AHMED ARİF / ZARFA SIĞMAYAN AŞK
Yıl 1977. İstanbul.
Arnavutköy, Üvez Sokak; 182 numaralı apartmanın üçüncü katı.
Leyla, o sabah cama sertçe vuran yağmurun sesiyle uyanmıştı; İstanbul’un griye batmış silüetinde bir başka “aynı” sabahtı. Duvarda asılı, solmuş tabloyu izlerken kafasında bir şeyler belirmeye başlamıştı.
Koşuşturmacayla geçen günlerden yorulmuştu.
Amaçsız bakışlarını odanın loş ışıklı ortamında gezdirirken gözü masanın üstündeki kutuya yine ilişti. Kutunun içinde altmışa yakın mektup vardı, çoğu “Leylim” diye başlayan; hepsi de 1950’li yıllara ait mektuplar…
“Şimdi mi okusam, yoksa az sonra bir kahve koyup tadını çıkararak mı okusam bir daha mektupları?” diyor ama karar veremiyordu.
Biraz da içinde kabaran coşkuyla uzandı masadaki mektup dolu kutuya doğru… Bir mektup aldı, yavaşça zarfı açtı, içinden çıkan sayfalara baktı, sanki daha önce hiç bu kadar bilinçli bir şekilde bir şeyin üzerine eğilmemişti. Kendi adı gibi tanıdığı bir el yazısı vardı sayfalarda. Zihninde bir şeyler yerinden oynadı; o yazının her bir harfi, yıllar boyu biriken anıların, hayal kırıklıklarının ve hatta umudun izlerini taşıyor gibiydi. Hemen okumaya koyuldu:
“Canım Benim,
Bilir misin, canım dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep. Gezegenlerin en güzel kızısın. Haydi bir kelime uyduralım. Öbür yıldızlara da durağan diyelim. Durağanların da en güzel kızısın...
Kaderimiz bir tuhafsa, ömrümüzü dolu bir kadeh gibi sindirerek içemediysek, günahı boynumuza değil. Bu kara günlerin de bir sonu var. Ne sonu; dibini bulduk be! Benim üzüntüm, canavarın dişinin sökülmesi işinde bir eyyam alıkonulmam! Hepsi bu... Hikâyemi nasıl tam bilmezmişin? Senden saklı bir şeyim olabileceğini düşünemezsin. Büyük bir küfür olur bu bana. Sade mektupla anlatmak istemediğim -başını ağrıtırlar, can sıkıcı saatlerin belki de günlerin olur- bir iki önemsiz nokta var.
Şark Kahvesi’nde anlatacak gibi oldum, Güner istemezlik etti, hatırlarsın. Neyse, bir daha şaka da lâf da olsa, dostluk mu, acaba değil mi gibi sorular getirmeni üzüntüyle dinleyebilirim ancak. Ya ne ulan? Kim bilir -senin yönünden- bir tecessüs, bir değişiklik, biraz da şövalyelik ve merhamet. Ha? Bunların sevimizi bugüne getirmeleri de bir gerçek ama. Benim yönümdense -kaç defa söyliycem bunu be- Senden gayrı tüm erdem ve nimetlerin gözümde bir çöp kadar bile değerli olamayışıdır.
Her neysem, şair, usta, mahpus, sürgün, acemi, yiğit ya da korkak, Seninle değerlendirebilirim. Seviyorsam, sen olduğun içindir. Utanıyorsam, senden utanabilirim ancak. Yiğitsem, seninle yiğit olunur elbet. Korkuyorsam, sensizliğin korkusudur bu. Daha ne canım kızım? Dişine zar, boynuna ter olasım gelir. Gün yirmi dört saat seni düşünmek. Ne yüce, ne sonsuz bir duyu bu, bilir misin ki? Leith motive mi ne işte; gâvurca bir söz var bilmem yabancı dili -Zaza, Kürt, Arap dillerini şiir gibi bilirim ya hergelelik hoşuma gidiyor olmalı!- onun gibi bir nen. Hayatımın en koyu ve belirli çizgisi, motifi, süregidecek tadı sensin canım. İnşallah anlatabildim!
31 Aralık 1956, Ahmed’in…”
Leyla, mektubu katlayıp kokladı, öptü; sonra zarfa geri koyup arkadaşı ve bir zamanlar hayranı olduğu Sait’in pencerenin sol yanındaki duvarda asılı bulunan portresini seyretmeye başladı.
Öyle zordu ki işi, ta o zamanlar…
İki adamın arasında kalmıştı, yirmi-yirmi beş yıl önce…
Bir yanda kendisine deliler gibi aşık Ahmed; öte yanda da kendisinin deliler gibi sevdiği, hayran olduğu, abayı yaktığı ama diğer yandan da içten içe ciddi bir beraberlik yaşamaktan korktuğu Sait… Sait de ona karşı boş değildi hani.
Üstelik, iki erkek birbiriyle de iyi arkadaştı! Of! Ne yapsındı ki?
İkisine de yazdığı şiir ve öyküleri göstermişti…
Ahmed en çok şiirlerini beğenmişti. Sait ise şiirlerini yerden yere vurmuş, öykülerine methiyeler düzmüştü; öyküde ısrar etmesini istemişti Leyla’dan. Leyla da sonunda Sait’i dinlemişti.
Bir keresinde Leyla nişanlanacağı adamı da getirmişti yanında, Sait ile buluşmuşlardı.
Sait sormuştu, “Peki ben neyim, o adam sevgilinse?” diye.
