BİR KİTAP: MUSTAFA KEMAL'İN ORDUSUNDA BİR ALMAN YÜZBAŞI / HANS TRÖBST
Adının yazılması ve okunması zor olan Hans Tröbst, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın aşağılanmasını içine sindiremiyor. Bilindiği gibi bu savaşın sonunda Almanlara Versay, Türklere ise Sevr Anlaşmaları neredeyse zorla imzalatılmıştı. Türkler olarak biz, Sevr Anlaşması’nı; Mustafa Kemal öncülüğünde yırtıp atarken Alman hükümeti bu kadar cesur davranamamıştı.
İngiltere, bu dönemde Almanya’ya çok ağır savaş tazminatı ödettiriyor. Ülkenin bütün olanaklarını sömürüyor. Durum öyle bir hal alıyor ki Almanlar ekmeği bile karne ile almak zorunda kalıyorlar. Enflasyon üç haneli rakamlara çıkıyor. İşsizlik oranları dünya rekoru kırıyor. Zaten milletçe aşağılanmış olan Almanya, bu travmasını 2. Dünya Savaşı’ndan önce yaptığı politik seçim ile örtmeye çalışacak ve Hitler’i destekleyecektir.
Kurtuluş Savaşı yıllarını, daha önce pek çok yazar veya tarihçinin gözünden okumaya çalışmıştım. Ancak ne kadar tarafsız olunursa olunsun belirli tarihi olguları açıklamaya çalışan bir kişi, kendi ön kabullerinin etkisinden kurtulamaz.
Hans T.’nin ise böyle bir durumu yok. Hiçbir çevreden çekinmesi gerekmiyor. Dönemi ve şartları tam olarak dışarıdan gözlemliyor. Yazar iyi eğitim almış bir Alman subayı. Zaten o yıllarda bütün ülkelerde askeri okullar son derece nitelikli bir eğitim içeriğine sahip. Dönemin Osmanlı Devleti de buna dahil. Dolayısıyla felsefe, tarih, edebiyat ve coğrafya gibi temel bilimlerden haberli. Bu da bence onun yazdıklarını daha değerli yapıyor.
“Bir Alman subay, Türkler için ne düşünür?“ sorusunun yanıtını sıkça okuyoruz kitapta ve anlıyoruz ki aslında bu düşünceler genel Alman insanının da düşünceleridir. Türkler ve Türk askeri her fırsatta övülüyor. Bir Alman olarak yazar, Türk insanın en zor koşullarda ne eşsiz mucizeler yarattığını da sıkça tekrar ediyor.
Yazar Yunanlıları sevmiyor. Bu savaşa Yunanlıların katılmasına “İngiliz oyuncağı oldular ve çok pişman olacaklar” biçiminde yorumluyor. Bugün ülkemizde bir kısım insan “Aslında Kurtuluş Savaşı olmadı, bunlar resmi tarih yalanlarıdır” biçiminde düşünüyor. Bunların başında Fikret Başkaya ve yancıları vardır. Onlara bu kitapları okutmak gerek. Yunanlıların yaptıkları vahşeti o kadar sade ve gerçek anlatıyor ki yazar, okurken canınız yanıyor.
Yazar, Ankara’ya gitmek için İnebolu’da bir ay kadar beklemek zorunda kalıyor. Ankara’nın işleri ne kadar sıkı tuttuğunu anlıyoruz buradan. Daha sonra Ankara’nın verdiği izinle cephelerde çeşitli hizmetlerde bulunuyor. Onun gözünden “Mustafa Sagir” olayını şaşırarak okuyoruz mesela. Ortam o kadar karışık, hava o kadar puslu ki bu koşullarda doğru kararlar vermek, uzun vadeli düşünmek ne kadar zordur, bunu hayal edebiliyoruz okurken. Bilindiği üzere Mustafa Sagir, bir İngiliz ajanı idi. Hindistan’dan çocuk yaşta ailesi ile alınmış, eğitilmiştir. İngiliz sömürgelerinde Müslüman gibi dolaşmış, casusluk yapmıştır. Afgan emirinin öldürülmesi gibi pek çok kirli işe de bulaşmıştır. Ankara’ya “Ben Hint Müslümanları adına buradayım. Onlardan size altın yardımı getirdim” der ve Ankara’ya gelir. Arapça bilmektedir. Kuran okuyarak insanların gözlerini boyar. Fakat Mustafa Kemal, ona hiç inanmaz. Gizli bir emirle takip edilmesini sağlar ve sonunda yaptığı yazışmalardan bir ajan olduğu anlaşılır. Hemen ardından İngilizlerin baskı ve tehditlerine rağmen idam edilir. Bu dönem Ankara’sı bile her devletten ajanlarla doludur. 1. Meclis, eğitimi düşük, öngörüsü olmayan, politika yapmaktan anlamayan vekillerle doludur. Her yerde isyanlar vardır. Bütün bu karanlık zamanlarda bir millet kurtuluş mücadelesi vermektedir.
Kütahya Eskişehir Savaşı’nın yarattığı bunalımlar, asker kaçakları, İngiliz propagandası, hilafet ordusu ve daha pek çok zorluk o kadar sade ve akıcı anlatılmış ki bu konuda hiçbir ayrıntı bilmeyenler bile kolaylıkla anlayabiliyor.
Yazar, aldığı görevleri yerine getirirken gezdiği coğrafyayı da mükemmel tasvir etmiş. Yer şekillerini, dağları, nehirleri, konuk olduğu köyleri son derece başarılı tasvir etmiş. Kütahya yakınlarında bir metre çapında bir kara kaplumbağası gördüğünü anlatıyor örneğin. Dağ kedilerini, keklikleri, kirpileri, kartalları ve daha başka hayvanları anlatıyor. İklimden ve yağıştan söz ediyor. Tanıdığı insanları, bu insanların yenik Almanya ya nasıl baktığını aktarıyor. Bir Türk Lirası’nın yaklaşık 2.5 Alman Markı’na denk geldiğini öğreniyoruz. Asker kaçaklarının çoğunun Konyalı olduklarını, tarımın ne kadar ilkel koşullarda yapıldığını, din adamlarının bilgisiz insanları ne kadar kolay yönlendirdiklerini, şaşırarak okuyoruz yine. Türk insanının hoşgörüsünü, o dönemin Avrupa basının milli mücadeleye nasıl baktığını ve daha pek çok ayrıntıyı görüyoruz kitapta.
Kitabın sonuna doğru Alman yüzbaşının Türklere bakışı başlangıçtaki bakışından daha olumludur. Türk diye duyduğu insanı 3 yıl boyunca içeriden gözlemleme olanağı bulmuştur çünkü. İslamiyet hakkındaki köşeli düşünceleri yumuşamış ve kendi ifadesiyle artık sempati duyar hale gelmiştir. 3. yılda bir Alman kadınla evlenen yazar Lozan görüşmeleri sona erdikten sonra ülkesi olan Almanya’ya dönme kararını neredeyse istemeyerek ve üzülerek alır.
Son söz olarak şunları söyler:
“Bütün Avrupa, paramparça olmuş Türklerin yeni ve başı dik bir devlet kurmasını şaşkınlıkla izledi. Almanya için Versay Anlaşması neyse Türkler için Sevr aynıydı. Ancak Türkler Mustafa Kemal sayesinde uyandılar, bütün olanaksızlıklara rağmen savaştılar ve ulusal gururlarını kurtardılar. Biz de aynısını Almanya için yapmaya çalışırken Türklerden ve Mustafa Kemal’den dersler çıkarmalıyız.”
Yazarın bu sözlerinden ders alması gereken pek çok Türk de hâlâ var. Ders almalarını umuyorum.
Benim için çok verimli bir okuma oldu. Dönemi merak edenlere öneriyorum.