyorlar ama yükseltmiyorlar.” dedi.
David Bowie uzaya gitmişti; John Lennon fabrikaya indi. Leonard Cohen Tanrı’yla konuşmuştu; John Lennon sendikayla ve Yusuf İslam babasıyla tartışmıştı; John Lennon dünyayla kavga etti ve sonunda bu uzun yolculuk, bu şarkının sonunda; “Bir duvarı yıkmak için önce kimin tuğla olduğunu anlamalısın.” farkındalığına ulaştırdı dinleyenleri.
Öfke büyüdü, sokağa taştı, barikat oldu.
Pink Floyd’un *“duvar”ı, Dylan’ın “değişim” çağrısı, Baez’in “vicdan” sesi, Simon & Garfunkel’in “sessizliği”, Cohen’in “dinginliği”, Bowie’nin “boşluğu”, Beatles’ın “yalnızlığı”, Cat Stevens’ın “kabullenişi” ve Lennon’ın “sınıf bilinci”…
İşte artık bunların hepsi, Rage Against the Machine grubunun “Killing in the Name” şarkısında patlayan bir çığlığa dönüşür.
1990’lar… Berlin Duvarı yıkılmış, ama ekonomik eşitsizlikler, ırkçılık ve kültürel sömürü yeni biçimlerde devam etmekteydi.
“Killing in the Name”, bu yeni çağın sınıfsız ama adaletsiz dünyasına bir yanıt gibidir.
Artık fiziksel duvarlar değil, sistemsel bariyerler vardır. Rage Against the Machine, tüm o sessizliklerin, şefkatlerin, kabullerin ardından şunu haykırır: “Yeter!”
Pink Floyd’un öğrencisi, Bob Dylan’ın protestocusu, John Lennon’ın işçisi, artık Rage Against the Machine’in sokak savaşçısına dönüşmüştür.
Derken Truva Radyo’da Melodinin Fısıltısı’nda öfke bilgiyi buldu; sirenler synth’e dönüştü, ritim marşa. Aynı çağ bize yeni bir yanılsamayı gösterdi: Tanktan çok televizyon, coptan çok algoritma… Direniş, artık bilginin ve bilincin sahnesindeydi.
Muse bir şarkı ile o enkazın içinden ayağa kalkar; “Uprising” yani başkaldırı…
2009’da yayımlandığında dünya, ekonomik krizden çıkmaya çalışıyordu. Wall Street çökmüş, işsizlik artmış, medya manipülasyonu had safhadaydı. İnsanlık, 21. yüzyılın ilk on yılında yeniden görünmez bir otoritenin kuşatması altındaydı. Muse bu atmosferi “bilgi çağının diktatörlüğü” olarak gördü. Artık tanklar değil, televizyonlar yönetiyordu.
Burada sistemin baskısı ekonomik değil, bilgi ve manipülasyon üzerineydi. Medya yalanları, reklam sloganlarının hepsi modern insanı pasifleştirir. Bu, John Lennon’ın “Working Class Hero”daki sınıfsal eleştirisinin dijital versiyonudur.
Ancak Muse’un “Uprising” şarkısı içinde umut barındırır. Artık öfke, saf içgüdüsel bir çığlıktan stratejik bir farkındalığa evrilmiştir.
Muse, Rage Against the Machine’in bıraktığı yıkıntının üzerine bilgi, bilinç ve sanatla direniş ile bir vizyon kurar.
“They will not control us, we will be victorious.”
Bu son tekrar, bir marş gibidir. Artık birey yalnız değildir; dijital çağın çocukları, John Lennon’ın işçileri, Joan Baez’in vicdanı, Bob Dylan’ın gençleri ile birleşmiştir.
Bu noktada Muse’ın müziği bir uyanış frekansıdır ve “Uprising”, çağımızın en gerçek ironisini dile getirir…
“Teknolojiyle zincirlenmişiz ama yine onunla özgürleşeceğiz.”