Leyla: “Sen dostumsun. Onu erkek olarak seviyorum. Seni seviyorum; ama dostça… Büyük bir yazarsın. Öykülerinin vurgunuyum.” demişti.
Leyla’yla o çıkmaz sokaktaki aşkı yaşayan adam, Sait Faik Abasıyanık’tan başkası değildi.
Leyla ise şair-yazar Leyla Erbil!
Ve az önce mektubunu okuduğunuz, Leyla’ya sırılsıklam aşık adam ise… Ahmed Arif idi elbette.
Evet, yanlış okumadınız; Ahmed Arif ve Sait Faik Abasıyanık’ın uğruna aşklarından öldüğü, paylaşamadığı kadındı; Leyla Erbil!
Yıllar sonra bir gün bir sohbette arkadaşlarından birisi “Senin şiirlerin kavga şiirleri, eyvallah ancak onlardaki o derin aşk sadece mücadele aşkı olmamalı, birileri mutlaka olmuştur, eşin Aynur Hanım’la evlenmeden önce yazdığına göre o şiirleri, o aşkın bir veya birkaç kahramanı olmalı, geçekten de var mı böyle birileri?” diye soracak, Arif de “Var… Ama sırrımız olacak! O şiirlerin önemli bir kısmını Leyla Erbil’e yazdım.” diye cevap verecektir.
23 Nisan 1923 yılında Diyarbakır’da hayata gözlerini açan Ahmed Arif, 2 Haziran 1991’de yüreği susana değin ömrüne sadece bir kitap sığdırmıştır.
Ama o da kitap gibi bir kitaptır!
Muhtemeldir ki aşkı Leyla Erbil’e adadığı “Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı şiir kitabıdır o kitap da…
Ömrünün sonlarına doğru, yeni kitap ne zaman çıkacak diye soranlara “yakında hazırlamaya başlayacağını” söyleyen şair, “Şiirler nerede?” sorusuna da “Hepsi aklımda!” diyerek gülümseyecektir.
Ahmed Arif’in şiir anlayışını farklı kılan unsurların başında gelenekle kurduğu ilişki gelmektedir. Onun Anadolu’ya özellikle de Doğu Anadolu’ya has geleneksel söylemi modern şiire taşıması, yaşadığı topraklara bağlı, gelenek ve göreneklerine aşina bir şair olduğunun en büyük göstergesidir.
Bakın Cemal Süreya, toplumcu-gerçekçi şair Ahmed Arif’in şiir için ne demiş, ondan dinleyelim şimdi:
“Ahmed Arif’in şiiri bir bakıma Nâzım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nâzım Hikmet'in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovada akan “büyük ve bereketli bir ırmak”gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları “âsi” dağları... Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. “Daha deniz görmemiş” çocuklara adanmıştır.
Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönülecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır.”
Aşağıdaki şiire uygun dizeleri bulmak için -ki bu dizeler şiirin ilk iki dizesidir, tam 17 yıl bekleyecektir usta şair… Sonra da Arşimet gibi “Buldum!” diye bağırıp şiirini tamamlayacaktır.
AY KARANLIK
Maviye
Maviye çalar gözlerin,
Yangın mavisine
Rüzgarda asi,
Körsem,
Senden gayrısına yoksam,
Bozuksam,
Can benim, düş benim,
Ellere nesi?
Hadi gel,
Ay karanlık...
İtten aç,
Yılandan çıplak,
Vurgun ve bela
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille
Sevmelerim,
Sevmelerim gibisi?
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
N'olur gel,
Ay karanlık...
Dört yanım puşt zulası,
Dost yüzlü,
Dost gülücüklü
Cıgaramdan yanar.
Alnım öperler,
Suskun, hayın, çıyansı.
Dört yanım puşt zulası,
Dönerim çıkmaz.
En leylim gecede ölesim tutmuş,
Etme gel,
Ay karanlık...
‘Adiloş Bebe’nin Ninnisi’ şiirinde:
“Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem,” diyen de
‘Unutamadığım’ adlı şiirindeyse sevgiliye:
“Gitmek,
Gözlerinde gitmek sürgüne.
Yatmak,
Gözlerinde yatmak zindanı
Gözlerin hani?”
diye soran da Ahmed Arif’tir.
Ahmed Arif’in mektuplarını okuyunca insanın inanmaktan başka yolu kalmıyor sanki. Belki de bazı aşklar, zamana yenilmez; sadece sessizleşir.
Kim bilir, belki de Ahmed Arif’in satırlarında asılı kalan kelimeler, Leyla’nın yüreğinde hâlâ tazeydi. Yıllar, yüzüne çizgiler, kalbine sabırlar eklemişti ama o sabah, mektupların arasından yükselen o tanıdık ses, bir anlığına her şeyi eski hâline döndürmüştü. Ne Ahmed artık Diyarbakır’daki eski Ahmed idi ne Leyla o ilk gençliğin heyecanlı kızıydı. Ama o his –o yakıcı, kabına sığmayan his– hâlâ oradaydı. Ve belki de hayat, her şeye rağmen kavuşmak değil, böyle bir hasretle, bir sevdayla yaşamak demekti.
Kim bilir… Belki de Leyla, bu yağmurlu sabahta penceresini açıp bir el etseydi, Diyarbakır’dan bir rüzgâr kanatlanır, Ahmed’in sesiyle çalardı Leyla’nın camını.
Ve sonra kulağımızda şiirinin satırlarından aşina bir ses: Ahmed Arif’in Leyli’sine olan hasretinden eskittiği, ayak bileğindeki prangaların şangırtısı…
Anısına saygıyla…
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz.