DAVETSİZ MİSAFİR
Durup dururken yıllar önce yaşadığım bir olay geldi aklıma. Kendi kendime gülmekden kendimi alamadım.
Yanımda küçük kızımla birlikte Ankara’dan birkaç günlüğüne İstanbul’a gelmiştik.
Kuzenimle, (sanırım) Moda taraflarında bir yerde buluşup bir çay bahçesinde oturup dertleşecek biraz geçmiş günlerden konuşacaktık. O zamanlar fotoğraf çekebilen ve çektiğin fotoğrafları bir tek aletle yanında taşıyabileceğin akıllı cep telefonları yoktu.
Onunla buluşunca birlikte bakarız, diye eski fotoğraflardan getirmiştim.
Ama albüm içinde değillerdi de bir poşete sarılı idiler. Peş peşe dizili çay bahçelerinden birine girdik. Hani böyle yerlerde deniz kenarı tercih edilir ya masa seçerken biz de öyle yaptık. Deniz kenarı sayılacak masalardan birine oturduk, oturduk ama burası hani pek de öyle deniz kenarı denecek bir yer değil, hemen yanımız resmen 70 -80 derece diklikte topraklık, küçük otların bittiği bir yamaç, aşağısı kayalık ve sonrası deniz olan yüksek adeta uçurum kenarı olan bir yer.
Çaylar geldi. Biz sohbet ediyoruz, kızım dinleyerek bize eşlik ediyor.
Ben bir ara fotoğrafları çıkardım, onlara bakıyoruz, dalıp gitmişiz, tam o sırada bir rüzgâr çıkıp bütün fotoğrafları denizden tarafa, o dik yamacın çeşitli yerlerine doğru fırlatıp atmaz mı ? Tabii bizler, "Eyvah!" deyip bir an ne yapacağımızı bilemeden kaldık öylece... Ama bu durumda yapacak iki şey vardı ya arkalarından “Vah! Vah ! Tüh ! Tüh!” çekip baka-kalmak ya da ne yapıp yapıp onları gittikleri noktalardan bir şekilde toplayıp geri almak. Çok zor da olsa ben o bir anlık şaşkınlığın hemen arkasından yerimden fırlayıp bu uçurum tarafındaki yanımız korkuluklarından öbür tarafa atlayarak onların peşine düşmeyi seçtim.
Fotoğrafların savrulduğunu pek çok kişi sanırım görmemişti ama benim acele ile çitlerin üzerinden atlayıp o dik yamaçtan tarafa geçtiğimi çok kişi görmüş olacaktı. Bir anda kıyıda ki masaların olduğu yerler insanlarla doluvermiş, "Aman ne yapıyor bu böyle? Delirdi mi bu kadın? Niye geçti o tarafa, kesin düşecek eyvaaah!" gibi konuşmalar, çığlıklar, feryatlar duyulmaya başlamıştı bile çoktan... Bu arada ben daha yamaca adımımı atar atmaz ayağımın altında ki topraklar da ufalana ufalana aşağıya doğru resmen kayıp akmaya başlamıştı. İşin kötüsü ortalıkta ne bir sağlam dal, ne beni çekebilecek kalınca bir bitki, ot, falan da görünmüyor.
Durduğum yerde de çok zorlanıyorum ve toprak akarak beni ha bire aşağıya doğru kaydırmakta, can havli ile kendilerine el attığım minik minik güçsüz otlarında tutmamla elimde kalması bir oluyor, ama ne gariptir ki, hatırlıyorum da ben o an da düşeceğimi değil de ne yapıp edip bu zor işi mutlaka başarmam gerektiğini düşünüyordum.
Yukarıdan bağırışan insanların sesleri arasından kızımın, kuzenimin de beni caydırmak için nasıl bağırdıklarını duyuyordum ama bu işe girişmiştim bir defa caymaya, vazgeçmeye niyetim yoktu.
İnanıyordum Allah yardım edecekti bana... Belki duyanlara inanılmaz bir şey gibi gelecek ama kah parmaklarım kah ayaklarımı kayan toprağa saplamaya, gömmeye çalışarak (ki hep ufalanarak kayıyorlardı) bin bir güçlükle de olsa düşmemeyi ve milim milim yerimden ilerlemeler yaparak birkaç tanesini toplamayı da başarabildim.
Ama şimdi işim daha da zorlaşmıştı çünkü artık bu eğreti şartlarda iki değil tek elimi kullanmak zorundaydım. Ellerimden birisinde uğrunda bunca zorlukları göze aldığım ve başka kopyeleri olmayan bu mazi hatıralarını tutuyordum.
Feryatlar, çığlıklar arasında bazen kayarak biraz aşağıya bazen umutsuz görünen çabalarla biraz yan taraflara bazen de sürüne sürüne yukarlara kayarak, hiç istemediği bir gösteriyi tamamlamaya çalışan bir cambaz gibi sonunda resimlerin büyük kısmını toplamayı başarabildim.
Ama daha ilerlerde, bizim oturduğumuz bahçeden ötelerde yanda ki bahçelerin olduğu taraflara doğru savrulanlar da vardı ve daha onları da toplamam gerekiyordu, ( o an da bana nasıl bir gayret ve azim geldi ise) aşağıya kaydıkça yukarıya ve bir yandan da yatay olarak tek elle tutacak yer bulamaya bulamaya ilerlemeye çalışıyordum.
Neyse ki sonunda nasıl oldu ben de bilemiyorum ama, Allah’ın yardımıyla kazasız belasız hepsini toplamayı başarabildim. Bu tam anlamıyla gerçekleşen bir mucize idi. Yalnız şimdi yukarıya nasıl çıkacaktım? Bir de o mesele vardı. Son bir gayretle resimleri ağzıma alıp, parmaklarımı kuru ve ufalanan toprağa yine saplaya saplaya ve insan üstü bir gayretle yine kayarak, yine yuvarlanarak , binbir güçlükle yukarıya çıkmayı da başarabildim sonunda. Ama kabus gibi bir macera ile, toz toprak içinde...
Sonradan anladım ki yan bahçelerde oturanlar olayın farkında değiller ve maalesef çıktığım yerde de bir masa ve orada da oturmuş sakin sakin çayını içip, sohbet etmekte olan insanlar var.
Ben artık tekrar yan taraflara kayacak, masasız bir yer bulayım da oradan yere ineyim diye tehlikeyi biraz daha uzatacak biraz daha yuvarlanacak halde değilim.
Normal hayata geçiş yapmak için de ne yazık ki bu masanın üzerine çıkmak zorundayım.
Manzara şu; ansızın uçurum tarafından sürünerek gelen, üstü başı toz toprak içinde bir kadın birden bire masanızın yanında beliriyor ve sizin şaşkın bakışlarınız arasında sanki yaptığı çok normal bir şeymiş gibi mahcup bir sırıtışla, “affedersiniz, kusura bakmayın. Özür dilerim." gibi laflar söyleyerek masanızın üstüne çıkıyor sonra size “iyi günler” dileyerek yere atlayıp uzaklaşıyor. Tabii bu zavallılar olayın öncesini de bilmedikleri için, ansızın masalarının üstünde beliren bu kişiye, ne diyeceklerini bilemeden ne olduğunu bile anlayamadan şaşkın şaşkın baka kalıyorlar.
İşte bu son sahne ne zaman aklıma gelse, elimde değil, kendi kendime gülüyorum hep...