Muse’un “Uprising” ile bilincin yeniden doğuşuna ulaştığımız noktada, şimdi Zülfü Livaneli’nin “Yiğidim Aslanım” şarkısı ile yeniden insanın kalbine döndük.
Zülfü Livaneli’nin bu şarkısı, bütün o Batı merkezli isyan, bilinç, yalnızlık ve direniş anlatılarının sonunda, bir halkın sessizliğinden doğan evrensel ağıttır. Artık ne bireysel özgürlük, ne sınıfsal öfke, ne dijital bilinç vardır sadece insanın insana yaptığı zulmün önünde söylenen son insanî söz olan “ağıt” vardır.
Yiğidim aslanım burda yatıyor…
Bu dizenin yalınlığı, insanlık tarihindeki bütün devrimci marşların sustuğu noktadır. Zülfü Livaneli, 1970’lerin karanlığında, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamına yazmıştır bu şarkıyı ama tıpkı Joan Baez’in *“Donna Donna”*sının bir buzağı üzerinden tüm insanlığa seslenmesi gibi, Livaneli’nin “Yiğidim Aslanım”ı da sadece bir kişiye değil, bütün susturulmuş kuşaklara söylenmiştir.
Bu şarkı, “devrim”in romantizmini değil, bedelini anlatır çünkü her ideolojinin her isyanın her “uprising”in sonunda bir “mezar” vardır ve o mezarda hâlâ bir insan yatar.
“Yiğidim Aslanım” hem Anadolu türküsü hem Batı tarzı ağıt estetiğini taşır. Melodi, halk müziğinin pentatonik yapısına sahiptir ama Livaneli’nin armonik dokunuşu onu evrenselleştirir.
“Yiğidim aslanım burda yatıyor” gibi sözlerinin sadeliği aslında Hemingway’in cümleleri kadar sade ama ağırdır çünkü bu şarkı çok konuşmaz, daha ziyade susarak anlatır.
Pink Floyd’un öğrencileri, Bob Dylan’ın gençleri, John Lennon’ın işçileri, Muse’un bilinçlileri ve diğerlerinin hepsi de sonunda Zülfü Livaneli’nin bu dizelerinde birleşir: “Yiğidim aslanım, burda yatıyor.”
Çünkü her çağın sonunda, birileri hâlâ “adalet” kelimesini toprağa gömülmüş halde bulur ama o kelime, gömülse de ölmez çünkü hatırlayanlar vardır.
Her büyük anlatının dibinde bir mezar toprağı, bir kadının, bir annenin avuç içi vardır.
Truva Radyo’da ağıtın ardından “Bükülürüm ama kırılmam.” diyen bir kadın sesi eğildi üzerimize. Dayanmanın sanatı, söğüt dalının zarafetinde saklıymış meğer.
I may bend but I will never break,
For you, I’ll be your willow tree.
Bu dizeler, Joan Armatrading’in “Willow” unun tüm felsefesini özetler ki bu da gücün direnci değil, esnekliği seçmekte gizli olduğudur.
“Willow” yani “Söğüt ağacı”, Doğu mitolojilerinde yasın, gözyaşının, Batı mitlerinde ise yeniden doğuşun simgesidir. Kökleri suya, dalları göğe uzanır yani geçmişle gelecek arasında köprü kurar, tıpkı müzik gibi…
Joan Armatrading’in “Willow”u bu anlamda bir insanlık metaforudur: Zülfü Livaneli’nin “Yiğidim Aslanım”ında toprağa gömülen acı, burada suyla beslenen bir hayata dönüşür. Artık yas, umut taşır.
“Willow”da, aşkın, kaybın ve kabullenişin bütün renkleri vardır. Bir kadının sesi, bazen bir ulusun kalbinden daha güçlü çarpar çünkü kadın sesi, duvarları yıkmak için değil, kalpleri onarmak için vardır.
Her kelimesi bir dokunuş her melodisi bir yara izine yapılan pansuman kadar gerçek olan bu şarkıdan sonra bir başka kadın kalbini koydu masaya ve “Bir parça daha al kalbimden” dedi.
Janis Joplin’in “Piece of My Heart” şarkısı, aşkın yıkıcı ama özgürleştirici tarafını gösterir. Sevmek, kaybetmek, ama yine de “bir parça daha al” diyebilmek…
İşte bu, Janis’in kadınlığa kattığı asi şefkattir.
“Come on, come on, come on, come on, take it! (Gel, gel, gel, gel, al)”
Bu tekrarlar sadece duygusal değil, ritüel gibidir. Janis burada sevgiliye değil, hayata meydan okur. “Bir parçamı daha al” derken aslında şunu söyler: “Ne kadar verirsem vereyim ben hâlâ buradayım. Kırılabilirim ama hâlâ sevgiden yanayım”
Kırılganlığın aslında cesaret olduğunu, duygunun zayıflık değil özgürlük olabileceğini Janis Joplin’den öğrendikten sonra yine bir başka bir kadın, dünyayı harf harf hizaya getirdi şarkısıyla.
S-A-Y-G-I
Saygı, insanlık sözlüğünün eksik maddesiydi ve Aretha Franklin’in “Respect” şarkısı o maddeyi yerine koydu.
Bu yolculuğun içinde “Respect” bir çağın yeniden doğuşu, kadınlığın, siyahlığın, insan onurunun “susma hakkını reddettiği” andır. Bu şarkı, kadın kimliğini “kurban” olmaktan çıkarır, özsaygının, ekonomik ve duygusal özgürlüğün simgesine dönüştürür.
Aretha’nın sesi sadece aşkı değil, eşitliği talep eder ve bu talep, 1960’ların bütün özgürlük mücadelelerinin kalbindedir artık ve böylece uzun yolculuk, Pink Floyd’un duvarından çıkan o bastırılmış çocuğun Aretha Franklin’in sesinde sonunda kendi adını kendi değerini kendi insanlığını haykırdığı ana ulaşır: “Respect, just a little bit. (Saygı, birazcık)
O “birazcık” aslında dünyanın yeniden kurulacağı temeldir çünkü bazen devrimler bir bir kelimeyle başlar ve o kelime, bu kez bir kadının ağzından çıkar; “Saygı.”
Truva Radyo’da başlayan U2 Grubu’nun “Sunday Bloody Sunday” şarkısı, Aretha Franklin’in “Respect” ile kazandığımız o insanlık onurunun hemen ardından, dünyanın hâlâ aynı kelimeleri öğrenemediğini yüzümüze vuran bir gerçeklik tokadıdır.
“Sunday Bloody Sunday”, 20. yüzyılın ikinci yarısında müziğin yeniden tanıklık yapma görevini üstlendiği andır. Artık devrim değil, vicdan vardır ve U2’nun sesi tüm insanlığın “yeter artık” çığlığıdır.
İrlanda’nın tarihi boyunca süren Katolik-Protestan çatışması, siyasi bir savaş gibi görünse de aslında bir kimlik savaşına dönüşmüştü.
U2, bu şarkıyla hem kendi ülkesine hem insanlığa şunu sordu: “Din adına, vatan adına, bayrak adına öldürmeye ne zaman son vereceğiz?”
Yani “Sunday Bloody Sunday” sadece İrlanda’nın hikâyesi değil, yirminci yüzyılın sonunda Saraybosna’nın, günümüzde Gazze’nin de hikâyesidir.
Her yerde, her çağda aynı soru vardır; “Kaç masum daha ölecek?”
U2 burada duvarın küllerinden doğan yeni ahlakı temsil eder. Artık devrim sokakta değil, kalpte ve bilincin derinliklerindedir. Aretha’nın “Respect”te kazandığı saygı, Bono’nun sesinde barışa dönüşür.
Şarkı şu cümleyle biter: “Tonight, we can be as one (Bu gece hepimiz bir olacağız)”
Bu, bütün bu uzun müzik zincirinin özüdür. Öfke, umut, yas, sevgi, direniş, onur…
Hepsi aynı kelimede birleşir. Birlik…
“Sunday Bloody Sunday”, insanlığın hâlâ kanayan vicdanına bir ağıttır ama aynı zamanda bir barış duasıdır. U2, Pink Floyd’un duvarından çıkan çocuğa, Bob Dylan’ın değişim çağrısına, John Lennon’ın öfkesine, Aretha Franklin’in onuruna, Zülfü Livaneli’nin ağıdına ve Joan Armatrading’in şefkatine şunu söyler: “Artık konuşmayı değil, anlamayı öğrenmeliyiz.”
Anlamayı öğrenmek neden bu kadar zor, bilinmez.
Sonra Truva Radyo’da bir fısıltı yükseldi. Tracy Chapman’in “Talkin’ ’bout a Revolution” şarkısı bu uzun müzikal yolculuğun, U2’nun “Sunday Bloody Sunday”’nin vicdanından sonra gelen sessiz devrimin şarkısı oldu.
Don’t you know, they’re talkin’ ’bout a revolution
It sounds like a whisper.
Bu ilk dizelerden itibaren bu şarkıda bir ironi gizlidir. Devrimden bahsediliyor ama sesi fısıltı gibi çünkü gerçek değişim, sloganla değil, gündelik yaşamın içindeki sabırla başlar.
Tracy Chapman bu dizeyle bütün o gürültülü, erkek egemen, slogancı protest müzik geleneğini tersine çevirir ve der ki; “Devrim artık megafonla değil, vicdanla yapılır.”
“Talkin’ ’bout a Revolution”, yorgun ama umudunu kaybetmeyen insanların şarkısıdır ve artık devrim, taş atan değil, dayanışma kuran insanın eylemidir.
Tracy Chapman bu şarkısı ile, Aretha Franklin’in “Respect”te kazandığı özsaygıyı, Janis Joplin’in “Piece of My Heart”ta verdiği kalbi, Joan Armatrading’in “Willow”da gösterdiği dayanıklılığı tek bir çizgide birleştirir.
O artık devrimci değil, insandır…
İnsan olabilmek ve insan olarak hayatta kalabilmek…
Bruce Springsteen’in “The River” şarkısı başladı Truva Radyo’da ve bu şarkı, Tracy Chapman’ın *“Talkin’ ’bout a Revolution”*daki sessiz umut ve dayanışma tonundan sonra, insanın hayatta kalmak için yaptığı fedakârlıkların ve kaybettiği hayallerin en sade, en insani hikâyesi oldu.
Bu noktada yolculuk artık “devrim”i değil, devrimden sonra kalan insanı anlatır. Bruce Springsteen, dünyayı değiştirmek isteyen kuşakların ardında kalan işçiyi, babayı, sevgiliyi, kaybolmuş rüyaları anlatır.
Bu hikâyede suçlu yoktur; sistem, toplum, kader hepsi iç içedir. Bruce Springsteen burada kahraman yaratmaz aksine sıradan insanların trajedisini anlatır. Aslında bu şarkıda, “Devrimden sonra “kahraman” değil, hayatta kalmaya çalışan insan kalır.” demek istemektedir.
Nehir burada hem umut hem umutsuzluğun simgesidir. Eskiden gençken sevgilisiyle gittiği, mutluluğu paylaştığı yer şimdi kurumuş bir hatıradır. Bruce Springsteen, “devrim”i değil, “kabul”ü anlatır ama bu teslimiyet değil, bir tür gerçekle yüzleşmedir. Artık kimse bağırmaz, çünkü herkes yorgundur ama bu yorgunluk, yenilgiden değil, insan kalmanın bedelinden gelir.
Artık bu yolculuk “insanlık ideali”nden insanın çıplak gerçekliğine ulaşmıştır. Bruce Springsteen’in nehrinde devrim yoktur ama suyun kurumasına rağmen hâlâ oraya giden bir insan vardır. İşte bu, insanlığın sevgiye dair bitmeyen inancıdır.
Bruce Springsteen’in insan olmanın bedeline dokunmasından sonra bir ilahi, tüm dünya gürültüsünü soydu, “Zihinsel köleliği kırın” diyen tek gitar kaldı geriye Truva Radyo’da.
Zincirin en kalını bilekte değil, zihinlerdedir. Özgürlük, önce içerde başlar; kapıyı içerden açmayan, dışarıyı sonsuza dek kapalı zanneder.
O gece Bob Marley’in “Redemption Song” şarkısı, Bruce Springsteen’in “The River”’ında görülen yorgun insanın içsel sessizliğinden sonra gelen insanın kendi ruhunu özgürleştirme ilahisidir.
Bu noktada yolculuk artık dünyevi değil, ruhsal bir düzleme taşınır. Bob Marley burada devrimden, savaşlardan, sınıf mücadelesinden ve politik sistemlerden arınır ve yalnızca insanın içindeki zincirleri kırmaktan söz eder.
“Redemption Song”, müziğin öfke, yas, aşk ve adalet evrelerinden geçip en sonunda bağışlama ve özgürlük noktasına vardığı andır.
Bob Marley şarkısına, Afrika’dan köleleştirilen atalarının hikâyesi olan bir tarihsel tanıklıkla başlar ancak bu sadece bir tarih anlatısı değildir. Bu, insanlığın ruhsal hafızasıdır.
“Redemption Song”, köle gemilerinden dijital çağın yalnızlığına kadar tüm insanlığın zincirlenmiş yanını hatırlatır ama bu şarkının mucizesi, bu acıyı öfkeye değil, bilince dönüştürmesidir.
Bu, Tracy Chapman’ın “Talkin’ ’bout a Revolution”daki fısıltısının metafizik yankısıdır. Artık “dünyayı değiştirmek” değil, “kendini özgürleştirmek” gerekir.
Bob Marley şarkıyı şöyle bitirir:
Won’t you help to sing
These songs of freedom?
Bu, bütün müzik tarihine yazılmış en sade ama en büyük davettir. Artık kimseyi kurtarmak değil, birlikte özgürleşmek gerekir.
Gecenin sonunda bir piyanonun başında, çocukça bir cümle duyulur…
“Hayal et.”
Hayal, insanın en politik eylemidir çünkü sınırları, bayrakları, tapuları önce zihinde kaldırır. Bir hayal kurulur, dünya şimdilik olmasa bile yönünü o hayale göre ayarlar.
John Lennon’un “Imagine” şarkısı, o geceki uzun müzikal yolculuğun hem kalbi hem de zirvesiydi.
Imagine all the people,
Living life in peace.
Bu dizeler, yüzyıllardır süren bütün ayrılıkların ve çatışmaların karşısında bir tek ilkeye işaret eder ki o da birliktir.
John Lennon’ın ütopyası basit ama derindir. Ne mülkiyet ne din ne milliyetçilik, sadece ortak insanlık.
Bu, U2’nun “Sunday Bloody Sunday”deki “birlik” çağrısının savaşsız, saf hâlidir. Lennon burada artık “biz” demeyi öğrenmiş bir insanlığın çocuksu ama bilge sesidir.
You may say I’m a dreamer,
But I’m not the only one.
Bu dize, Lennon’ın insanlık tarihine bıraktığı vasiyettir. Evet, hayalperesttir ama yalnız değildir çünkü Dylan, Baez, Cohen, Livaneli, Marley, Chapman ve diğerlerinin hepsi de başka biçimlerde aynı hayali kurmuştur.
Truva Radyo’da Melodinin Fısıltısı’nda o geceki uzun müzik yolculuğunun özeti de buydu aslında…
Müziğin sesini duy, rüzgarını hisset, hayalini kur ve duvarları yık…
Çünkü insan kalabilmek, kendin kalabilmek bazen sadece bir şarkının içinde mümkün olabiliyor.
Müziğin sesini duy, hisset, hayal et ve duvarları yık…
İnsan kalabilmek, kendin olabilmek için…
***
















































